ODA

Biz
az önce
açık kapıdan aceleyle girince,
muhtemelen
öylesine bir tesadüfle
dokununca eline elim,
dalına ıslık değmiş serçenin
beyhude telaşına kapıldı içim.

Sen
az önce
öylesine,
belki yalnızca ikimiz varız diye
nazikçe bakıp gülümsedin.
Tam da o sıra
korsan bir  gemi yandı ortasında
büyük buz denizinin.
Bir rüzgar esti,
bir yaprak uçtu,
eyersiz bir at dörtnala koşup
dağıttı tozunu Tebai’nin.

Sen
az önce
muhtemelen
oda bizi yutmasın diye
konuşurken lacivert sesinle
çorak kuyulara yeni sular yükseldi.
Yeni dolunaylar düştü eski şadırvanlara,
avlulara
gümüş çocuklar birikti .

Sen
az önce
muhtemelen
ben bir hayale akıp gittim diye
öylesine bakınırken pencereden,
bir kadın göç etti
bildiği tüm şehirlerden.

DC
Resim: Gülay NALCI

Düşüş

Her şey düşüyor aslında

su damlaları ve yapraklar

Ve onlarla birlikte

düşüyor mevsim

Her şey

yere doğru akıyor

cisimler ve hayatlar…

Gün düşüyor

zaman beni ayaklarımdan vuruyor

Yer çekimi

canımı en çok

akşamları yakıyor

Derya CESUR

Yolculuk… Tüm bildiklerini unut!

Sonbahar hükümdarlığını ilan etmiş, ağaçlara yaprak dökmeleri için emrini çoktan vermişti.

Bulunduğu ağaç üzerinde yer çekiminin gücüne karşı direnen fakat sonbaharın akıncıları olan ilk esecek rüzgar karşısında kendini boşluğa bırakıp, bir yolculuğa merhaba diyecek olan bir yapraktı o. Canı iyice çekilmiş, yeşil gövdesi sarıya yüz tutmuştu. Onu doğuran, besleyen ve büyüten ulu ağaç artık onu aç bırakır olmuştu.

Güneşin dağlar ardından usulca kaybolmasını fırsat bilen karanlık, gözlere perde indiriyor, gece avcılarına zamanın geldiğini bildiriyordu; sahne sizin. Kurt ve çakal ulumalarına, baykuşların keskin çığlıkları eşlik ediyordu.

Yolculuğa çıkmaya hazır olan yaprak, darağacında gözlerini kapatmış ve altındaki tabureye tekmenin vurulmasını bekleyen idam mahkumu gibi beklemekteydi. Çok uzun sürmedi bu bekleyiş; şiddetli bir uğultunun ardından hissetti yüzünde rüzgarın hiddetini, tabureye vurdu tüm gücüyle cellat. Kırıldı mahkumun boynu, kırıldı kurumaya yüz tutmuş yaprağın sapı.

Mezarlık duvarını aşıp çok uzaklara savruldu yaprak. Sonbaharın akıncıları rüzgar, karanlığın egemenliğinde sabaha kadar savurdu yaprağı. Bazen bir ağaç dalına takıldı, bazen bir kaya oyuğuna sıkıştı. Her seferinde kurtulup, gönüllü olarak bıraktı kendini rüzgarın rotasına.

Bu bir yolculuktu aslında… Bilinenlerden çok farklı, insan algısının yetersiz kalacağı kadar mistik ve paranormal bir yolculuk!

Evren yasaları o gece de değişmedi. Karanlık, sırasını aydınlığa teslim etti. Gece avcıları yuvalarına çekildi. Rüzgar hiddetini azaltıp, küçük bir delikten geçebilecek kadar küçülüp usulca kayboldu.

Yaprak ise sabah ezanıyla birlikte, bir bir ışıkları yanmaya ve bacaları tütmeye başlayan küçük bir köy meydanında buldu kendini. Kendi gibi birçok yaprak, meydanı kaplamış durumdaydı. Öylece beklemeye başladı… Gün iyice aydınlanmış, güneş tüm sıcaklığıyla yüzünü göstermişti.

Az sonra ayaklarında lastik ayakkabısı, üzerinde basmadan şalvarı ve çiçek desenli penye gömleği, elinde çalıdan yapılmış süpürgesi ve gözlerinde en tazesinden sabah mahmurluğuyla pembe yüzlü, tombul bir kadın belirdi.

Kısa süre sonra, çalı süpürgesinin önüne kattığı yığınlar arasında kendini bir çuval içerisinde ve çöp tenekesinde buldu yaprak. Saatler sonra homurdanarak yaklaşan bir kamyon sesi duydu. Dakikalar sonra ise homurdanarak uzaklaşan o kamyonun içindeydi artık.

Bu bir yolculuktu aslında… Rotası önceden belirlenmiş, yeryüzünün şahit olduğu büyük bir sevdanın hikmeti hürmetine çizilmiş bir rota.

Haftalar geçmişti. Kara dumanları göğü kaplayan bir ateş yanmaktaydı şehir çöplüğünde. İşte o ateş içerisinde yeni bir yolculuğa hazırlanıyordu yaprak.  Bu kez yaprak olarak değil karbon olarak devam edecekti yolculuğuna. Ne önemi vardı ki ne olduğunun, aslolan vuslatta son bulacak yolculuğun daimiliğiydi. Maddesel bir varlığın ev sahipliğinde taşınan enerjiydi aslolan. Ha bir yaprakta, ha bir toprakta!

Göğe yükselen karbon, hava akımlarının etkisiyle, çizilmiş rotasında yolculuğuna devam etti. Günler sonra bir kara bulutun içinde yuvalandı. Gittikçe ağırlaşan kara bulutlar, birazdan ortalığı birbirine katacak bir çete misali bir araya gelmeye başladı. Naralar atıyorlar, güneşin daha veda vakti gelmemişken, yeryüzüne sardığı kollarını artık çekmesini istercesine kendi karaltılarını hakim kılmaya çalışıyorlardı. Bu iktidar mücadelesi; evren yasalarına karşı gelmeyip, şimdilik veda eden güneşin gözden kaybolmasına dek sürdü. Kara bulutların karaltıları, karanlığın koyuluğuna karışmıştı.

Önce hiddetli bir rüzgar sahne aldı karanlığın gösteriye başlamış tiyatrosunda. Ardından yeri ve göğü aydınlatan damar damar yıldırımlar eşlik etti bu gösteriye. Ve başrol oyuncusu, sonbaharın assolisti yağmur selamladı yeryüzünü… Huzur ve hüznün en çok yakıştığı ses inletmeye başladığı ortalığı; yağmur sesi. Damlalar bir bir nüfuz etmeye başladı dokunduğu toprağa, yaprağa, suya…

Bir damla içerisinde bir karbon indi yeryüzüne… Kavuştu toprağa! Suyun süzülerek ilerlediği yer altına doğru o da süzülmeye başladı. Ağır ağır… Usul usul…

Kısa bir süre önce yüzlerce metre yukarıda göklerde salınan karbon, artık yerin yaklaşık dört beş metre altındaydı. Burası bir mezarlıktı. Ve bulunduğu yer bir mezardı. Aradığı şey ise çürümüş bir insan bedeninin karbona dönen kalıntılarıydı. Buldu aradığını… Karıştı iki farklı karbon parçası birbirine. Bıraktılar kendilerini mezar içerisinde birikmekte olan su birikintisine…

Ne önemi vardı ki ne olduklarının, aslolan vuslattı. Maddesel bir varlığın ev sahipliğinde taşınan enerjiydi aslolan. Ha bir yaprakta, ha bir toprakta, ha bir yağmurda, ha bir karbonda!

Bir zamanlar bir başka mezarlık içerisinde, bir başka mezar başında dikili olan ağaçtan başlamıştı bu yolculuk. O ağacın gölgesinde yatan kişinin mezar taşında yazan isim şöyleydi: Hikmet Şen

Ve yolculuğun son bulduğu mezarda yatan kişinin mezar taşında yazan isim ise şöyleydi: Hikmet Şen eşi Zuhal Şen

Bitti…

Özkan SARI