Oyun

Uzun zamandır bir arkadaşımla şöyle bir oyun oynuyoruz; birbirimize bir cümle yazıp yolluyoruz ve bu cümle üzerine uzunca bir açılım yapıp tarafsız davranacağını düşündüğümüz yazar bir büyüğümüze gönderiyoruz. Tek kişilik jürimiz oylamasını yapıyor ve haftanın kazananını gerekçeleriyle bize bildiriyor.

Cümle her konuda olabilir. Herhangi bir kısıtlama yok. Tek kıstas; cümle ile ilgili açılım yaparken hayal gücümüzü kullanmak.

Bu hafta ilk cümleyi arkadaşım yolladı;

“Ben sevdiğin kadınım, bana âşık olduğunu söylediğin o ilk andaki bakışlarını anlat.”

Önce biraz garipsedim. Her zamanki cümlelerden farklıydı bu seferki. Sonrasında yaşayacaklarımızla eksik parçalar yerine oturacaktı fakat henüz değil.

İlk boş anımda oturdum bilgisayarımın karşısına, nasıl anlatılır ve tarif edilirdi ki böyle bir cümle? Ne kadar uzun olabilirdi ki bir bakışın tarifi ve ben bugüne kadar hiçbir kadına böyle bakmamışken?

Önümde açık duran Word sayfası üzerinde imleç yanıp sönüyordu fakat dakikalar geçmesine rağmen ben henüz bir harfe bile dokunmamıştım.

Kendimce zihnimde sahneler yaratıyor, karşımda duran kadının gözlerine bakıyor, hayal gücümü zorluyordum. Daha önce hiç hissetmediğim bir duyguyu yazmak, bu oyuna başladığımızdan bu yana hiç olmadığı kadar zorluyordu beni.

Konsantre olup bir yerden başlamalıydım. Tam o sırada kulağıma yaz mevsiminin misafirleri kırlangıç sesleri ilişti. Aklıma kuşlar geldi; kırlangıçlar, arı kuşları, kanaryalar ve daha birçokları. Geçmişten bugüne sayısız aşk hikâyesinin, efsanesinin kahramanıydı onlar. Neden benim kalemime de yol göstermesinler ki diye düşündüm…

Kelimeler de sürü gibi hareket ediyor bazen, ilkini özgür bırakmadan kâğıt üzerine diğerleri mıh gibi çakılıp kalıyor oldukları yere.

Ve ilk kelimeyi özgür bıraktım…

“İnsan vücudu artık en küçük yapı taşına kadar bilinmekte. İnsanlığın ürettiği teknolojik cihazlar ile görünmeyen noktalarımız bile ayrıntılarıyla incelenebiliyor. Gizlimiz saklımız yok kısacası…

Peki ya ruhumuz? Onu tam anlamıyla öğrenebildik mi? Hangi teknolojik cihaz ile görebiliyor, inceleyebiliyoruz?

Ölüm diye adlandırdığımız, ruh ve bedenin birlikteliğinin son bulacağı o ana kadar ikisi ayrılmaz bir bütün. Birazdan anlatacaklarımı sana bedenim üzerinden anlatamam. Ruhum üzerinden anlatmalıyım ki… Gizemli topraklarımda neler olup bittiğini izah edebileyim.

Çocukluğumdan beri ruhum üzerine tezahür eden düşünce; bu evrende bulunmayan, zaman, madde ve mekân algısının içinde yaşadığımız dünya ile karşılaştırılamayacak kadar farklı olduğu bir evren olmasıydı. Evrenin yöneticisinin hayal gücüm olduğu, bir parmak şıklatmamla şehirler kurduğum, bir parmak şıklatmamla dağlar yıktığım diyarlar.

Yine de bu diyarlarda olup bitenlerin, olup bitirdiklerimin, bedenimizin içinde yaşadığı dünya ve olaylardan tamamen bağımsız olduğunu söyleyemem. Dünya hayatında yaşadığın acı, korku, sevinç, mutluluk, hayal kırıklığı, pişmanlık ve benzeri duyguları, ruhunda, hayal gücünün gücü nispetinde farklı kurgular içinde yaşayabilirsin.

Şimdi beni iyi dinle…

Önceleri ruhum, ucu bucağı görünmeyen, rüzgâr esintilerinin toz kaldırdığı kurak topraklar gibiydi. Ara ara dar sokaklı mütavazı şehirler inşa eder, taş döşeli sokaklarında gezer, yaprakları kelimelerden bir şiir ağacı altında soluklanırdım. Çok uzun sürmez, ertesi gün yerlerinde yine kızıl toz zerreleri eserdi.

Bir gün geldi ki, o gün ruhumun diyarlarında rüzgâr esmez, etraf tozmaz oldu. O güne dek istikrarlı bir canlı hayatının olmadığı topraklarımda bir hareket hissediyordum. Önce yerler yeşerdi ve tüm toprak çimene büründü. Zaman ilerledikçe çimler arasında farklı böcekler ve minik kemirgenler belirdi. Yeni bir yaşam başlıyordu. Bu yaşamın dünyadaki bedenim üzerindeki izdüşümü; belki allaşan bir yanak, belki de daha hızlı atan bir kalp, belki de bir çift gözden kaçırılan bana ait bir çift gözdü!

Çok hızlı ilerledi her şey,  ruhum benim iradem dışında şekil alıyordu adeta.  Kuşlar! Ah evet kuşlar… Tüm gökyüzünü kaplamışlardı, küçüklü büyüklü rengârenk kuşlar. İspinozlar, turnalar, kırlangıçlar ve daha niceleri. Neler oluyordu, nereden gelmişlerdi, kim getirmişti?

Yaşadığımız dünyada seninle bedenlerimiz ne kadar yakınlaşır ve ne kadar uzun süre birbirlerine yakın dururlarsa, ruhumda da o denli değişiklikler meydana geliyordu. Fark ettiğim bir şey daha olmuştu, ruhumda gerçekleşen her bir olayın, bedenimde bir karşılığı vardı. Hem de her birinin.

İşte o zamanlar fark ettim o kuş yuvasını…

İçinde tek bir yumurta vardı. Yuvayı hangi kuşlar yapmıştı, şimdi neredeydiler bilmiyordum? Her gün ziyaret ettim o yuvayı. Her gün avucuma alıp ısıttım yumurtayı. Yumurtayla aramda anlam veremediğim bir bağ vardı. Sanki bana emanetti!

Biliyordum! Elbet bu yumurtanın da bedenim üzerinde bir eyleme denk gelecek bir karşılığı vardı. Bir gün yumurta çatladı ve içinden minik bir yavru çıktı.

Nasıl besleyeceğim konusunda beyin fırtınası yaparken anladım ki onu besleyecek olan benim duygularımdı. Evet, duygularımdan besleniyordu.

Kısa sürede büyüdü ve uçmaya başladı. Hiçbir kuş türüne benzemiyordu. Avcuma aldığımda kalbinin çok hızlı attığını hissediyordum. Tüm ruhumu dolaşıyor, her bir ağaca konuyor, her bir kaynaktan su içiyor ve ruhumun her bir noktasına kanat sürüyordu. Yetişkin bir kuş olana kadar bu böyle devam etti. Parmağıma konduğunda gözlerini gözlerimle buluşturuyor, uzun süre öylece bekliyordu. Biliyordum! Zaman yaklaşıyordu ve emanet süresi doluyordu.

Bir gün oldu ki her zamankinden farklı çırpıyordu kanatlarını ve her zamankinden farklı bakıyordu gözlerime… Veda edercesine…

Ve uçtu gitti!

Ruhumun ufkunda kaybolana dek izledim onu! İşte tam o an ayak parmak uçlarımdan bedenime bir şeylerin girdiğini fark ettim. Bir ağrı gibi, bir sızı gibi ama daha önce hiç şahit olmadığım. O an seninle beraberdim. Bir sahil kenarında, usul adımlarla sessizce yürüyorduk.

Parmak uçlarımda beliren o sızı; ruhumu aşıp bedenime ulaşan kuştu. Tıpkı ruhumdayken yaptığı gibi şimdide bedenimin içinde kanat çırpıyor, istisnasız her bir hücreme kanat sürüyordu. Kâh damarlarımda dolaşıyor, kâh kalbimde, kâh beynimde. Kanat sürmediği tek bir noktam kalmamıştı.

O an bir anda durduk ve seninle birbirimize döndük. Göz gözeydik. Kıpır kıpırdı içim. Sana söylemem gereken bir şey vardı. Anlatmam gerekiyordu olan biteni. Gözlerim gözlerine köprü kurmuştu, mistik bir yol açılmıştı sanki. Donup kalmıştık. Bakışların öylesine davetkârdı ki; sanki birini bekliyorlardı.

Ve o biri belirdi gözlerimde, bakışlarımda. Gelip göz kapaklarıma kondu. Dedim ya her olan bitenin bir karşılığı vardı. İşte zaman, o zamandı. Konuşmuyorduk, sadece birbirimize bakıyorduk. Göz kapaklarımdan havalanan bakışlarım, köprünün üzerinden uçup senin göz kapaklarına kondu. Son bir kez geriye dönüp bana baktı… Ve ardından gözlerinden içeri girip kaybolup gitti. Tam o sırada titreyen dudaklarımdan iki kelime döküldü:

Sana Aşığım!”

Ödevim tamamdı. Galiba bitirmiştim ve benim için çok zor olmuştu.

Yazdıklarımı hemen arkadaşıma mail attım ve ardından ben de ona vereceğim cümle ödevini düşünmeye başladım. O da yazdıktan sonra iki yazıyı da jürimize gönderecek ve sonuçları bekleyecektik.

Ama yazmadı…

Bir daha hiç yazmadı…

Bir mail yolladı bana ve bir daha hiç yazmadı:

“Biliyorum kızacaksın, biliyorum bir anlam veremeyeceksin ama ikimiz için de bunu yapmak zorundaydım. Yalnız gitmiyorum merak etme; ruhunun her bir yerine, bedeninin her bir hücresine kanat değdiren kuşunu da götürüyorum yanımda… Senden hatıra…

Seni tanımak çok güzeldi.

Hoşça kal!”

Ve bir daha hiç yazmadı…

Özkan SARI

Çıkış

Her biri küçük çatlaklardan sızarak

ince bir yol yürüyor

                                                            ve

                              yükü ağır geldiğinde kendini

aşağı bırakıyordu.

Bir dizi

K

     A      r

            Ma      

                     Ş

                                  ık             fizik yasası

saniyelik zaman aralıklarında

       ve

                   rit-

                         mik    bir   

ar-

       dı –

             şık-

                   lık-

                         la              

                               odaya ayrılığı çağırıyordu.

Birbirinin üzerine bombeli   

                                            “şıp”    lar bırakarak düşen damlalar,

                                                                           zemindeki ıslak halkayı giderek

                                                                                   g  e  n  i  ş  l  e  t  i  y  o  r  d  u. 

Çıkmak için hazırlanan kışın mızıkçı vedasıydı  bu

Ve çok geçmeden,

                 yıpranan çatıda yeni damarlar bulacaktı

                                                                                su.

Masum damlalar çoğalıp  yayılacaktı

çıtırtılı kuruluğa.

“Gitsem iyi olacak.” dedi kadın;

                                                     içinden…

Dolaptaki son parça eşyasını da alıp koydu bavula.

Bırakıp da gidilen kendisiymiş gibi

inleyerek açıldı kapı.

Atarken ayağını kadın

nereye varır bilinmez yola

Tek defa olsun

dönüp bakmadı

arkasına.

Derya CESUR

”Ne Senden Bana Rüku Ne de Benden Sana Kıyam”

Sadece ve sadece yarım sayfaya sığması istenen kısacık bir öykü yarışmasıydı genç adamın katıldığı. Bildirilenden daha uzun olan öykülerin değerlendirilmeye tabi tutulmayacağı konusunda uyarılmıştı. Neden böyle bir kısıtlama olduğunu sorduğunda ise aldığı cevap şöyle olmuştu: ”Kullanılacak kelime sayısının minimum düzeyde olması karşısında yazarın olay örgüsü ve kurgu gücünün değerlendirilmesi temeline dayanan bir yarışma bu.”

Önce katılmak istemese de içindeki sesin gece gündüz taciz etmesi üzerine kararından vazgeçip katılmaya karar verdi. ”Altı üstü yarım sayfa değil miydi zaten?” diye düşündü.

Yarışmaya katılan öykülerin çok kısa olmasından dolayı değerlendirme günü tüm öyküler, programı sunan sunucu tarafından sahnede okunacak, bu sayede tüm öyküleri jürinin yanı sıra katılımcılar da dinlemiş olacaklardı.

Öyküyü yazması çok fazla vaktini almamıştı, kısa sürede bitirip gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra yetkili kişiye elektronik posta olarak gönderdi. Geriye sadece değerlendirme gününü beklemek kalmıştı.

O gün geldiğinde sunucu toplamda otuz yedi öykünün yarışmaya katıldığını duyurdu. Değerlendirme esasları hatırlatılıp ve jüri tanıtıldıktan sonra vakit kaybetmeden öykülerin okunmasına geçildi. Dikkatle ve ilgiyle tüm salon öyküleri dinlemeye başlamıştı. Öyküler bir bir okundukça aslında ne denli zor bir yarışma olduğu ortaya çıkıyordu. Kolay olmamıştı birçokları için yarım sayfada istenilen etkiyi bırakmak. Otuz üçüncü sırada genç adamın öyküsü vardı ve sunucu bayanın dilinden dökülmeye başlamıştı kelimeleri:

”Şu an yaşadıklarınızın önceden yazıldığı, canlı bir hikâyenin içinde yer almış mıydınız hiç? Sanmıyorum. Öyleyse salonun yetersiz ışığı ve yetersiz havalandırması içerisinde uyku ile uyanıklık arasında bir yerlerde dolaşan bedenlerinizi canlandırın ve tüm dikkatinizi toplayın. Şimdi salonda bir göz gezdirin… Birinin ayakta durduğunu göreceksiniz, işte o benim. Yani şu an dinlemekte olduğunuz öykünün sahibi. Öykünün bitimine kadar salonda aranızda gezinecek ve bitmesiyle beraber salonu terk edeceğim. Neden? Anlatayım. Ben amatör bir yazarım ama içinizden birine profesyonel aşk mektupları yazdım, öyle üç beş tane sanmayın, tam kırk iki tane! Her birine başlarken hep aynı heyecan ve hep aynı ümitle başladım. Ama sevmek yetmiyormuş, onu anladım. Senin sevgin karşılık bulamıyorsa, karşılık beklediğin kişiye eziyet oluyormuş. Zorla güzellik olmuyor anlayacağınız. Bu bir veda aslında… Sessizce çekip gitmek istemedim. Son mektubumu sizin huzurunuzda takdim etmek istedim kendisine. O kendini biliyor… Oturduğu koltuğun altında ona yazdığım kırk üçüncü mektup var, alabilir. Format gereği daha uzun yazamıyorum maalesef, zaten uzunca yazacak bir şey de kalmadı. Bu yazım, öykü olarak kabul edilir mi, değerlendirmeye alınır mı bilmiyorum. Kazanan kim olur onu da bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var o da kaybedenin ben olduğum. Saygıyla…”

Sunucu Bayan ”Saygıyla…” kelimesini okuduğunda genç adam salonun çıkış kapısı önünde eğilir vaziyette salonu selamlamaktaydı. Tüm salon yönünü O’na dönmüş avuçları patlarcasına alkışlamaktaydı. Alkışlar arasında geriye dönüp, salonu terk etti genç adam.

Ardından herkes O kişinin kim olduğunun merakıyla etrafına bakınmaya başladı. Birinden bir belirti bekliyorlardı fakat göremediler. Göremezlerdi çünkü herkes genç adamı alkışladığı sırada O gizlice alıp cebine koymuştu kırk üçüncü mektubu.

Tüm öyküler okunmuş, sıra değerlendirme sonuçlarına göre dereceye girenlerin açıklanmasına gelmişti. Jüri başkanı Sibel Hanım dereceye girenlerin isimlerini açıklayıp sahneye davet etti. Kazananların ödüllerinin takdiminin ardından program sona erdi. Genç adamın öyküsü dereceye girememişti fakat o güne dair birçok kişinin hafızasında O’nun öyküsünün kalacağı aşikârdı.

Jüri başkanı Sibel Hanım, programın sona ermesinin ardından kampüs içindeki odasına geçti. Cebinde sakladığı zarfı çıkardı ve açmaya başladı. Zarfı açmaya çalışırken bir taraftan da kendince söyleniyordu: ”Ah deli çocuk! Anlamadın beni… Anlayamadın! Yapamazdım.” Bu sözler kendisinden tam on sekiz yaş küçük olan genç adamaydı. Diğer kırk iki mektubun aksine son mektup bir sayfadan ibaretti. O bir sayfada da sadece şu satırlar vardı:

”Ne senden bana rükû,

Ne de benden sana kıyam.

Bundan sonra;

Selamün aleyküm,

Ve aleyküm selam.”(*)

(*) Fuzuli

***

Özkan SARI