Hepimiz Mükemmeliz!

Hadi ama! Bırak kendini olduğundan farklı gösterme çabasını.

Bak burada yalnızız. Sen de iyi biliyorsun ki hepimizin karanlık yerleri ve o karanlık yerlerde sakladığı başka bir benliği var.

Sakın itiraz etme, tamam bana itiraf etmek zorunda değilsin fakat kendini de kandıramayacağını iyi biliyorsun.

Büyük bir şehir düşün. Modern bir şehir… Geniş yolları ve ışıltılı gökdelenleriyle insanın gözünü kamaştıran, toprakları üzerinde akan nehirleri, içerisinde yetişkin ağaçları… Ağaçları kuşlara, sincaplara yuva olmuş büyük parklarıyla cezbedici bir yaşam ortamı. Şehre gelen ziyaretçilerin hayran kaldığı, alkışlar ve ıslıklarla ayrıldıkları bir şehir. İşte o şehir sensin. Hoşuna gitti değil mi? Tebessümünü görür gibiyim. (Burada şehrin kültürel ve medeni gelişmişliğinden kesinlikle bahsetmiyorum!)

Şehirler de insanlar gibidir. Kendilerini teşhir ederler. Ne kadar çok insana kapılarını açabilir ve kendini gösterebilirse o kadar değişime yakın olurlar. Sen de öylesin unutma. Modern çağın prangasını kendine takı yapmış durumdasın. Kendini teşhir etmek ve bu teşhirin sonunda alabildiğince fazla alkış almak; hiç aramadığın ya da arayıp bulduğunu sandığın varlığının nedeni sorularının cevabı sana göre. Eğer hepimizin ulaşmaya çalıştığı yer(birçoklarına göre) “mükemmel insan” olmak ise, sen bunun formülünü bulmuşsun: kendini teşhir. Tek başına “kendini teşhir” ifadesi yarım bir ifade olabilir, bu yüzden bu yarımı tamamlayalım: “mükemmel kendini teşhir.”

Biliyorum daha açık yazmam konusunda beni uyaracaksın. Ama hayır, daha açık yazamam. Eğer fırlattığım ok gelip de tam alnının ortasına saplanıp kalırsa; hedefi vuramamış olurum. Eğer sağından ya da solundan havayı yararak kulağını rahatsız eden tiz bir sesle yoluna devam ederse, işte o zaman atışım başarılı olacaktır. Unutma! Ben kimseye yaşadıklarıyla ilgili yargıda bulunacak kadar ne hadsiz, ne de yetkinim.

Nerede kalmıştık? Evet, “mükemmel kendini teşhir”

Genel kabul görmüş evrensel kuralların uygulanmaya çalışıldığı, insan denen varlığa “insan” denilmesinin gerekleri değerlerin yansıtıldığı, izleyenin görmekten haz alacağı ya da kendinde de görmek isteyeceklerinin gösterildiği (bu maddelere kendin de ekleme yapabilirsin zira benden daha iyisin bu konuda) “mükemmel kendini teşhir” oyunları.

En büyük teşhir arenası sosyal medya platformları olmasının yanı sıra statünüe göre televizyon, gazete ve farklı mecralarda olabilir. Tabi günlük yaşantımız içerisinde bulunduğumuz mekânları da es geçmeyelim.

Nelermiş bu kendini teşhir göstergeleri? Diye sorma sakın. Zaten yazı uzadıkça dikkatin dağılıyor. Bir de uzun uzun bana onları yazdırıp fazladan bir sayfa uzattırma yazıyı.

Hem ben senin bu yönünle hiç ama hiç ilgilenmiyorum. Zaten bu yüzden uzaksın bana ve zaten bu yüzden uzağım sana.

Gelelim şimdi de o şehrin görünmeyen, insanların görmesinin istenmediği, karanlık, pis kokulu, kanalizasyon ve alt yapı bağlantılarının olduğu, o modern ve koca şehrin üzerinde yükseldiği, dışarıda teşhir edilen yüzünün ve cazibesinin sürdürülebilmesi için olmazsa olmaz, tüm açıklığı ve gerçekçiliğiyle yer alan bölümlerine; yer altına.

Burada yine bir şeye açıklık getirmem gerekiyor. Şehir ve insan örneğini birebir örtüştüğü için değil, sadece, çok net olmasa da küçük fikirler edinilebilmesi açısından verdim.

Gelelim şimdi de ruhunun görünen ve ışık vuran yüzeylerinden ziyade kimseye göstermediğin karanlık bölgelerine. İkimiz de iyi biliyoruz ki o karanlıkta saklanan farklı bir sen daha var. İşte o sen; teşhir ederek gözümüze soktuğun ve beni zerre kadar etkilemeyen, yalancı, yabancı, soğuk, suni, samimiyetsiz, vb. senlerden çok daha gerçek, çok daha samimi.  

Hadi ama! Bırak kendini olduğundan farklı gösterme çabasını.

Bak burada yalnızız. Sen de iyi biliyorsun ki hepimizin karanlık yerleri ve o karanlık yerlerde sakladığı başka bir benliği var.

Biliyorum… Yayımı bırakmamla süratle ileri atılan okum hiç birinize isabet etmeyecek. Çünkü sizin karanlık mağaralarınız ve o mağaralarda sakladığınız karanlık bir benliğiniz yok. Tüm benliğiniz teşhir ettiğiniz mükemmellikten ibaret. Merak etmeyin benim de öyle.

Hadi ama!

Bırakın şimdi bu saçmalıkları…

Hepimiz mükemmeliz.

Özkan SARI

İçimi ortalığa döktüm, eski bir iskemle çıktı

Yaşadığım yer hiç cennet olmadı. Çocukken de savaş haberlerini ve öldürülen askerleri izlerdik kumandasız televizyonumuzda. Eğer bir yerlerde öldürülüyorsa insanlar, öyle başka kanala geçince magazin ya da evlilik programlarına atlayıp dünya değiştiremezdik de aslında. Ama çocuktuk işte. Kravatlı ceketli sıkıcı adamların anlattıkları olağanüstülükler bize pek olağanüstü gelmediğinden olsa gerek kendi eğlencemize bakar, varsa ödevlerimizi yapıp sokağa fırlardık ve oyun kardeşliğinde eğlenceli bile gelirdi hayat. O siyah beyaz adamlar konuşmaya başladığında odalar anlaşılmaz bir sessizliğe bürünürdü ve çocuklar ağızlarını açacak ya da mızmızlanacak olsalar kuvvetli bir “şişşştt” le uyarılırlardı. Büyüklerin neden bu kadar sıkıcı şeyler izlediğini anlamaz ve sobanın sıcaklığından nasibini alan tek odada öylece beklerdik televizyonda daha eğlenceli şeyler çıksın diye.

Gençlik başımıza duman sardığından olsa gerek yine pek görünür değildi ülkenin ahval ve şeraiti. Daha bir renklenen televizyonlarda sabırsızlıkla beklediğimiz çizgi filmlerin yerini arkası yarın latin dizileri almıştı artık. Akşam olup bütün aile üzerinde demlik tıslayan sobanın başına geçtiğimiz kış günlerinde, büyükler yine ajans saatini bekler ve içinde Demirel, Çiller, Özal falan geçen o sıkıcı haberleri izlerdi. Bolca milletvekili, meclis, başbakan, Ankara, güneydoğu, terör, şehit kelimeleri duyar , biraz sessiz kalır ve sonra günlük olaylarımıza geri dönerdik. Arada balkona çıkıp 1 dakika için ışıkları yakıp söndürerek tencere tava çalar, haklı tarafta olmanın gururuyla başı dik tutardık.

Zamanla ekranlar daha da renklendi. Neredeyse 10 kanalı birden gösterebiliyordu televizyonlarımız. Çay demleyip pazar gecesi sinemalarını heyecanla bekler, şansımıza ne çıkarsa hevesle izlerdik. Haber programları bile değişmişti artık. O sıkıcı adamlar hala olsa da daha az sıkıcı olan kadınlar da görünür olmuştu bazı kanallarda. Çok ciddi dururlar ve hiç takılmadan konuşurlardı. Ülke çeşitli siyasi ve ekonomik krizlere girip çıkardı ama bize verilen harçlık sabit kaldığından pek de anlamazdık biz kriz miriz. Bir de başımızda kavak yelleri vardı tabi. Görünce kalbimizi yerinden çıkacakmış gibi titreten ilk, ikinci ya da üçüncü aşklarımız vardı. Dünya yansa bize ne olurdu ki ?

Üniversite dediğin, çoğu yerde liseden hallice, serbest kıyafetli ve zilin çalmadığı, hoca girince ayağa kalkmadığın ve aradaki boşluklarda kantinde çene çalabildiğin az daha havalı bir yerdi. Artık biz de büyükler gibi haberleri izliyor ve az çok gündemi takip ediyorduk. Bakkal, kasap ve güvenlik görevlisi gibi biz de siyaset konuşabiliyor ve tarafımızı belli ediyorduk. O zamanlarda başını örten kızları kampüse sokmadıklarından çiş kokulu alt geçitte ya da danışmanın önünde kızlar başlarını açıyor ya da bazıları örtü yerine peruk takıyorlardı. Biz ise rahatça girip çıkıyorduk. Haberlerde görüyordum o kızları. Bazı üniversitelerin kapılarında toplanıp protesto gösterileri yapıyorlar ve güvenlik görevlileri de onları tartaklıyordu. Muhakkak ki canları yanıyordu ama daha çok ruhları yaralanıyordu böyle anlarda. O mahallede hiç yaşamadığımdan, o mahalleden arkadaşlarım olmadığından bu pek benim duyumsayacağım bir şey değildi. Kızların başındaki örtü her gün masum onlarca insanın öldüğü ve halkının büyük çoğunluğu yoksulluk sınırında yaşayan bu ülkenin en önemli sorunuydu. Şimdilerde bu durum çözümlendi. Siyasal irade bu engeli ortadan kaldırdı. Kızlar özgürce her yerdeler ve çok şükür(!)  ülke tarümar olmadı ama başörtülü bacı argümanları hala manşetleri dolduruyor,  ülkenin gündeminde zaman zaman diğer meseleleri sollayabiliyor. Ve biz kamplara ayrılıyoruz. Taraflar tutundukları sembolleri kılıç yapıp birbirlerine sallarken  dini inançlarımız, devlet ve millet sembollerimiz, geleneğimizden gelen tüm değerler yozlaşıp çürüyor.

Geçtiğimiz günlerde 35. yaşıma bastım. Bu nesil için hala genç sayılabilecek bir yaşta olsam da kendimi, her yeri gıcırdayan, her an bir bacağı kırılacakmış gibi yaylanan yıllanmış bir iskemleye benzetiyorum. Düşen omuzlarım ve fibromiyalji belasından yangın yerine dönen sırtım, gergin boyun kaslarım, menüsküs teşhisi konan dizlerimle 84 yaşındaki anneannemden halliceyim ve 1.5 yaşındaki enerji bombası bir çocuğun insafına muhtacım. Ruhum desen… O uzun zamandır vücudumdan daha ağrılı bir halde. Dünyada neler oluyor diye bakınayım dediğin gazete haberlerinde , ailesiyle kaçarken  bir sebepten boğulup sahile vurmuş bir çocuk cesedini ve onun hemen yanında yıllarca okuduktan sonra emeline ulaşıp doktor olmuş tazecik bir gencin terör örgütünce öldürüldüğü haberini gördüğünde içim ölüyor. Güneşte fazla kalıp suyunu kaybederek yavaşça ölen çiçek gibi…

Evet mutlu değilim. Evet agrasifim. Evet tolerayonum yok. Evet burası bir bataklı çünkü. Evet seratonin hormonum büyük olasılıkla dibe vurdu . Evet kızgınım; haberler hiç iyi değil çünkü. Evet Polyanna’dan nefret ediyorum. Kendi küçük hayatımda mutlu olamıyorum evet. Evet yüzüm gülmüyor; siyah beyaz giyen adamlar yalan söylüyor çünkü. Yalan söyleyenler değil, masumlar ölüyor ve acı çekiyor çünkü. Evet depresyona meyilliyim; çünkü bu bataklık beni içine çekiyor.

Bencil büyümeli insan bu coğrafyada. Öyle “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” gibi beylik lafları öğrenmemeli. Her koyun kendi bacağından gibi dünyevi gerçekliğe uygun şeyleri ilke edinmeli. Okullarımızdan yüz bin tane zayıfla yığınlar halinde mezun edip hayata saldığımız şu güzide(!) çocuklar gibi mesela. Ne kadar da şenler ve umarsızlar kendileri dışındaki şeylere. Aslında hiçbir şey onların dışında değil. Onlar her şeyin içindeler aslında ama neyin kafasıysa artık geniş genişler, pür cahiller ama akıllı telefonları var ne gam! Biz “yok artık !”derken onlar “oha! Çüş artık!” deyip mutlu mesut  hayatlarını yaşıyorlar. Diyeceğim o ki serseri ol hayatı salla gitsin!

Yukarıdakileri gerçekten ben mi yazdım?

Vallahi yazdım.

Okudum, sorguladım, farkına vardım ve geldiğim şu noktaya bakarsak hem zahmet çekmiş hem de hüsrana varmışım.

Başarının tanımı insanına göre değişir. Benimki kısa ve anlaşılır: başarmak, mutlu olmaktır. Mutluysan başarmışsındır. Çıktığın kariyer basamakları, biriktirdiğin bilgi, görgü ve oluşturduğun kişi ancak mutlu biriysen değerlidir. Değilsen, cahilin gülen ağzına gıpta edersin.

Tabi biz şükürperest bir milletizdir. Canımıza ot tıkasalar “çok şükür daha beterleri var “ der kapatırız meseleyi. Haneye düşmeyen ateş çok dokunmaz böğrümüze çünkü aşılıyızdır derdine memleketin. Üstümüze düşerse de yıldırım “vatan sağ olsun” a dayarız acımızı. Cenazelere idmanlıdır bizim yüreklerimiz. Başka dünyaların insanlarıymış gibi hissizce izleriz. Fonda anneler feryat ederken komşuyla akşam çayı bile içebiliriz. Öyleyiz. Çünkü yaşamak gerek. Bitmeyen bir kabusun içine hapsolduysak  istemeden, alışmak gerek .

Alıştık biz. Kabusa öyle alıştık ki olaysız ve ölümsüz, yalansız ve dolansız 1 günümüz geçse ayarlarımız bozulur. Olmaz zaten. Bu bataklıkta ölen de öldüren de, öldürmeye sebep de bitmez. Kan ve ağıttan beslenir bu topraklar; yüzyıllardır değişmeyen kötü kader.

Çok uzattım lafı. Anladığım şey dünden bugüne değişen tek şeyin yaşım ve rollerim olduğu gerçeği. Artık o haberleri izleyen büyük(!) benim ve önünde mızmızlanan da benim çocuğum. Ülke, aktörleri değişen ve onun da büyüyüp yetişkin olacağı aynı rezil ülke. Coğrafya bir milletin ya talihini belirleyen şeymiş. Talihime…………….!!!!!!!!

Derya CESUR