Girdap

Karanlıkta oturayım dedim biraz
Karanlık da seninle otursun dedi biri.
Sessizliği dinleyeyim dedim biraz.
Sessizlik de seni dinlesin dedi biri.

Bu nereye kadar gidecek böyle?
Sabaha kadar dalgakıranda balık tutuyor, günün ilk ışıklarıyla denize giriyor, balıkçılar kahvesinin tuvaletinde duş alıyor, el sabununu köpürtüp tıraş oluyor, işe gidiyorum.
Kırmızı araba evim.
Ön koltuk yatak odası, bagaj yüklük. Izgara, oltalar, kitaplar, lazım olur diye sakladığım diğer insanların umurunda bile olmayacak bir sürü ıvır zıvır.
Geceyi seviyorum.
Gece de beni.
Güneş batarken taşlarda alıyorum soluğu. Tepsi gibi düz olanının üzerine kuruyorum sofrayı. Yeşil, büyük bir malzeme çantam var. Oltalar, misinalar gram gram kurşunlar, umutlar, hayaller hep o çantanın içinde.
Tepe lambam ne gösterirse onu görüyor, canım kimi düşünmek isterse onu düşünüyorum. Araya hayaletler sıkışıyor tabii, yine mi sen geldin deyip kulağından tuttuğum gibi fırlatıyorum denize hayırsızı.
Kim hayırlı kim hayırsız pek bilmiyorum ya, neyse.
Yolun başındayım daha. Hayat zamanı geldiğinde nasıl olsa öğretir deyip geçiyorum.
Önemsemiyor, katlanmıyor, kimsenin işine karışmazsam, benim de işime karışan olmaz diye düşünüyorum!
Oltayı atıyorum denize, sonrası sessizlik.
Ses olmayınca daha dikkatli dinliyor insan. Küçük bir dalgada da, el yordamıyla uçan yarasının kanat çırpışında da kaybolabiliyor.
Kendinde kaybolmak en beteri!
Kendi içinde kaybolmak… O zaman balığı da unutuyorsun, denizi de. Ayakların suda üstelik.
Uyku gibi bir şey!
Girdaptan da o an’a dönmek, Türk filmlerindeki gibi biraz! Kızın gözleri ameliyat edilir, doktor bandajı çıkarır. Kamera kızın gözlerinden bakar hayata. Önce sislidir sonra yerli yerine oturur her şey… Sadri Alışık gitmiştir.
Gecedir, oltan sudadır, iki kedi vardır balık kovasının yanında, her yerin tutulmuştur ve balıklar yemi yemiştir muhakkak.
Tekelerin en irisini seçer, misinanın boşluğunu alır, tekrar beklemeye başlarsın.
Hafta sonuysa Küpeşte’ de canlı müzik olur.
Birol Can’ın sesini getirir rüzgâr.
Sıradaki şarkıyı kendime tutarım
Zor Aşk çıkar.
Kolay olan ne vara bağlarım meseleyi.
İnadına lapin, inadına iskorpit gelir.
Seçe seçe küçülür tekeler, suyunu sürekli değiştirdiğim halde kimi ölür.
Balığın en büyüğü gelsin diye geçiririm içimden.
Balığın en büyüğü gelir. Bu defa da misinan incedir, kopar.
Mesele, misinanın çekeceği büyüklükte balığın gelmesidir!
El kadar ispariler, seyrek de olsa sivri burun karagözler.
Eşkina gelirse bayram.
Pilli radyoyu dinlerken uyurum sonra.
Nasıl oluyorsa güneş Kaba Burun ’un üzerinden doğarken uyanırım, şansa bak fenerin gölgesinde kalmışım.
Bir titreme gelir alışana kadar.
Dişlerim birbirine vuruyorken soyunur denize atlarım inadına.
Kasaba uyanır.
Boşnak Bahçe.
Küçük Bahçe.

Malzemeyi toplamış balıkçı kahvesinin tuvaletine yıkanmaya giderken kırklı yaşların sonunda bir ağabeyi gördüm bu sabah.
Nasıl bildik.
Yüzüne iyice baktım, o da bana baktı. Tanıdım!

Uyku tutmayınca, erken kalktım dalgakırana yürüyordum.
Yirmi yıl önceki halime rastladım.
Selamlaştık.
Taşların üzerinde sabahlamıştı.
Biraz yorgun biraz da hüzünlü görünüyordu.
Gel sohbet edelim diyecektim.
Ellemedim.
Uyumaya gittiğimi biliyordum.
Arkasından baktım bir süre.
O da döndü bana baktı.
Gülünce anladım, tanımıştı.
Yirmi yıl sonra bir gece bu satırları yazacaktı.

Karanlıkta oturayım dedim biraz
Karanlık da seninle otursun dedi biri.
Sessizliği dinleyeyim dedim biraz.
Sessizlik de seni dinlesin dedi biri.

8 MART 2020
ÇORLU
Ali Gülcü

Mış’lı Zaman Anlatısı

Aylardan bir ay,

günlerden bir gün,

sabahlardan eflatun bir sabahmış.

Kaldırım sarı,

kaldırım kahverengi,

kaldırım turuncuya sarılmış.

Günlerden bir gün,

sabahlardan bir sabah,

saatlerden tek sayılık rakammış.

Açığa uzanan taka

geride kabaran sular,

geride aç homurtular,

geride siftahlı dualar bırakmış.

Sabahlardan bir sabah,

saatlerden bir saat,

dakikalardan üç çeyrekli bir anmış.

Tepede geceleyen rüzgar

uyanınca gerinerek

havayı eskimiş çöp,

havayı iyot,

havayı ekmek kokusu sarmış.

Saatlerden bir saat,

dakikalardan buçuklu,

saniyelerden, bir kuş ötüşlük zamanmış.

Serin hava ısınmış,

yol uzunken kısalmış,

kadının her adımında

hayal hakikatle bulanmış.

Martı yukarıda,

dalga aşağıda

masal
ortada
kalmış.

Eylül 2019

Yalova

Eylül

Bir günü daha sakince eskittim işte.

Bir güneşi daha,

izleyemeden yitirdim ufukta.

Bir gece daha örtüyor üzerimi pamuklu yorgan misali.

Yastıkta otuz sekiz yaş telleri,

beyaz tavanda

gittikçe çoğalan iris lekeleri…

Bir günü daha geçmişe diktim yine.

Siyahı uykuma, beyazı sabaha ilikledim.

Bir çatıdan ötekine doğru taşınırken bedenim

kim bilir kaç sokak lambasından geçti içim,

kendinden gitmemek için.

Bir mevsimi daha devirdim, yeni yetme sükûnetle.

Elde kaç var bilmeden

otuz sekizinci vedamı ettim kızgın kumsala,

dalgalı yakamoza.

Dışarıda güz çanları…

Eylül,

sanki yollardan, kaldırımlardan,

şemsiye tentelerinden şırıl şırıl yürüyen güzel bir kızın adı.

Az önce,

penceremde oturan gece

koca ağzıyla dişlerken zamanı,

uyuklayan bir bilmece düştü avcuma;

kendini kovalarken yorulmuş

ihtiyar cevabına sarılı.

Eylül…

Ateşte, sıcağını koruyan son köz,

denizde balık,

bende,

ilk kez mırıldandığım nihavend şarkı.

Meral Abla

Saat henüz 5’e gelmemiş, birçok zaman olduğu gibi gözlerimi tavana dikmiş halde buluyorum kendimi. Ben mi uykunun içinde rahat edemiyorum yoksa uyku mu benim içimde rahatsız anlamış değilim. Doktora da gittim fakat bir sorunumun olmadığını söylediler. ”Sorun yoksa sorun ne o zaman?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Doktorun da ”Sorunu olmayanların genelde soruları olur.” dediğini.

İşte bu düşüncelerle kalkıyorum yataktan. Yüzümü yıkarken aynadaki beyefendiye sesleniyorum: ”Günaydın suratsız herif sende mi uyandın?”, ardından bana gülümsüyor. Saçlarım darmadağın, aman kim görecek gece gece deyip öylece bırakıyorum. Saçların dağınıklığı düzeliyor da düşünceleri dağınık olmasın insanın, işte o zaman ne fön makinesi, ne su, ne şekillendiriciler fayda etmiyor.

Gürültü yapmamaya çalışarak spor kıyafetlerimi giyip çıkıyorum evden. Hava hala zifiri karanlık… Nereye gideceğimi bilmeden koyuluyorum yola, yalnızlığımı fırsat bilen düşünceler bana eşlik etmek için birbirleriyle itişiyor. ”Sıraya girin” diyorum, ”bi öğretemedim size medenice hareketlerde bulunmayı.”

Sabahın bu vakti sokakta ilk gördüklerim fırıncı arabaları oluyor. Marketlere ekmek yetiştirmek için yarış halindeler adeta. Bir de mahallenin kedi ve köpekleri var tabii, ortama hükmeden ıssızlık içerisinde zevkle çöp kutularını karıştırıyorlar.

Hava çok soğuk olmasa da hafif hafif kulak ve burun uçlarımı ısırmaya başlıyor. Ceketimin kapüşonunu takıp ellerimi cebime sokuyorum, tam dudaklarımda bir ıslık peydah olacakken, nerede olduğumu hatırlıyorum.

Derken eski evimizin olduğu sokağa giriyorum ve o ilk sıradaki ev karşılıyor beni… Meral Ablaların evi, mahallenin alımlı ve güzel kızı, tüm erkeklerin iç geçire geçire seyre daldığı, birçok platonik sevdanın başrol oyuncusu; başrol oyuncusu fakat kendisinin haberi yok. Benim için de öyleydi. On beş yaşlarımdaydım, evlerinin karşısındaki merdivenlerde az oturmadım balkona ya da bakkala çıksın da görebileyim diye. O zaman sosyal medya yok tabii, öyle hesabına girip fotoğraflarına bakamıyorsun. Beline kadar uzanan koyu siyah saçları ve o zamanların modası açık mavi renkli bandanası hala gözlerimin önünde. Yanlış hatırlamıyorsam benden yaklaşık on yaş kadar büyüktü. Şimdi nerelerde, neler yapıyor acaba?

Eski evimizin bulunduğu sokaktan çıkıp, annemin yakın arkadaşı Perihan Teyzelerin apartmanının bulunduğu caddeye çıkıyorum. Haftanın en az iki günü uğrar anneme, annem dinler o konuşur, o konuşur annem dinler. Annem konuşmaya başlayınca Perihan teyze dinlemez… En son gelişinde Anneme; ”Sen beni gençken görecektin, göğüslerimin altında kalem durmazdı.” Derken, ben de tam o sırada kapıdan içeri giriyorum. Perihan Teyze utanıyor haliyle. ”Merak etme, hala iyisin maşallah” deyip odadan geri çıkıyorum. Arkamdan gülerek ”terbiyesiz” dediğini hatırlıyorum.

Perihan Teyzenin apartmanı geride kalırken, gün ağır ağır ağarmaya başlıyor. İşe gidecek olanlar birerli ikişerli guruplar halinde duraklarda beliriyor. İstisnasız hepsinin başı yere eğik ve elleri ceplerinde. Muhtemelen çoğunun aklı geride bıraktıkları, sabaha kadar bedenlerinin ısıttığı yataklarında…

İnsanlar sahne aldıkça, kedi ve köpekler sahneden iniyor… Asıl sahiplerine bırakıyorlar şehri!

Birbirini itip ön saflara geçmek için uğraşan düşüncelerim arasında saat 7’ye yaklaşıyor. Telefonum çalıyor:

”Oğlum neredesin yine bu saatte, ödümü kopardın?”

”Uykum kaçtı, biraz dolaşmaya çıktım.”

”İyi halt ettin… Gelirken markete uğra da ekmek ile tuvalet kâğıdı al.”

”Tamam anne”

Adımlarımı hızlandırıp markete uğruyorum. Siparişleri alıp eve dönüyorum.

Annem kapıyı açıyor. Elimdekileri uzatırken soruyorum:

”Anne eski sokakta Meral abla vardı hani, nerelerde o, neler yapıyor?”

”Oğlum rüyanda mı gördün Meral’i, o nereden çıktı? On yıl olmuştur ben de görmeyeli, Perihan Teyzen biliyordur.”

Annem Perihan Teyzen deyince aklıma nedense Meral Ablanın göğüsleri geliyor. Perihan Teyzeden bi on beş yaş kadar küçük olsa, belki hala kalem durmuyordur göğüslerinin altında diye düşünüyorum.

”Ne düşünüyorsun yine kukumav kuşu?” diye sesleniyor annem.

”Hiç… ” diye cevaplıyorum.

”Al şu tuvalet kâğıdını yerine tak.”

Annemin elinden tuvalet kâğıdını alırken içimden soruyorum:

”Şimdi nerelerde, neler yapıyor acaba?”

Özkan SARI