Arsız bir rüzgâr eser, kitabın sayfaları açılır, kurumuş bir gül düşer yere, gören olmaz.
Siyah paltolu yaşlı bir adam bastonuna dayanarak yalnız yürüyordur karlı yolda, gökyüzü gridir, alıcı kuşlar adamın başında dönüyordur. Saçlarını topuz yapmış, beyaz elbiseli bir kadın geçmişi çiğniyordur çıplak ayaklarıyla. Meczubun biri keman çalıyordur uzakta, aşığın biri kadının çiğnediği geçmişe kaldırıyordur son kadehini, burnunu koluna siliyor, ağlıyordur.
Biri İstanbul’u duymaya çalışıyordur, şiirdeki gibi ve hatta gözleri inadına açık! Sarı yapraklardan adamlar savruluyordur rüzgârda, biri gelip süpürüyordur iş icabı!
Yağmur yağıyordur şehre, kaldırımlar ıslanıyor, üstü ıslak küçük bir çocuk titriyordur köşede. Umutları koltuğunun altında bir adam, gökkuşağının altından geçmeye çalışıyordur kimse görmeden.
Biri veda ediyordur sevdiğine, öteki kavuşuyordur ayrılanlardan haberi olmadan. Kovadaki istavrit hayatın anlamını sorguluyordur son nefesini vermeden önce. Martı gülüyor, çocuk üzülüyordur denize düşen simide.
Arsız bir rüzgâr eser, kitabın sayfaları açılır, kurumuş bir gül düşer yere, gören olmaz.
Dalgakırandaki balıkçı kahvesine indim bu sabah. Sahi, en son ne zaman uğramıştım buraya? Buraların en kral müdavimiyken, ziyaretçi gibi, yabancı gibi hissettim. Farklı farklı yaşlarımda, farklı farklı masalara oturmuş gördüm kendimi, kiminde gülüyorum, kiminde canım sıkkın niyeyse artık, kiminde akşamdan kalma, kiminde sarhoşum.
Osman ağabeyi zayıflamış buldum, saçları daha bir beyazlamış, gözleri daha derine saplanmış, zaman yüzündeki kırışıklıklara atmış acımasız imzasını “Altmış kilonun altına düştüm” dedi. “Neden?” diye soramadım, korktum!
Büyük tavla sanatkarı Süleyman ustanın sandalyesi boş, sobaya en yakın masada yüzü kapıya dönük oturur, içeriye giren ilk onu görür, masadaki çayı ilk o ısmarlar… Bu saatlerde torunu okula bırakıp gelmiş olması lazım! Dilimin ucuna kadar geldi; tam Süleyman ustayı soracaktım. Soramadım. Cevabı duymaktan, bilmediğimi öğrenmekten korktum. Ustalar da hep yek atar!
Gözlerini televizyona dikmiş bir adam var. Geldiğimden beri arka arkaya dördüncü sigarasını yaktı. İzmariti öldüresiye bastırıyor kül tablasına, izmaritin gıkı çıkmıyor. Çayından bırakın yudum almayı, karıştırmadı bile. Kaşığın boynu büküldü, şekerler bardağa küstü. Televizyona bakıyor ama eminim televizyonu görmüyor o. Yüzü hiç değişmiyor, izlediklerine tepki vermiyor, akaryakıta zam gelmiş, bir kadını sokak ortasında kocası öldürmüş oysa! “Çayını soğuttun be ağabey diyeceğim”, diyemedim. Korktum!
Kar incecik tipi şeklinde yağıyor. Lodos, camlardan sızmak istiyor bütün gücüyle. Ahşap çerçeveler direniyor. Rüzgârın uğultusu var kahvede, kendi yok. Saksılardaki çiçekler gözlerini yummuş artık. Onlar susuzluktan kururken, içeride oturanlar duymamış menekşelerin çığlıklarını, hep öyle olur, kimse duymaz menekşelerin çığlıklarını. Menekşeler yalnız ölür, onu diyorum. “Güvercinlerin cenazesine sadece rüzgâr gelir” demiş şair. Menekşelere ne olur? Ya her sabah menekşeleri ile konuşan kadınlara? Menekşeler de kurursa sokak ortalarında, sevgilinin gözlerini neye benzeteceğiz biz? Düşündüm düşündüm. Yanıtı buldum da! Şimdi de yazmaktan, yazınca gerçek olmasından korkuyorum! Hep öyle oluyor.
Ruhumuzda esen fırtınalarda, batırdığımız gemiler, körüklüyor korkularımızı, en çok da pişman oluyoruz, yaptıklarımızdan, yapamadıklarımızdan, ertelediklerimizden ve yapmayı düşündüklerimizden. Yüzümüzü okşayan şefkatli meltemin elleri bile içimizi titretiyor. Soramadıklarımız büyüyor içimizde, ağırlaşıyor, önce ayaklarımız ıslanıyor. Cevapları kendi kendimize bulmaya çalışırken anlıyoruz ki; kayığımız su alıyor… Ali Gülcü Fotoğraf: Ara Güler 29 Ocak 2008 Silivri 25 Eylül 2019 Çorlu
Gri, yağmurlu, kasvetli, acaba havalar erken mi soğuyacak dedirten, aylar sonra uzun kollu giydiğim bir gün. Yaz aylarının karmaşası ve kalabalığından sonra daha on gün önce araba park edecek yer yokken sokakların bu kadar boş, sahilin bu kadar ıssız olmasına şaşırıyor insan. Rüzgârla, kayıp gidiyor hissi veren kayıkları izliyorum bir süre, karabataklar, martılar, balıkçı tezgâhları bıraktığım gibi. Deniz kenarı kahvelerden birine oturuyor, yüzümü denize dönüyorum. Çayımı masanın üzerine bırakıyor garson, gülümsüyor. Yalandan da olsa gülümsemek ne kadar önemli, bulaşıcı bir şey, ben de gülümsüyorum. Yüzlerce defa izlediğim, repliklerini ne olacağını ezbere bildiğim bir filmi tekrar ediyor gibiyim, elimde kepçe ile teke süzdüğüm, dalgakırana gittiğim günler geliyor aklıma, o görüntüleri aklımdan çıkarıyorum hemen, geçmişi düşünmenin, siyah beyaz fotoğraf karelerine takılmanın bugüne faydası olmadığını biliyorum çünkü. Neden olduğunu bilmediğim bir sebepten farkına varamıyor olsak da, hayat yaşanırken, şimdi güzel. Geçmişi koyu bir sis tabakasının arkasından, parmak uçlarımıza yükselerek görmeye çalışmamızın sebebi, şu anın, içtiğimiz çayın, içimize çektiğimiz nefesin, denizin ve mavinin keyfini çıkaramıyor olmamızdan. Kanatları varken uçabilmeli insan. Yapabiliyorken, yapmalı! O günleri aramamızın sebebi bugünlerin kıymetini bilmiyor olmamız olabilir mi? Ne zaman geçmiş, ne vakit gelecek? Geleceğe değil geçmişe gidiyoruz belki de, kim bilir? Ne yaşamamız gerekiyorsa onu yaşıyorsak! Gülümsemek lazım, gülüp geçmek lazım…
Ne ilk’inin ne de son’unun artık çok uzun kalmadığı baharlar yaşıyoruz. Yaz ile kış; sanki bizim ne ilkimiz ne de sonumuz var biz tek’iz dercesine ambargo uygulamakta diğerlerine. Sırayla el değiştirmekteler hükmettikleri diyarlarda. Bilmezler mi ki sonbaharlar yaşanmazsa edebiyat eksik kalır. Hüznün mevsimidir sonbahar… Hüzün eksik kalır. Edebiyatçılar isyan etmesin, ağızlarına(kalemlerine) bir parmak bal(hüzün) çalalım dercesine bir iki hafta ya yaşanıyor ya yaşanmıyor baharlar… Ne ilk’i ne de son’u. Kime şikayet etmeliyiz peki?
Şey… Bak ben sana ne diyecektim, yine farklı yerlere
dalıp gittim. Neden oluyor biliyor musun? Bir maddenin, canlının ya da bir
kavramın görünen ya da gösterilen kısmına değil de, görünmeyen ya da
gösterilmeyen kısmına bakmaya çalıştığım için oluyor bu dalıp gitmeler. İşte o
görünmeyen kısımları görmeye çalışırken; ‘’nasıl?’’ yerine ‘’neden?’’ diye
sorduğum için oluyor. Neden zorluyorsun değil mi ama. Görüneni gör, seslenileni
duy yeter. Yetmiyor!
Bak, yine söyleyemeden senin için biriktirdiklerimi başka konulara daldım. Mazur gör ne olursun. Mazur gör ama görüneni değil, görünmeyeni gör.
Şey diyecektim. Kitap okur musun? Ben pek okumam,
kıskanırım o kitapları yazanları, nasıl yazarlar sayfalarca, her bir cümleyi
birbirine sevdalı kılarcasına… Hep hayal etmişimdir; yazar, kelimeleri
çuvallara doldurur, geniş bir alana hepsini döker, sonra sırayla o kelimeleri
birbirine meftun kılmak için yan yana getirir. Artık ten uyumu mu desek, ruh
ikizi mi bilemiyorum. İşte o birbirine meftun kelimeleri bulunca, sevda saçan
cümleler gelir vücuda… Gülme! Ben hep böyle olduğunu düşünürüm çocukluğumdan
beri. Ama öyle değilmiş biliyor musun? Nereden mi biliyorum? Kendimden!
Çuvalı falan unut şimdi. Marifet kelimeleri bir araya
getirmekte değil, onlara bir ruh bahşedebilmekte;
‘’Kuş’’ kelimesini okuduğunda gönlünün tellerine
konmuyorsa kırlangıçlar, ruhunun göz göz olmuş boşluklarına yuva yapmıyorsa arı
kuşları…
‘’Rüzgâr’’ kelimesini okuduğunda ılık bir esinti
okşamıyorsa gerdanını, kurumuş yaprak kokusu, yeni ıslanmış toprak kokusunu
buyur etmiyorsa burnun ciğerlerine…
‘’Hasret’’ kelimesini okuduğunda sıkışmıyorsa kalbin,
zihninde her biri bir yere çöreklenmiş düşünceleri kovup kendi oturmuyorsa en başköşeye
en ağırından bir özlem…
İşte o zaman o kelimeler mürekkep lekesinden başka bir
şey değildir. Tatsız, tuzsuz ve ruhsuz…
Hay Allah! Bak ben sana neler anlatacaktım, neler
saklamıştım senin için fakat yine başka âlemlere daldık.
O zaman şimdi dinle!
Ben sana bir şeyler anlatmasına anlatacağım da sahi sen
kimsin?
Nesin? Necisin? Kiminlesin? Var mısın yok mu? Az mısın
çok mu?
Kime yazdığımı bilmediğim kaç bininci satırlar bunlar.
İlk değiller, son da olmayacaklar.
Peki ya sen? Sen hep orada mı olacaksın?
Peki ya ben? ‘’nasıl’’ yerine ‘’neden’’ diye mi soracağım
sorularımı?
Neden zorluyorsun değil mi ama. Görüneni gör, seslenileni
duy yeter. Yetmiyor!