Eşik

Bildikçe, şahit oldukça, yaşadıkça daha da büyüyor dudaklarındaki gülümseme. Görmediğin orada olduğunu bile bilmediğin bir eşik var. Atlayıvermişsin haberin yok.

Acı da bir yere kadar, keder de…

Yapmaz dediğin yapmış, kıvırma payın kalmamış, kendi kendini kandır yine diyeceğim, imkânı yok. Göz görmüş, gönül ne yapsın?

Dünyanın en yalnız insanı senmişsin gibi hissetme hakkın var
Kullanacaksın tabi.

Küseceksin, sadece ona değil, herkese.

Alıp başımı gideyim buralardan diyeceksin, dilini bilmediğin sıcak iklimlerde, tadını bilmediğin içkiler içeceksin gün batımlarında. Sizin oralarda olmayan yaprağı bol bir ağaca dökeceksin içini, dalgaların sesini dinlerken uyuya kalacaksın.

Gözlerini açtığında hala gece olacak.

Yıldızlı karanlık örtmüş üzerini, yorgan olmuş, saklamış.

Ağlayacaksın yine!

Aman ben de ne sulu göz oldum diye gülmeye başlayacaksın. Koluna sileceksin burnunu, ayak parmaklarına takılmışken gözlerin, geçmiş güzel bir gün gelecek aklına.

Tekrar ağla bence de!

O ferahlama anına, geçmişten şimdiki zaman dönüşe ve değmezmiş diye başlayan tüm cümlelere ‘eşik’ diyelim mi?

Anladığını zannederek gideceksin odana. Geldi, geçti, bitti işte!

Yüzünü yıkarken aynaya dil çıkaracak, yanaklarını şişireceksin, parmaklarını gezdireceksin saçlarının arasında, seyreldiler mi ne?

Perdeleri açıp, karanlıkta yatağına oturacaksın bir süre.

Öyle içindeki boşluğa bakarken uzaklaşacaksın, kendinden, herkesten, her şeyden. Kıymet verdiğin, gözünde büyüttüğün ne varsa küçülecek küçülecek…

Sen de kaybolmak üzereyken gök gürültüsü yırtacak geceyi, arkasından yağmur.

Korkardın, yastığını alıp annenle babanın arasına yatardın ya eskiden.

Yıllar değil acılar büyütüyor insanları…
Ben olsam çıplak ayaklarımla çıkardım odadan, kollarımı gökyüzüne açar, arınana kadar ıslanırdım, şimdi düşündüm de ne keyif.

Hem böyle yağmur yağmaz sizin oralarda.
Sıcak suyla duş alıyorsun say.
Olduğun gibi denize girsen iyi. Kaçırma bence az sonra dinecek yağmur.
Bir koşudur tutturuyorsun, an şu an.
Nefes nefese ıslak harlı bir sarılış, karanlık, yağmur, sen.

Yıllar sonra anlatacaksın bu geceyi, odamda otururken birden yağmur başlayınca denize koştum, suya girdim ve temizlendim diyeceksin.

Ne gök gürültüsü gelecek aklına ne içindeki boşluk.
Aslına bakarsan her şey gibi acılar da yaşanırken güzel.
Hissederken…

Bir formülün içinde insan varsa eşittir değişken oluyor.
O yüzden aynı kitabı farklı yaşlarda okuyunca ayrı tatlar alıyoruz.
Yirmili yaşlarda güldüğümüze, kırklı yaşlar da ağlayabiliyoruz.
Senin de tutarsızlığın normal yani.
Beklememek, ummamak ve kabullenmek de bir ‘eşik’.
İnsan değil mi yapar?
İnsan değil mi normal!

Mesele yalnız olduğunu bilmekte. Güvenmiyorsun o zaman…İçinde insan olan hiçbir formüle sırtını yaslama zaten.

Sizin oralarda olmayan yaprağı bol bir ağaca içini dökmekten yorulunca bir karar vermek zorunda kalacaksın.

Acı da bir yere kadar, keder de…

Adı ‘dönmek’ olan, adı ‘başlamak’ olan iki yol çıkacak karşına.

Dönsen başlamak isteyeceksin
Başlasan dönmek.

Zaman geçince yolların bir önemi kalmayınca gülüyor insan.

Görmediğin orada olduğunu bile bilmediğin bir eşik var.

Atlayıvermişsin haberin yok.

1 Şubat 2020-Çorlu / Ali GÜLCÜ

Requem

Seni uğurlamaya geldim Aphareka.
Doldukça taşıp,
taştıkça dolan sinemi döküp önüne
kendimi seninle yaşatmaya geldim.

Senden ve benden çok önce bir zamana gönderdim adını.
Orada kal
ve armut deyinceye kadar çıkma dışarı.
Takvimlere yaklaşıp da kandırma haftaları, ayları.

Kal
ve benim denizlerime koş,
göğsüme sığdıramadığım gökle tanış,
benden bir kuş uçur ufuklarına.

Balıkçı teknesine uzaktan salladığım elim ol.
Arkandan uğul uğul akan şehri duyan kulağım ol.
Günebakanlar gibi güneşe yükselen yüzüm,
yağmurlu patikalarda adımlayan ayağım,
baharlı hayallere düşürdüğüm aklım ol.

Gözüm ol Aphareka;
duvarlar arasında gezinip,
duvarlar ötesini
sıladan sayan gözüm…

Pazar gürültülerine karış bir öğle vakti,
seçmece bağırtılar gönder bana.
Misket elmalardan  koy ceplerine.
Göğsünde biraz parlatıp, kaygısızca ısırdığında
kulağına dolan o lezzetli sesi gönder.

Gidip bir çay bahçesine,
üstüne kuş pislemiş masalardan birine otur.
Sana gölge, kuşa yuva bir ağaç var baş üstünde.
Bak o ağaca uzun uzun, minnetle.

Buralar çok ıssız Aphareka
Buralar
hiç görülmedik bir kabusta hapis.
Gelme !
Bana eskilerden
nihavend şarkılar söyle.

Bu gezegen hiç böyle oldu mu Aphareka?
Aynı requem, aynı aynı gecede
yüzlerce farklı dilde nefes buldu mu?

Ben bilmiyorum,
sen de öyle.
Lakin bu yaşlı kaya biliyor her şeyi.
Belki milyonuncu kez sarsıyor şuurumuzu,
kırılganlığımızı hoyratça yüzümüze çarpıyor.

Duyuyor musun Aphareka?
Hüznünden mi susuyorsun?
Bakma benim ekşi dilime.
Oturup da kalma bir konak üstünde.
Yürü, koş soluğun yettiğince.
Rüzgarı anlat, ormanı anlat,
konuşan, gülüşen, diz dize söyleşen insanları anlat bana.

Uyandığım her sabah için
çiçekli umutlar asmalıyım
mandalımın ucuna.
Sen şimdi
mavili yeşilli, cıvıltılı masallar bırak avucuma.

Kal Aphareka,
düşme bugünün yollarına.
Bu siyah şarkı susana dek
bekle
o berceste zamanda.

Derya CESUR
Karantinada 17.Gün

Müzik: Weltschmerz -Daniel Paterok

Deniz Feneri

Soğuk, öğle vakti. Kafeteryanın dışarıya atılmış masalarından birine oturuyorum. Hemen önümde Nazım Hikmet heykeli. Sırtı bana, yüzü denize dönük, iki kurşun yarası var göğsünde.
Fırtına kopmak üzere, gökyüzü gri fakat garip de bir aydınlık var. Bugünler de her şey garip zaten!
Bir yağmur damlası düşüyor tam çay bardağının içine. İrice bir damla, bardaktaki çay tabağın içine dökülüyor.
Çok geçmeden ince ince başlıyor başlıyor mübarek.
Dalgakıran ıslanıyor.
Çok uzağım ama biliyorum ıslandığını. Küpeşte ıslanıyor, fener, Mıstık’ın teknesi, balıkçılar kahvesi… Ne zamandır gitmiyorum, gürül gürül yanan bir sobası vardı eskiden. Doğalgaz geldi diye kaldırdılar mı sobayı acaba?
Nazım Hikmet’in heykeli de ıslanıyor.
Cahit Amca günlük gazetelerin hepsini bitirmiştir bu saatte.
Gözleri denizde, düşünüyordur.
Mıstık teknededir.
O da düşünüyordur.
Çanakkale’de berber Recep?
O geçmiş, bir balık hikayesi anlatıyordur müşterisine.
“Kalabalık yerde olta atmam ben” diyordur.
Fener?
Bana sorarsanız, o adını bilmediğim adam kendini fenere astığından beri suçlu hissediyordur kendini!
Nasıl demişti Mıstık?
“Ağabey beş dakika daha erken dönsek kurtaracaktık adamı?”
Neyi kurtarıyorsun, kimi kurtarıyorsun arkadaşım, diyememiştim.
Olacaksa olacak, yaşanacaksa yaşanacak!
Mıstık’ın kurtarmak için gittiği de olmuştu. Doktor Mehmet’in orada bir yaz günü, sabah, kahvaltı sonrası günün ilk çayını yudumluyorum. Biri bağırıyor denizde “imdat boğuluyorum!” suya girsem çok uzak, göz göre göre…
Mıstık’ı aradım denizdeymiş. Dalgakıranın açığında biri boğuluyor dedim.
İki dakika sonra yetişti.
Delikanlının biri numara yapıyormuş!
Aradım diye ben utandım.
Hayatın hengamesinden sebep envaitürlü maskeyle el sıkışıyor, yemek yiyor gülüp eğleniyor, kadeh tokuşturuyoruz.
‘Oynayanı biliriz’ demeye çalışıyorum.
Kanat kırmaya kalksan etrafta kuş kalmayacak…
Karşındaki kendini senden daha akıllı hissettiği sürece dokunulmaz,
nazik olduğun sürece görünmezsin.
Üzerine bir de haklı olduğun halde alttan alabiliyorsan, unutabiliyorsan sana yapılanı, yaranı göstermiyorsan, deniz feneri oluyorsun işte o zaman. Taa ki biri gelip korkuluklarına kendini asana kadar!

Mıstık: Börçin Mustafa Bozoğlu
Cahit Amca: Cahit Yüceland

8 Aralık 2019
Çorlu
Ali Gülcü

Gören Olmaz

Una Luna – Il Vicolo

Arsız bir rüzgâr eser,
kitabın sayfaları açılır,
kurumuş bir gül düşer yere, gören olmaz.

Siyah paltolu yaşlı bir adam bastonuna dayanarak yalnız yürüyordur karlı yolda, gökyüzü gridir, alıcı kuşlar adamın başında dönüyordur.
Saçlarını topuz yapmış, beyaz elbiseli bir kadın geçmişi çiğniyordur çıplak ayaklarıyla.
Meczubun biri keman çalıyordur uzakta, aşığın biri kadının çiğnediği geçmişe kaldırıyordur son kadehini, burnunu koluna siliyor, ağlıyordur.

Biri İstanbul’u duymaya çalışıyordur, şiirdeki gibi ve hatta gözleri inadına açık!
Sarı yapraklardan adamlar savruluyordur rüzgârda, biri gelip süpürüyordur iş icabı!

Yağmur yağıyordur şehre, kaldırımlar ıslanıyor, üstü ıslak küçük bir çocuk titriyordur köşede.
Umutları koltuğunun altında bir adam, gökkuşağının altından geçmeye çalışıyordur kimse görmeden.

Biri veda ediyordur sevdiğine, öteki kavuşuyordur ayrılanlardan haberi olmadan.
Kovadaki istavrit hayatın anlamını sorguluyordur son nefesini vermeden önce.
Martı gülüyor, çocuk üzülüyordur denize düşen simide.

Arsız bir rüzgâr eser,
kitabın sayfaları açılır,
kurumuş bir gül düşer yere,
gören olmaz.

Aynı Şarkıdan.
5 KASIM 2010
ÇORLU
Ali Gülcü

İki Gökyüzü Arası

Listen Before I Go – Fatima Fuentes
Derya CESUR

Ben muhtemelen kızgınım.

Muhtemelen; çünkü neden bulutlandığımı bilmiyorum.

Gökyüzü karardı birden, kümülüsler bastı. Ondan mı?

Aslında kitapçıya girinceye kadar fena sayılmazdım. Üst kata çıkıp turkuaz kapaklı bir kitap aradım, aradığımı bulamadım, belki ondan.

Sonra boynumu sağ tarafa büke büke raflarda gezinirken bunun pek konforlu olmadığından hayıflandım. Bir de sıcaktı sanki, bir ihtimal ondan bunaldım.

Bol bol arka kapak okuyup kendimden bir duygu aradım sonra. Yola çıkılacak yarın, kolay akacak bir şeyler arıyorum. Çok büyük adamlar ve kadınlar geçiyor elimden, bırakıyorum. “Çok küçük hissettiriyorlar.”  diye  sapkın bir hissiyat yüzünden,  çok büyüklerden birini okumak istemiyorum. Bu, akıldan uzaklaşma halinden nasıl da keyif alıyorum !

Kitap mağazalarını sevmediğimi anladım. Çok kalabalık buralar. Düne, bugüne ve gelecekte bir zamana ait sayımsız düşünce var. Milyonlarca kelimenin arasındaki  milyonlarca boşluktan biri gibi hissediyorum kendimi;  sadece biri…

İki hafta sonra…

Cüzdana sıkıştırılmış bir resmi evrak fotokopisinin arka yüzüne yazmıştım yukarıdakileri. Yolun neye, nereye varacağını, ne getireceğini ve arkamda bıraktıklarıma değip değmeyeceğini mi düşünüyordum?

On binlerce sayfanın arasında bir hecelik sözüm olmadığına mı içerliyordum?

Çoğunu okumadan  öleceğime ya da tek satır okuyamamış Veysel gibi bir derya olamayacağıma mı dertleniyordum?

Bel(li)  ki hepsine!

Gittim sonra.

Yeni güne bir saat kala, cam kenarı bir koltuğa, bir sırt çantası ve üç yastıkla,  gitmeye değil yaşamaya gelmiş gibi yerleştim.

Başladığım kitaptan, izlediğim filmden vazgeçtim daha ilk dakikalarında. Kulağımda piyanonun tatlı vuruşlarıyla, özlediğim sevgiliye kavuşur gibi gömdüm başımı yastığa. Ön koltuğu yok etmek isteyen dizlerimi sağdan sola, soldan sağa çevirmeler, aşağıdan yukarıya kaldırıp indirmelerle teselli ettim.

İki mola, iki çay, kırk iki şarkı sonrasıydı, gün güneşe kavuştu.

Saniyelik  aralanmalarla ışık alıp yeniden karanlığa çekilen  gözüm, başka bir şehirle buluştu.

Sokaklar boştu, uyku çoktu.

Dört araba, dört koltuk, dört şoförden sonra daha da gidecek yol yoktu.

Sağımda deniz, solumda nasılsa hala yeşil duran tepeler derken, tekerlekler durdu.

Muhtemelen kızgındım ben.

Muhtemelen;  çünkü neden bulutlandığımı bilmiyordum.

Gökyüzü mavi, beyaz bulutlar varla yok arası.

Bel(li) ki ondan,

içimde son  – bahar havası…