Gayya

Bazen bir şey oluyor.
Öyle bir şey ki hayatıma dair tüm ilgimi kaybediyorum.
Dünyanın ışıkları sönüyor sanki;  göğün mavisi, ağacın yeşili kaçıyor.

Kafes içindeki minyatür çarkında ölesiye koşup hiçbir yere varamayan hamsterlar gibi kendimi hep başladığım yerde buluyorum. Vücudumdaki serotonin aniden  en küçük zerresine kadar çekilip bulduğu her geçitten boşluğa akıyor ve bedenim koltuğun, yatağın, sandalyenin üstüne öylesine bırakılmış bir yastığa dönüşüyor.

Yanıma kimse yaklaşmasın istiyorum.  Kimse “Neyin var?” diye sormasın. Çünkü içimdeki huzur göçünce, çirkinleşiyor yüzüm. Ben bile bakamıyorum yüzüme. Olur da karşılaşırsak, tanımazlıktan geliyorum.

Büyüklerim nasıl bir insan olmam gerektiğini öğretirken keşke ruhumun hatlarını bu kadar ince çizmeselerdi diyorum. Duyarsızlığın o geniş düzlüklerinde ben de salınabilseydim keşke. Ülkemde yokuş aşağı yuvarlanan değerler için ağlamadan yaşamanın bir yolunu bulabilseydim. İnsanların ölen ruhları tabiatın ırzına geçerken bunun benimle ilgisi olmadığını düşünecek; olup biten, peyderpey yiten güzel şeylere rağmen gösterişli bir arabanın direksiyonunda poz vermeyi kendime layık görecek bir zihin durumunda olabilseydim. Havalı mekanlar, şık ayakkabılar, markalı gözlükler ve kostümlerle yaşamı anlamlandıran bilince bu kadar uzak olmasaydım keşke.

Ben böyle bir “ben”  değil iken “keşke” ile aram iyi değildir. Ancak an itibariyle iyiye odaklanmakta zorlanıyorum ve bu zamana kadar tercih ederek yaşadığım hiçbir şeyi buna kurban vermek istemiyorum. Fakat yarın ya da yarınlarda daha güzel bakabilecek olsam bile dipte bir yerde her zaman yerli yerinde duracak olan bu geniş zamanlı “iştahsızlık” için elimden pek de bir şey gelmiyor; çünkü bu ruh çürüten hissi besleyen canavar bu topraklarda hayli güçlü; umutsuzluk…

 Böyle anlarda işimi daha iyi yapmak, sevdiklerimle daha çok ilgilenmek, daha fazla öğrenmek için iyi bir neden bulmakta güçlük çekiyorum. Daha refah, daha adil, daha şefkatli bir gelecek umudunda sona gelmiş gibi hissediyorum. Daha yasak, daha fakir, daha kavgalı, daha güvensiz, daha suçlu; yani distopik bir yüzyıl senaryosu daha mümkün geliyor.

Gazeteler ve haber programları ara vermeksizin felaket, cinayet, ihanet haberleriyle kıyameti çağırıyor. Ülkenin üzerinde yükseldiği kurumlar birbirlerine kılıç çekiyor. Bir vücudun içerisinde karaciğerin akciğere, böbreklerin mideye saldırması gibi bir şeyler oluyor yani. Bir organizmayı güçlü yapan şey, onu oluşturan büyük küçük her parçanın birbiriyle uyum içerisinde olmasıdır. Tüm birimler organizmayı hayatta ve sağlıklı tutmak için işbirliği yapar. Bu esnada hiçbiri diğerinden daha üstün ve önemli olduğunu düşünmez. Organizma güçlü olduğu için organlar uyum sağlamaz. Organlar uyumlu ve birbirleriyle sağlıklı bir işbirliği halinde oldukları için organizma güçlüdür. Oysa  “güç” toplumsal hayatımızda ‘sağlık’tan başka bir anlama denk düşüyor. Güç, bize aslımızı unutturan şeyin adı oluyor; hayatımıza mâl olsa dahi…

“Bakma, görme, duyma” diye telkinler veriyorum duyularıma.
 “Kaç, git, sırtını dön!
Uçağın penceresinden beyaz bulutları izlediğin an’ı hatırla.
Her şeyin, herkesin üzerinde yürüt aklını.
Çık bu gayya kuyusundan, göğe dokun.
Varoluşa, kurmacanın dışında kalana, yaratılışa odaklan.
Evrenin milyarlarca yıllık zaman şeridinde ömrünün kapladığı alanı düşün, gülümse.
Müstakbel acılarının akışı bozmasına izin verme, zamanı gelmeden çekme ağrılarını.” diyorum,
sonra “Biri bir şey mi dedi?” diye etrafıma bakınıyorum.

Neyse!
Geldi tuttu yine yakamdan hüzün.
Sen bana bakma. Yazdım da buraya koydum diye çok da ciddiye alma.
Yazmalıydım.
Yazmasam kim bilir ne olacaktım?

Derya CESUR

Temmuz 2022

Şükür Taşı

Hava kapalı.
Gözümde, yastığı kucaklamamı söyleyen uyku; karnımda “ne olursa olsun çıkmalısın dışarı” diyen bunaltı… Uyku geceyi bekleyebilir.

Yaklaşık 10 ay oldu.
Mevsimler geldi geçti.
Gardrobumda neler vardı? Nasıl giyiniyordum?
Hali hazırda giyinmiş olduğum eşofmanın üstüne ince yürüyüş pantolonunu geçirip beş dakikada hazır oluyorum. Saç yok, makyaj yok, ağız yok, burun yok. Asansör meşgul, merdiven tenha.  Bir adım, kırk bir adım… Geçiyorum yolu, taşımı bulmaya gidiyorum.

Aralık da tanıyamıyor kendini. Yanlış mı geldim diye bakınıyor şehre. Sahili mesken etmiş, kahveyi yeni keşfetmişçesine oturana, gezene… Ama bugün nihayet rengi dönmüş, köpüğü kabarmış denizin; eldivenleri de kuşanıyorum son kertede. Yüzümde, ensemde açık bulduğu yerlerden ısırıyor rüzgar. “Bu halde yürünür mü” havası var dışarıda ama nasıl da iyi geliyor! Serinlik soluk borumdan geçip diyaframıma doluyor. Bütün gece kapalı kalmış bir odanın penceresini açar gibi oluyor işte o an. Önce göğsüme, oradan karnıma dolan taze hava kümülüsleri usulca dağıtıyor.

Üşümelerden, yorulmalardan koşar adım kaçıp sığındığımız evlerin tavanları alçaldı, duvarları daraldı epeydir. Ekranlarla başlayan günler ekranlarla varıyor geceye. Ne yapsak olmuyor sanki. Hayat eve sığar dedikçe, dikdörtgen ağızlı  ejderhalar gibi vücutlarımızı dışarı püskürtüyor evler.

Püskürttü yine.
Sedefli deniz abuklarını, yüzeyi pürüzsüz, yumuşacık taşları doldurup duruyorum yine cebime. Ne yapacağım bunca deniz kabuğuyla? Bilmem. İçeriye biraz ‘dışarı’ götürmek için olabilir mi? Şimdilik, bulabildiğim en iyi neden bu sanki. Ellerimi arkamda birleştirip yürüyorum. Hayret! Hiç tarzım değil. Gülüyorum halime. Biraz gülüp biraz üşüyorum.

Yan yana dizilmiş kafeler, barlar… Hepsi ışıksız, sessiz, insansız. “Gel de oturup denize karşı bir şeyler içelim” anıları her geçen gün biraz daha eskiyor. İlk zamanlar  “ yahu  böylesi de pek tuhaf oluyor,” dediğimiz mesafeli merhabalar giderek normalleşiyor. “Tokalaşmak, selamlaşmak nasıl bir histi?” diye soruyoruz içten içe. İki lafın belini kırmak için toplanılmış zamanlardan kalan dip dibe fotoğraflara bakıp eski dünyaya özlem seansları düzenliyoruz.

Neden çıkmıştım dışarı? Hah! Bir taş bulmam lazım benim.

Sinematik bir mucize bekliyorum nedense. Dalga sesleri fonda beklerken küçük bir ışıltı düşsün eşelediğim kumların az ötesine, gözlerim kamaşsın ve ben onun büyüsüne kapılıp yavaşça yaklaşayım, çömeleyim, eşi benzeri görülmedik bir taş göreyim istiyorum. Evet, tam film işi. Olmuyor haliyle.
Vazgeçiyorum taşın afillisinden. “Sıradan olsun,” diyorum bu kez. O kadar sıradan olsun ki, hiç mi hiç ilgi çekmesin. Mucizevi olan ona yüklediğim anlam olsun. Tamam, bu daha belgeselvari.  Daha muteber böylesi.

Benim sıcaklık durumum da küresel olanla benzer seyrediyor. Bir aralık günü güneşin D vitaminli dokunuşlarını gezdirirken yüzümüzde, ertesi gün on beş derece birden soğuyarak bizi gerçeğe davet eden, hem duygumuzu hem bedenimizi bahardan kışa savuran yeni yüzyıl iklimi gibiyim. Kısa bir süre mevsim normalleri üzerinde dolaşıp aniden gelen keskin düşüşlerle baş etmeye çalışıyorum. Bazen saatlik aralıklarla değişen iç halim beni taşkın coşkulara ve derin iç çekişlere birbiri ardına batıp çıkarıyor. Dilimi kurtarsam da kalbimi kurtaramıyorum çoğunlukla. Dipte fokurdayıp püskürmek için bahanesini kollayan magmanın ateşiyle kıvranıp duruyor . Nefessiz kalıp atıyor sonra kendini kapılardan. Denizse dalgalar; ormansa ağaçlar, kuşlar koşuyor imdadına.

Öyle güzel dokunuyor ki dost eli suyun, temiz havanın; sanki içime dadanmış o siyah duman soluduğum havaya karışıp dağılıyor. Balığının peşinde kanat çırpan su kuşlarına, havlamalarıyla kuştan kalplerini telaşa sokan kıyı köpeklerine gülmeye başlıyorum sonra. Fırsat bulunca, neredeyse yüzümle bir olan medikal maskeyi biraz olsun indirip havayı kokluyorum. İşte o an bir yaşamaktır gelip giriyor burnumdan içeriye. Görebildiğim bütün maviler, yeşiller, dansını izlediğim martılar, duyabildiğim, yaşamın organik parçası olan bütün sesler için minnet hissiyle doluyorum. Sımsıkı sarılmak istiyorum o zaman varoluşa. Öyle mecazen filan değil, gerçekten. Salıncakta tutunduğum ip, kucağıma aldığım çocuk gibi, gerçekten.

Ve şimdi kalbimi kanatlandıran, “iyi ki” dediğim her özel anda iç sesime eşlik eden o güçlü sarılma anını gerçek kılmak için eşeliyorum kumsalı. Bu yüzden arıyorum şükür taşımı. Kümülüsler karnımı her sarışında koşup tutacağım, varlığımın iyi hafızası cep yoldaşımı.

Metafor

Önemsedikçe önemsizleşirsin” dedi karga.
“Yaklaşırsan küçülür, görmezden geldiğin kadar büyürsün!”
Manavın önünde unutulmuş, manzarasız, keyifsiz bir bankta oturuyor başka herhangi bir yerde olduğumu düşlüyordum.
Çocuk parkı boştu ve fırının önünde kuyruk vardı.
Balık lokantaları ne zaman açılacak acaba?
Berberleri, müzisyenleri, sonundan endişe duyanları, yarın nasıl bir güne uyanacağını bilmeyenleri, tevekküle sarılanları, içten içe isyan edenleri düşündüm bir süre.
“İzle beni” dedi karga.
“Sadece su içmek için nelere katlandığımı gör ve nasıl bir hayatım var, tahmin et.”
Sokak hayvanları için bırakılmış eski gri leğeni ve içindeki kirli suyu işaret etti kanadıyla.
“Temkinli olmak lazım.”
Su içene yılan bile dokunmazmış, dedim.
Gevrek, yaşlı bir kahkaha attı.
“Sen öyle san. Su içerken öldürülen kaç karga var biliyor musun?”
Gözleri gri leğende çöp tenekesinin üzerine kondu bekledi.
Başka bir banka ilişti yine bekledi.
Epey zaman geçtikten sonra yere çimlerin üzerine kondu, içinde kirli su bulunan gri leğenin etrafında ağır adımlarla geniş bir çember çizdi.
Tehlike olmadığını düşündüğü anda gri leğenin kenarına kondu, siyah gagasını kirli suya daldırdı.
Suyu içerken gözleri gökyüzündeydi.
Karganın yanına dört yaban güvercini kondu aynı anda.
Peynirci en muhteşem günlerini yaşıyor diye geçirdim içimden. İnsanlar taşıyabildikleri kadar peynir ve yumurta alıyor.
O sırada kasabanın renkleri kayboldu, üstü açık bir araba geçti caddeden.
Beyaz şapkalı, siyah fularlı, güneş gözlüklü iki kadın el salladı arabanın içinden.
Boş bulundum, ben de el salladım. Pişman oldum sonra acaba bana mı el sallamışlardı?
Önce bir cızırtı geldi, plak bu dedim, belediye hoparlörlerinden Elvis Presley’in sesi duyuldu.
It’s Now or Never.
Yıl 1961!
“O yıl neredeydin” diye sordu karga.
Bilmem doğmamıştım henüz.
“Güvercinleri gördün değil mi? Ben etrafı o kadar kolaçan ettikten sonra geldiler ve siz onları bizden daha çok seviyorsunuz.”
Sokağa çıkmanın yasak olmadığı güneşli bir gün arabayı kapalı spor salonunun önüne bırakıp kasabanın sokaklarında yürümüştüm.
Bugünü değil de geçmişi gösteriyordu gözlüklerim!
Her nasılsa, hayaletleri, gitmişleri ve bugünün insanlarını ayırt edebiliyordum.
Kimi nasıl hatırlıyorsam, o halleriyle karşılaşıyordum.
Tanıyıp selam verenler oluyordu, bir yerden çıkaracakmış gibi bakanlar, yüzünü çevirenler ve görmezden geldiklerim.
Tam şurada bir kafeterya vardı eskiden. Merdivenlerden çıktım, ikinci kata oturdum. Kalabalıktı ve uğultu vardı içeride. Doğum günümdü o gün.
Sade bir kahve söyledim.
Sıradaki şarkıyı doğum günü hediyesi tuttum kendime.
It’s Now or Never.
“Mesajı alamamışsın” dedi karga.
Aldım ama masadan kalkmaya cesaretim yoktu.
“Hayat sana daha ne yapsın? Sahi 1971’de neredeydin?”
Bilmem doğmamıştım henüz.
Bankaların önünde sosyal koruma mesafesinde bekliyordu insanlar.
Mutsuzdular.
Biraz sonra gençten birinin karşısına oturacaklar ve borçlarının ertelenmesini isteyeceklerdi. Sanki olan bitenin sorumlusu kendileriymiş gibi utanacaklar, yere bakacaklar ve ertelemenin bedelini kabulleneceklerdi.
Böyle zor zamanlarda öylesine sorduğu bir soruda muhatabının içini görebiliyor insan.
Kibri, riyakarlığı, kıskançlığı ve zavallılığı.
Silmek ve unutmak lazım!
1981’de ilkokula gidiyordum.
“Sormadan cevapladın” dedi karga.
“Şimdi gitmem lazım! Ne demiştim?”
Önemsedikçe önemsizleşirsin.
Yaklaşırsan küçülür, görmezden geldiğin kadar büyürsün!
“Şarkıdaki gibi ya şimdi ya da asla!”
O üstü açık arabadaki el sallayan kadınlar kimdi?
“Bilmem, doğmamıştım henüz!”
3 MAYIS 2020
Ali Gülcü

8. Gün

Neden sekiz?
ne olup bittiğini anlamak, anlar gibi olup da sindirmek zaman alıyor.
Benzer bir tecrübeye sahip olmayan akıl önce idrakte, sonra uyumda gelgitler yaşıyor.

Anlıyor ki, düşmanını görebiliyorsan şanslısın.
Anlıyor ki, gözünden kaçıp burnundan içine sızabilecek şeylerden,
duyularının algılayabileceği diğer tüm tehtitlerden daha fazla korkmalısın.

Günlerdir mensubu olduğum onlarca sanal gruptan bombardıman halinde gelen  senaryoları, tedbirleri, reçeteleri okuyup, imkansız-belki ve mümkün diye sınıflayıp başkalarına yolluyorum. Yazılan mesajlardan, video ve görsellerden yorgun düşen zihnim oradan oraya savrulup duruyor.
Ne maruz kalmanın ağırlığına ne de uzak kalmanın sözde kayıtsızlığına dayanabiliyorum.

Benden öncesinin tarihi milyon kere yıkımla dolu ama  bu benim gözümü açtığım Dünya
ve benim şahitliğimde ilk kez tuhaf bir eşikten geçiyor.
Fırsat buldukça birbirini ötekileyen, tehtitler savuran ve gücünü perçinlemek için her türlü oyuna başvurabilen politikacılar gelişmişlik ayırt etmeksizin halklarının yaşamını ve pek çok dünyevi şeyi kilitleyen mikroskobik bir düşmanla ortak bir savaş veriyor. Rengi, inancı, varsıllık düzeyi, enlem ve boylamı fark etmeksizin aynı kabusun teriyle uyuyup uyanıyor.

Neredeyse on gün önce, ajandalarımızın içinde gün gün, saat saat planlanmış son derece önemli toplantılarımız, etkinliklerimiz, buluşmalarımız ve yarışmalarımız arasında gidip geliyor ve daha fazlasını yetiştirebilmek için uykularımızdan kırpıyor, ne kadar hızlı olsak da bir türlü tamamlanamıyorduk.

Üç ay sonra falanca tarihte nerede olacağımız, kiminle görüşeceğimiz, o görüşmede ne giyeceğimiz kesinleşmişti. Konuşma metinlerimiz, tanıtım ve pazarlama sloganlarımız, şartnameler falan hep hazırdı. Uçak biletleri alınmış, otel rezervasyonları yapılmış, evraklar tamamlanmış,…..mış, ….mış, ….mıştı.

Sonuç?
Şahı görmeden mat olduk.

Ne oldu o sıkışık programlara?
Yapılmazsa olmaz işlere,
önemli seyahatlere,
hırsla hazırlandığımız yarışlara,
koşar adım yetiştiğimiz toplantılara ne oldu?

Şu oldu;
gezegen bizi konforlu (!) duvarlarımıza hapsetti, kendini temizliyor.

Şimdi,
okullar sessiz, mağazalar ışıksız, ibadethaneler duasız, sahiller ıssız…
Hayalet kasabalar olur ya filmlerde, öyle işte.
Evlerin ışıkları yanıyor sadece.
Odadan odaya seyahat ediyor işkolikler.
Ne yapacağını bilmiyor dışı kalabalık ama içi kimsesizler.
Dört dönüyor uykularında borsada kaybedenler, işverenler, işten azledilenler.

Ben?
İzliyorum.
Kendi derslerimi çıkarıyorum gizli saklı.
Daha başındayız
lakin
dönüşeceğim, biliyorum.

Kıymetli şey
son bulacağın anı bilmeksizin yaşamak.
Kapıdan çıkabilmek,
yağmura, rüzgara değip,
ağaç altı bir banka gönlü ferah yaslanabilmek.

Ederi yok dediğimiz nice yağmurlu güzün, güneşli yazın,
“of ıslandık”, “ ah çok yandık” zamanların,
en gösterişsiz, en öylesine anların dilencisiyiz şimdi.

Giderek sertleşen kısıtlamalar yakın zamanda sokağa çıkma yasağını da mümkün gösteriyor.
Her daim kendini merkeze alan ,
kendi ekseninde dönen ve tutunduğu evrenden bağımsız yaşadığını düşünenler sayesinde
giderek genişleyen bir tehlike ile
önümüzdeki en kötü örneğe doğru yaklaşmakta olduğumuzu düşünüp zayıflıyorum.

Şu dünyada her şeye ve herkese rağmen yaşayan
ve iki ayakları üstünde dururken
yaratılmış en zeki canlı taklidi yapanlar yüzünden bakalım kaç insanlık bedel ödeyeceğiz?

Bu, meşhur virüsümüz başrolü ele geçirdiğinden beri okuduğunuz 1534. yazı olabilir.
Size ulaştırmanın ötesinde bir amacım var yazarken.
Günlerdir zihnimde tekerleme gibi dönüp duran, dışarı çıkmak için bileğimi dürten sayıklamalar bunlar.

Kendimi eve kapatmak, sosyal medya paylaşımlarını takip etmek, filmler izlemek, kitaplar okumak ve geçmeyen sinüzitim için ilaçlar almak dışında yapabileceğim tek şey bu;
yazmak…
Bu şekilde kendi dünya tarihime, kendi cümlelerimle not düşmek…

Görünen o ki yeni başlıyoruz.
Azı gitti, çoğu kaldı denilecek türden bir temassızlık var önümüzde.
Tünelin ucundaki ışık için daha kaç gün, kaç hafta bekleriz bilinmiyor.
Biz artık dışarı çıkabilir olduğumuzda, bizi nasıl bir hayat bekler, biz nasıl oluruz meçhul.

Kim bilir, belki bir kahraman çıkar ve kurtarır hepimizi.
Ölenler ölmüş, kalan sağlar yeni bir düzende ve birbirini gözeterek yaşayacak olur.
Kalp ritmimizi coşturan o heyecanlı kurtuluş filmlerinde olduğu gibi
kapılardan dökülüp kucaklarız birbirimizi,
kim bilir?

Derya CESUR
Mart 2020
Samsun