Üçüncü dünya harbi bu. Gövdeler ayakta, ruhlar aman dileniyor süngüler ucunda.
Cennete heves edip cinnete konuyor us. Ölümden önce lakin ‘yaşamak’tan öte, sahtelikten peydah bir bataklığın önünde, hayatın kurumlu dibinde sallıyor beyaz bayrağı kara kirler içinde.
Nagalip bir yarış bu; varılmaz yol, çıkmaz sokak. Kurmaca, kalpazan, ard arda çalıp duran ölümsüz bir nakarat. Yalanın dili munis, dansı kıvrak ve cephe cephe düşüyor hakikat .
Savaş vardı, var, var olacak. Nefret vardı, var, var olacak. Aşk vardı, var, var olacak.
Acı, yalan, umut ve talan, gözyaşı, kahkaha, merhamet ve ziyan vardı, var, var olacak.
Ben yoktum, varım, yok olacağım. Yani mesele benden büyük. Mesele senden de büyük yani.
Şimdi bu öncesizlikte ve şimdi bu sonrasızlıkta savaşta silah, nefrette taraf, aşkta figüranız seninle ben.
Acıda gözyaşı, keyifte kahkahayız birlikte. Yalanın da talanın da sömürgesiyiz. Geçmişin papağanı, geleceğin kahiniyiz.
Shakespeare’in eskimeyen tiratlarıyız seninle ben. Olmak ve olmamak arasında örselenmiş Hamlet’ten, olmaz bir aşka sarılmış Ophelia’dan suretleriz. Hain Kral Claudius’un soyu tükenmez varisleri yüzünden milyarıncı kere aynı zehirle öleniz seninle ben.
Biz seninle koca bir tekrarız aslında. Doğduk, büyüdük, iki güzel düş kurduk diye kendini nimetten sayanız.
Bizden çok yaşadı bu dünya, daha da yaşayacak. “İyi ki konduk üstüne, iyi ki gördük göğü, uçan kuşları” de. “İyi ki dokunduk yağmura, ağaca, sevgiyle tutan bir ele.” Ötesi bizden öte !
söze ilk başlayan, ışığı yüzünde ilk hisseden olmak.
Bir müzik cümlesinin ilk motifini hayal etmek…
Mermere ilk kesiği,
tuvale ilk rengi ve kağıda ilk cümleyi atmak…
Çünkü güçlü başlangıçlar yapmadan beli doğrulmaz hiçbir eserin.
Çünkü,
ilhamını ilk hareketten alır gösteri.
İlk cümlenin arkasına saklanır heybetli bir şiirin en dile dolanan dizesi.
Yolu açmak, yoldan gitmekten zor olduğu için
bir başlangıç ya rezil ya da vezir eder sahibini.
İki insan arasında olan da bundan farklı değil sanki.
İçten bir gülümseme, güçlü bir tokalaşma, gözden göze akan sözsüz ama kararlı bir merhaba…
İlk temas…
Her şeyin güzel gideceği ya da hiçbir çabanın, o adı konulamayan asimetriyi düzeltemeyeceği an sinerjisi…
Belki de bu yüzden bir şeyi sonlandıran en önemli şeyin sırrını başlangıcında aramak lazım. İyi ya da kötü, sevgi ya da nefret fark etmeksizin bütün sonlar başlangıçlarından ilham alıyor gibi.
Fakat yine de tecrübeleri, istatistikleri yanıltan hal ve oluşlar var.
Yumurtayı kırdığımız andan itibaren asla doğru ilerlemediğimiz bir tariften, anlaşılmaz bir lezzet şölenine dönüşen deneysel bir kek misali…
Beyaz gömleğimize damlamış öğle yemeği arması ya da sıcaktan façası bozulmuş kalanımızla elini sıktığımız yunan heykeli adamlar ve tanrıça modeli kadınlarla süregelen mükemmel ilişkilerimiz var (!) 🙂
Hem o kadar seyrek bir mucize olsaydı bu, “Büyük aşklar nefretle başlar.” diye gezegensel bir vecizemiz olur muydu hiç?
Siz de fark etmişsinizdir;
onlarca cümle yazılmasına rağmen başlayamamış bir yazı var burada.
Giriş cümlesini, sıradan bir anahtar ya da toka gibi nerede unuttuğunu bilemeyen bir heveskarın geliştirme ve sonlandırma telaşı var.
Eğer hala okuyorsan yazılanları, yalnızca “Şanslıyım.” derim.
Eğer benzer bir illetin yamacındaysan,
direnmeyi bırakmanı salık veririm.
Keza,
bir tür zihin spazmıdır yaşadığın
ve
gidilmez ondan.
Suyun ortasında bacağını yaran bileyli ağrı gibi yalnız bir kriz anıdır.
Çırpındıkça kenetlenen bir tutunmadır bu, duygu krampıdır
gidilmez…
Kendini hareketsizliğe teslim etmek gelirse aklına,
belki o gider senden.
Kuşatacak bir yer kalmadığında,
bittiğinde savaş,
vazgeçer.
İlk cümlesini, okyanusun içine düşürdüğü damla gibi yitirmiş bir yazının sonundan medet ummak saflık olur.
Böyle anlarda heveskar hep aynı üç noktaya tutunur.
Tam olarak böyle yazıyordu. Parkenin üzerine bıraktığı arkası
dönük şeritleri ritmik bir düzende ve hep aynı devinimle açıyor, birkaç saniye
duruyor ve sonra yürüyüp, mekandaki boş alanlara yapıştırıyordu. Oturduğumuz
zemine, duvarlara ve kapılara…
Hepsinde farklı bir mesaj olduğunu düşünüp, yüzü bize
çevrilen her şeridin aynı şeyi söylediğini gördüğümde, kaçırdığım ne türden bir
bağlantı olduğunu bulmaya çalışmıştım.
Dans başladı sonra.
Hatta, dans olup olmadığına karar veremediğim bir tür
devinimler serisi…
Tek bir bedende karşıtlıkları buluşturan, oldukça dramatik
ve algımı zorlayan hareketlerdi bunlar.
Hep acele eden, heyecanlı ve ısrarcı bir sağ elin, ağırbaşlı
fakat kararlı solu tarafından dizginlenmesiyle başlayan ve giderek tüm vücuda
yayılan boşluksuz bir mücadele…
O boşluklara iliştirilen üç kelimelik cümle ile ilişkiler kurmaya çalıştım dakikalarca.
O gün, o saat gördüm,
bugün, bu vakitler anladım ki, boşluklar mühimdir. Hatta
mühimi az gelir;
boşluklar hayatidir.
“Ne için?” sorusu tarafından yutulmadan bulması gereken
cevapları var insanın.
Cevaplar nerede bilen var mı?
Yok!
Çünkü bizi onlara götüren sorular da firarda.
Çünkü, kayıp hazinenin haritası da kayıp.
Çünkü, durursa öleceğini düşünen bir el var hayatımızda. Bütün boşluklara atıyor kendini. Bütün eslerimize depresif notalar yazıyor.
Vakit yok artık yağmur sonrası ağaç altı bir çimene sırt verip bulut bulut saymaya ve nereden
gelir bu dünyanın bereketli gözyaşı diye sormaya.
Mavisine kanıp, sularına dalıp, avucumuza doldurduğumuz saydam denizin bizi nasıl kandırdığını anlamaya, hiçbir yere yetişmeden, yalnızca yürümek ve solumak için çıktığımız sokağın sene be sene nasıl da eskidiğini fark etmeye de vakit yok.
Yarışlarda, yükselip alçalmalarda ve fark edilmeye çalışılırken verdiğimiz savaşlarda yitip giden parçamızın ne olduğunu, neye benzediğini ve eksikliğinin hangi iyileşmeyen yarayı açtığını bilen de yok.
Bir ağacın gövdesine içi yanmadan balta sallayan ve bir ömrü
yaşamaya değer kılan boşlukları kasıtlıca yok eden aynı el.
Huzurla bırakıp yer çekimine gövdemizi, gökyüzünü ve ötesini akıl almaz bulduğumuz saatleri bize çok gören, bir romanın içinde dertsizce gezinip, sevdiğimiz paragrafı defalarca okuyup, telaşsızca sayfaları çevirmekten alıkoyan da.
Özlüyorum ben.
Doludizgin ve seslice…
Gözümü güne açıp dakikalarca gerinmeleri ve “Kalkayım artık.” deyip ardından yüzlerce yıl vaktim varmışçasına yorganı yeniden başıma çekmeleri.
Mecburi şeylerin arasına serdiğim ve gün geçtikçe uzunluğu
kısalan kendime seslenişleri, hayali bedava gezmeleri, gerçekten düşe döşediğim
serseri geçişleri…
Biz nereye sahi?
Nereye böyle kabus hapı içmiş gibi?
Bu neyin kavgası, neyin yarışı ve hangi bilinmez ödülün
tırmanışı?
Boşluklarım nerede benim? Hiçbir şeyim hangi mazgalın
kirinde?
Özlüyorum ben;
umutsuzca ve hücre hücre…
Var olma nedenimi duyumsatan,
beni uçsuz bir
evrenin akıllı parçacığı yapan şeyi
düşünebildiğim her değerli boşluğu özlüyorum.
Bu yüzden filmi ağır çekime almak istiyorum.
Bazılarımız için koşarken yelkovan pistinde hayatın,