Biz az önce açık kapıdan aceleyle girince, muhtemelen öylesine bir tesadüfle dokununca eline elim, dalına ıslık değmiş serçenin beyhude telaşına kapıldı içim.
Sen az önce öylesine, belki yalnızca ikimiz varız diye nazikçe bakıp gülümsedin. Tam da o sıra korsan bir gemi yandı ortasında büyük buz denizinin. Bir rüzgar esti, bir yaprak uçtu, eyersiz bir at dörtnala koşup dağıttı tozunu Tebai’nin.
Sen az önce muhtemelen oda bizi yutmasın diye konuşurken lacivert sesinle çorak kuyulara yeni sular yükseldi. Yeni dolunaylar düştü eski şadırvanlara, avlulara gümüş çocuklar birikti .
Sen az önce muhtemelen ben bir hayale akıp gittim diye öylesine bakınırken pencereden, bir kadın göç etti bildiği tüm şehirlerden.
Sonbahar hükümdarlığını ilan etmiş, ağaçlara yaprak
dökmeleri için emrini çoktan vermişti.
Bulunduğu ağaç üzerinde yer çekiminin gücüne karşı direnen fakat sonbaharın akıncıları olan ilk esecek rüzgar karşısında kendini boşluğa bırakıp, bir yolculuğa merhaba diyecek olan bir yapraktı o. Canı iyice çekilmiş, yeşil gövdesi sarıya yüz tutmuştu. Onu doğuran, besleyen ve büyüten ulu ağaç artık onu aç bırakır olmuştu.
Güneşin dağlar ardından usulca kaybolmasını fırsat bilen
karanlık, gözlere perde indiriyor, gece avcılarına zamanın geldiğini
bildiriyordu; sahne sizin. Kurt ve çakal ulumalarına, baykuşların keskin
çığlıkları eşlik ediyordu.
Yolculuğa çıkmaya hazır olan yaprak, darağacında gözlerini kapatmış ve altındaki tabureye tekmenin vurulmasını bekleyen idam mahkumu gibi beklemekteydi. Çok uzun sürmedi bu bekleyiş; şiddetli bir uğultunun ardından hissetti yüzünde rüzgarın hiddetini, tabureye vurdu tüm gücüyle cellat. Kırıldı mahkumun boynu, kırıldı kurumaya yüz tutmuş yaprağın sapı.
Mezarlık duvarını aşıp çok uzaklara savruldu yaprak. Sonbaharın akıncıları rüzgar, karanlığın egemenliğinde sabaha kadar savurdu yaprağı. Bazen bir ağaç dalına takıldı, bazen bir kaya oyuğuna sıkıştı. Her seferinde kurtulup, gönüllü olarak bıraktı kendini rüzgarın rotasına.
Bu bir yolculuktu aslında… Bilinenlerden çok farklı, insan
algısının yetersiz kalacağı kadar mistik ve paranormal bir yolculuk!
Evren yasaları o gece de değişmedi. Karanlık, sırasını aydınlığa teslim etti. Gece avcıları yuvalarına çekildi. Rüzgar hiddetini azaltıp, küçük bir delikten geçebilecek kadar küçülüp usulca kayboldu.
Yaprak ise sabah ezanıyla birlikte, bir bir ışıkları yanmaya ve bacaları tütmeye başlayan küçük bir köy meydanında buldu kendini. Kendi gibi birçok yaprak, meydanı kaplamış durumdaydı. Öylece beklemeye başladı… Gün iyice aydınlanmış, güneş tüm sıcaklığıyla yüzünü göstermişti.
Az sonra ayaklarında lastik ayakkabısı, üzerinde basmadan şalvarı ve çiçek desenli penye gömleği, elinde çalıdan yapılmış süpürgesi ve gözlerinde en tazesinden sabah mahmurluğuyla pembe yüzlü, tombul bir kadın belirdi.
Kısa süre sonra, çalı süpürgesinin önüne kattığı yığınlar
arasında kendini bir çuval içerisinde ve çöp tenekesinde buldu yaprak. Saatler
sonra homurdanarak yaklaşan bir kamyon sesi duydu. Dakikalar sonra ise
homurdanarak uzaklaşan o kamyonun içindeydi artık.
Bu bir yolculuktu aslında… Rotası önceden belirlenmiş,
yeryüzünün şahit olduğu büyük bir sevdanın hikmeti hürmetine çizilmiş bir rota.
Haftalar geçmişti. Kara dumanları göğü kaplayan bir ateş
yanmaktaydı şehir çöplüğünde. İşte o ateş içerisinde yeni bir yolculuğa
hazırlanıyordu yaprak. Bu kez yaprak
olarak değil karbon olarak devam edecekti yolculuğuna. Ne önemi vardı ki ne
olduğunun, aslolan vuslatta son bulacak yolculuğun daimiliğiydi. Maddesel bir
varlığın ev sahipliğinde taşınan enerjiydi aslolan. Ha bir yaprakta, ha bir
toprakta!
Göğe yükselen karbon, hava akımlarının etkisiyle, çizilmiş rotasında yolculuğuna devam etti. Günler sonra bir kara bulutun içinde yuvalandı. Gittikçe ağırlaşan kara bulutlar, birazdan ortalığı birbirine katacak bir çete misali bir araya gelmeye başladı. Naralar atıyorlar, güneşin daha veda vakti gelmemişken, yeryüzüne sardığı kollarını artık çekmesini istercesine kendi karaltılarını hakim kılmaya çalışıyorlardı. Bu iktidar mücadelesi; evren yasalarına karşı gelmeyip, şimdilik veda eden güneşin gözden kaybolmasına dek sürdü. Kara bulutların karaltıları, karanlığın koyuluğuna karışmıştı.
Önce hiddetli bir rüzgar sahne aldı karanlığın gösteriye
başlamış tiyatrosunda. Ardından yeri ve göğü aydınlatan damar damar yıldırımlar
eşlik etti bu gösteriye. Ve başrol oyuncusu, sonbaharın assolisti yağmur
selamladı yeryüzünü… Huzur ve hüznün en çok yakıştığı ses inletmeye başladığı
ortalığı; yağmur sesi. Damlalar bir bir nüfuz etmeye başladı dokunduğu toprağa,
yaprağa, suya…
Bir damla içerisinde bir karbon indi yeryüzüne… Kavuştu toprağa! Suyun süzülerek ilerlediği yer altına doğru o da süzülmeye başladı. Ağır ağır… Usul usul…
Kısa bir süre önce yüzlerce metre yukarıda göklerde salınan karbon, artık yerin yaklaşık dört beş metre altındaydı. Burası bir mezarlıktı. Ve bulunduğu yer bir mezardı. Aradığı şey ise çürümüş bir insan bedeninin karbona dönen kalıntılarıydı. Buldu aradığını… Karıştı iki farklı karbon parçası birbirine. Bıraktılar kendilerini mezar içerisinde birikmekte olan su birikintisine…
Ne önemi vardı ki ne olduklarının, aslolan vuslattı. Maddesel bir varlığın ev sahipliğinde taşınan enerjiydi aslolan. Ha bir yaprakta, ha bir toprakta, ha bir yağmurda, ha bir karbonda!
Bir zamanlar bir başka mezarlık içerisinde, bir başka
mezar başında dikili olan ağaçtan başlamıştı bu yolculuk. O ağacın gölgesinde
yatan kişinin mezar taşında yazan isim şöyleydi: Hikmet Şen
Ve yolculuğun son bulduğu mezarda yatan kişinin mezar
taşında yazan isim ise şöyleydi: Hikmet Şen eşi Zuhal Şen