
Zaman?
“Zaman; ölçülmüş veya ölçülebilen bir dönem, uzaysal boyutu olmayan bir süreklilik.” Der sözlükler.
“Zaman; oluş, gelip geçiş, değişme ve süreklilik biçimi; dönüşü olmayan bir doğrultuda birbiri ardından gitme.” Der felsefe.
Fizik başka şeyler söyler, Matematik başka şeyler. Edebiyat ise bambaşka…
Zaman, fiziksel kurallar çerçevesinde her insana eşit davransa da ruhsal açıdan bir o kadar farklı davranır. Burada elbet suçu zamana atarak kendimizi temize çıkaramayız. Zamanın üzerimizde nasıl bir etki yapacağını ve bırakacağını çok özel şartlar dışında yine kendi tercihlerimiz belirliyor galiba.
Biz zaman içerisinde yol alırken bize getirdikleri olduğu gibi bir de götürdükleri oluyor. Şimdide duralım ve geriye dönelim. Geriye dönüş mümkün olmadığı için “geriye dönelim” cümlesi yanlış oluyor. O zaman düzeltelim; şimdide duralım(şimdide durmak da mümkün değil fakat idare edin artık, sonuçta fizik dersi işlemiyoruz) ve geriye bakalım, zamanın bize getirdiklerinden, bizden götürdüklerini çıkaralım, elimizde pozitif ya da negatif anlamda kalanların miktarı bize büyük olasılıkla zamanın üzerimizde bıraktığı etkiyi okumamızda yardımcı olacaktır.
Buraya kadar kusuruma bakmayın lütfen, heyecanımı yenmek için yaptığım bir girizgahtı sadece.
“Roman, şehirle başladı.” Demişti adını hatırlayamadığım bir edebiyat insanı. Ne de hoşuma gitmişti bu söz. Hoşuma gitmesinin elbet nedenleri vardı. Bu nedenlerden biri, kabuk bağlayan ama hiç iyileşmeyen bir yaramı tatlı tatlı kaşındırmasıydı. Bilirsiniz bu kaşıntıyı, bir kere başladınız mı parmaklarınızı durduramazsınız, iradenize hükmedemezsiniz. Ve o yara eninde sonunda kanar.
İşte o yara sonunda kanadı. Kanadı kanamasına da bu yara dizimde, dirseğimde ya da müdahale edebileceğim vücudumun herhangi bir yerinde değildi. İçimde bir yerlerde, derinlerde, belki de zamanın içinde bir yerlerdeydi. Kaşımak ve kanatmak çok kolay olduysa da kanamayı durdurmak neredeyse imkansızdı.
“Roman, şehirle başladı.” İşte o şehirler, insanlara olay örgüsü belli ve birkaç karakterle sınırlı hikayelerden oluşan hayatlardan çok ötesini sundu. Karmaşık kurgular içerisinde, sınırsız sayıda karakterlerin tesir ettiği bir romana dönüştü insan hayatı. İşte o şehirler, kendi kimliklerini yarattı. Nefes alıp veren, hisseden, yaşayan, yaşatan… Bir ruha sahip varlıklara dönüştü şehirler.
İşte böyle bir şehre yirmi beş yıl sonra tekrar döndüm. Dürüstçe kendime itiraf edemesem de belki dönmek istedim, belki de başka bir şeyi bahane edip yolumu bu şehre düşürdüm. Bilmiyorum! Belki biliyorum ama emin değilim! Belki eminim ama dürüst değilim!
Eylül akşamının ılık havası eşliğinde şehre adım attığımda, yine bir eylül akşamı babasının Opel marka arabasının arka camından geride bıraktıklarına son kez buğulu gözlerle bakan bir genci görür gibiydim hayal meyal.
Şimdilerde pedagoglar ve psikologlar avaz avaz bağırmakta; çocukluk ve gençlik yıllarında yaşanan travmaların, ömür boyu bireyin taşıyacağı izler bırakması yüksek bir olasılık. O zamanlar pek bilinmezdi bunlar, “alışır”, “unutur”, “daha çocuk” gibi sözlerle teşhis konulur, tedavisi ise işin uzmanı olduğu düşünülen bir varlığa, kavrama(artık adına ne derseniz deyin) bırakılırdı: zamana!
Yirmi beş yıl! Namı diğer çeyrek asır.
Yine kendime açık açık itiraf edemesem de bu şehirde önce bir mahalleyi, ardından bir sokağı bulmak için kendime bahaneler uyduracak, beni uzaklardan buraya çektiğine inandığım bir mıknatısın daralan çekim alanına yaklaştıkça, kendimi çekip çıkarmamın imkansızlığı bilinciyle belki de çırpınmayı bırakacaktım.
Ben bu satırları yazarken, yazdıklarım çoktan gerçekleşmiş olsa da kelimelerimle rotasını çizdiğim yolu bir mahalleye, bir sokağa hala götürememiş olmamın en büyük nedeni; titreyen parmaklarım, parmaklarımın titremesine neden olan sinir sistemimi kontrol etmekte zorlanan beynim, damarlarım içerisinde akan kanda fırtınalar oluşmasına sebep olan kalbimdir. Böyle zamanlarda kusursuz bütünlüğünü kaybeden insan bedeni ve ruhu, insana kusurlarla dolu başka bir boyut sunar.
Elbet o mahalleyi ve o sokağı buldum. Zaman denilen öğütücünün insanla yaptığı işbirliği sonucu dişleri arasına aldığı kendi geçmişini nasıl geri döndürülemeyecek biçimde yok ettiğini gördüm.
Niyetim, size o sokakta gün boyu yaşadıklarımı, karşılaştıklarımı anlatmaktı. Elimden tutan genç bir oğlanın, kuş tedirginliğiyle atan kalbi eşliğinde genç bir kızı nasıl aradığını ve bulamadığını aktarmaktı. Yapamadım.
Son olarak, birilerinin beni tanıyabileceğine hiç ihtimal vermeden, yirmi beş yıl öncesinin hayaletlerinden kaçarak uzaklaşıyordum ki arkamdan gelen sesle irkildim:
“Adnan!”
Geriye dönüp bana seslenen insana baktım. İnsan zamana yenik düşüp değişse de gözleri hep aynı kalıyor. Gözleri hiç değişmiyor.
“Adnan! Sen ha!”
Tanımam çok zor olmadı komşumuz Ayfer Teyzeyi. Sarıldı bana. Yirmi beş yıl önce beni uğurlarken nasıl sarıldıysa, sanki hala öyle kalakalmışçasına…
Tüm olan biteni ağlayarak anlatmaya başlamıştı ki “öğrendim” diyerek susturdum.
“Roman, şehirle başladı.” Dedim Ayfer Teyzeye
Biraz şaşkın, çokça da anlamamışçasına gözlerime baktı. Neler gördüyse gözlerimde, sesi okşarcasına sordu:
“Neler oldu yavrum sana?”
“Ne olacak Ayfer teyze,
zaman yağdı üzerimize!”
Özkan SARI