Pantolonumun paçalarını sıvadım, ayakkabılarım elimde, ıssız sahil uçsuz bucaksız. Güneşli bir gün… Yok yok mevsimlerden bahar,
aylardan mayıs,
daha güneşli bir gün! Aklınızda kalan en güneşli günü düşünün,
en mutlu olduğunuz gün,
vara yoğa güldüğünüz
hani arkadaşlarınız şaşırmıştı ya size; o gün işte… Kuş sesleri ile uyanıyorum sabahları, penceremi açıyorum, ne ağaç var civarda, ne kuşlar…
E sesler? Hayalet ağaçlar, hayalet kuşlar! Duyuyorum ya, iyi bir şey diye geçiriyorum içimden… Deniz kabukları,
midyeler,
yosun kokusu…
Terk edilmiş iki katlı evin bacası tütsün istiyor gönlüm.
G e n i ş bir aile,
günlerden pazar,
kimi ararsanız orada;
Kızıl saçlı bir kız çocuğu sallanıyor akasya ağacının dalına kurulmuş salıncakta,
haylazlar denize girmemiş mi?
Kahvaltıdan önce ve çıplak hem de!
Kerpiçten fırın, sacayakları, mis gibi ekmeğe, köy peynirine kesmiş ortalık… Uzun ince parmaklı bir kadın piyano mu çalıyor,
bana mı öyle geliyor? Asmanın altında kır saçlı, kır bıyıklı, gözlüklü, tombul bir amca sabah kahvesini içiyor, ne höpürdetmek ne höpürdetmek… Gerçek? Gözünle görüp, elinle tuttuğun her şey gerçek işte! Gerisi;
Hayal… Sararmış perdeler,
bahçe kapısının besmele ile kitlenmiş paslı asma kilidi,
yıkılmış çitler,
bakımsızlık,
köhnelik,
küf kokusu,
kırılmış camlar…
Fırın da yok üstelik,
ekmekler de.
İnsan değil miyiz, uyduruvereceğiz ayaküstü…
Yoku varmış,
varı yokmuş gibi anlatacağız.
Zaman geçince,
başkasının ağzından kendi anlattıklarımıza inanacağız. Gözlerimizi aça aça,
önemli hissedeceğiz,
abartacağız bir tutam.
Kimi yalancı diyecek, kimi hayalperest… Görünmeyene inanmak, güzel! Gerçek?
Hüzün yahu! Ellerim ceplerimde,
adını öğrenemediğim, beynime tesadüfen yapışmış şarkının melodisi kulaklarımda,
ıslıkla çalmayı deniyorum… Bir kefal atlıyor, uzakta ağları topluyor yaşlı balıkçı.
Deniz güneşle konuşuyor,
rüzgar kendi telaşında.
Martı ne yapsın, şiirden anlamıyor… Geniş zamanlarda
Sana bugün yazı sanatının
büyüsünden bahsetmek istiyorum. Kül kedisi gerçekliğinden balo prensesine dönüşen kızın hikayesine çok
benziyor aslında.
İşte başlıyoruz…
Kış sabahlarımı çekilir yapan belki de tek şey, okula uzanan
ve kısmen yürüyerek, kısmen oturarak aldığım 20 km yola teyellediğim birkaç güzel
şarkı diyebilirim. Üzerimde güneşi doğurmadan uyandığım gece artığı günler,
henüz gövdemden çekilmeyen melatonin sarhoşluğunda ve mevsimsel bir takı gibi
üstümde taşıdığım iyi huylu birkaç
hapşırıkla başlıyor çoğunlukla. Ruhuma
aspirin niyetiyle başıma geçirdiğim kulaklığın bu denli ayrılmaz bir parçam
olabildiğine mi yoksa daha önce onsuz nasıl yürüyebildiğime mi şaşırmalıyım
bilmiyorum.
Her yere, her zamana ve her duruma yakışan bir müzik var
aslında. Sende en iyi duranı biliyorsun artık. Piyanonun asil formundan çıkıp
senin eşsiz genişliğine sarıldığında
adeta birbiriniz için yaratıldığınızı düşünmeme neden olan bu ipeksi duyuşun
yerine başka bir ses koyamıyorum. Huzuru, hüznü ve yaşama sevincini aynı anda
içime zerk eden mavi bir müzik sizinkisi.
Yaklaşık kırk dakikayı bulan yolculuğumu, yalnızca ayakta dursun ve insan yutsun diye yapılan bir binanın ikinci katında, ben ve benzerlerim için ayrılan bir odasında sonlandırıyorum. Kulağımdan isteksizce ayırdığım müziğin susmasıyla her şey aslına dönüyor. O güzel atların çektiği araba balkabağına dönüşüyor yani. Anlıyorum ki, iyi seçilmiş bir müzik baktığım şeylerin zihnimdeki karşılıklarını da değiştiriyor. Sanki bir masaldan süzdüğü peri tozlarını serpiyor geçtiğim sokaklara, insanlara, trafik lambalarına, bozuk kaldırımlara ve çirkinlikten intihar etmesi gereken apartmanlara.
Sonra başlıyor işte bir şeyler. Merdivenler, çocuklar, bardağa dolan çay, uykulu ve yorgun günaydınlar… Bugün de farklı değildi. Kalabalıktan başım döndüğünde, gündelik sohbetlerin, saatin tik takları gibi değişmeyen rutininde kendime bir yer bulamadığımda, çöldeki vaha gibi koşarak sığındığım odamın ışıklarını yaktım önce. Üstündeki her boşluğa zamanla kondurduğum bir dolu şeyle, tam da zihnimin fotoğrafı gibi olan masama elimdekileri bıraktım. Bir yerlere gittim, yüzlerce cümle kurdum ve dönüp yine o masanın dağınık parçalarından biri oldum. İşimi yaptım ve kendime kalınca play tuşuna yeniden bastım. Okudum, yazdım ve sonra tersine bir sırayla aynı yola yeniden koyuldum. Aynı sokakları aşağıya doğru yürüdüm bu kez. Aynı kırmızı lambaları karşı kaldırımdan bekledim. Ayakta kalmayı sevmediğimden tramvayı es geçip, yolumu uzatıp dolmuşa bindim. Pencere yanı bir koltuğa sığışıp lezzetli bir yazı okudum. Henüz bir durak daha varken indim arabadan. Meşhur bir dürümcüyü şereflendirip içeri girdim. “Paket olsun lütfen.” dedim. Biraz sınırlarımı zorlamak iyi gelir diye geçirdim içimden ve birkaç adım ötedeki marketten gazlı bir içecek aldım. Gülme lütfen. Sonuçta herkesin sınırları kendine. Gözlük camlarıma birer ikişer düşen ahmak ıslatan yüzünden şemsiyemi açtım. Tahmin ettiğin gibi zor oldu üç elim olmayınca. Fakat inatçıyımdır ben. Gelip geçenlerin tuhaf bakışları ile çakıştırmadan benimkileri “ilk hedefin kıyı” komutu almışçasına seri şekilde yürüdüm, yedim, içtim ve tuttum.
Taş bir bloğun yanına vardığımda bir an önce bitirip bu
yağlı kokudan kurtulmayı ikinci hedefim yaptım. Sonra bir sevimli köpek belirdi
kollarımın alt tarafında. Ellerimdeki kokunun kaynağını bulmak istercesine
döndü durdu birkaç saniye. Yanında mavi montlu, bereli genç bir sahip…
”Bir fotoğrafımızı çeker misiniz bizim?”
“Olur tabi. Ama önce ellerimi silmem gerek, biraz
bekleteceğim.”
Şemsiye kumlara daldı tabi bu temaşa içinde. Eller sallapati silindi ve birkaç sevimli fotoğraf çekildi. Ne de güzel duruyorlardı yan yana. Poz veriyordu tatlı serseri, mavi montludan daha becerikli…:)
Sonra özgürlüğünü
geri almış ellerimi yerleştirip cebime başladım yürümeye. “Keşke!” dedim
içimden…”Bir tane de kendi makinamla çekebilseydim o fotoğraftan.” Çünkü
biliyorum bu yazıyı yazacağımı . Yanına iliştirmek, bir anıyı ileride
gülümseyeceğim sevimli bir kanıta dönüştürmek için…
Sonra devam etti yol, ıslak banklar, tek tük insanlar, sol
yanımda yağmurluklarını giymiş kafeler ve sağ yanımda sen. Sana ilginç ve masum
bir sır vereyim mi sevgili deniz? Ben bir şeyleri sağıma alarak yürümeyi
seviyorum. İnsanları ve manzaraları… Seni de…Ya tam karşımda olmalısın- ki
bunun için duruyor olmalıyım- ya da sağımda kalmalısın.
Sonra yürüdük biz…Ben, müzik, şemsiye ve asla ilgimiz yokmuş da fark etmeden biri bileğime asmış gibi duran muhteşem poşet torbam. Bilinen bir kuruyemişçinin olup günlerdir benimle yol yapan ve herkesin tahmin ettiği gibi (!) içinde bir adet edebiyat dergisi ve fötr şapka olan sarı kırmızı torbam… Simsiyah üstüm başımla arasındaki kusursuz uyuma sen de şahit oldun tabi 🙂 Buna gülebilirsin, ben de güldüm. Çok zorlasak, “Bundan Orhan Veli şiiri bile çıkar.” diye eğlendim hatta. Kıyıda biri oturuyordu. Onun keyfini paylaşmayı istedim imrenerek. Sonra bir fotoğrafını çektim gizlice. Bir insan sırtının mahremiyetsizliğine dayanarak vebalsizliğime inandım.
Sonra benim için sonlanacağın köşeye geldim. Burnum
sabahkine benzer bir aksırığa hazırlık yaparken, aklımda bu küçük yürüyüşten
emanet kalan fotoğraflar ve sana mektup olacak ham cümlelerle adımlarımı eve
yönelttim. İşte buradayım. Kulağımda aynı ipeksi yumuşaklık, boğazımda uyku
ilacı niyetine yuvarladığım papatya çayı…
Diyeceksin ki yazı
sanatının büyüsüne ne oldu?
O zaman bir de şöyle deneyelim;
Yine erkenden uyandım.
Kulaklığımı geçirip yola çıktım. Yol boyunca müzik dinledim.
Bedenim gidiyordu ama ruhum yataktaydı.” İyi ki şu kulaklık işini halledip şu
uygulamayı satın aldım” dedim.
Yaklaşık 40 dakika sonra okula vardım. Kulağımdan müziği
ayırdığımda her şey yine aynı çirkinlikteydi.
Rutin yeniden başladı. İyi ki ayrı bir odam var.
Masam da aklım gibi darmadağın.
Elimdekileri masaya bırakıp çocukları bir etkinliğe götürüp
biraz nasihat verdim. Sonra okula dönüp derse girdim. Nihayet öğrenciler gitti
de bir şeyler okudum ve yazdım.
Sonra çıkıp aynı yolu geri yürüdüm. Tramvay bu saatte
çekilmediğinden oturarak gitmek için dolmuşa yürüdüm.
Elimdeki dergiyi açıp okudum. Evden bir durak önce inip
deniz kıyısında yürüyeyim dedim. Arabadan inince karşıma çıkan dönerciye girip
bir paket dürüm aldım, kola da aldım. Elde şemsiye ile zor oldu ama hallettim.
Yemek yerken bir köpek yaklaştı yanıma. Yanındaki genç fotoğraflarını çekmemi
rica etti. Iyyy ellerim yağ içinde. Nasıl olacak ki? Neyse silip hallettim,
sonra yürüyüşüme devam ettim. Yine aynı albümü dinliyorum. Piyanoyla deniz iyi
gidiyor. Her yer ıslaktı o yüzden oturamadım. Birini gördüm otururken ama aynı
cesareti gösteremedim. Adamın sırtından gizlice fotoğrafını çekip eve geldim ve
her akşam olduğu gibi şu tatsız bitki çayını eşliğinde bu yazıyı yazdım.
Mor bir bank buldu kendine kadın.
İnsanları, binaları, caddeleri ve gürültüyü arkasına aldı.
Oturdu.
Muhafazalı, diz üstüne kadar inen koyu renk montunun altında, ince çoraplı bacaklarını savunmasız bırakan siyah beyaz bir etek vardı.
Sonra uzun, derin bir nefes çekti burnundan. Kaburga kemiklerinin arasındaki her küçük boşluğu doldurmak istercesine bir daha…
Ve bir daha…
Tatlı ve soluktu deniz. Aynı ses rengiyle “Hoşgeldin.” dedi kadına. “Yalnız mısın yine?”
“Tekilim.” dedi kadın kendinden emin.
“Bana ikisini ayıran şeyi söyle. “ dedi deniz usulca ve serin.
– Yalnızlık “dış” la ilgilidir. Ve dışarıdaki şeyin yalnızlığı görecelidir. Tekillik ise “iç” ten bahseder; kabuğun altından yani.
“Sert bir kabuğun var senin” dedi deniz. “Yanılıyor muyum?”
“Hayır.” dedi kadın. “Haklısın. Fakat bir şey ne kadar sertse o derece kırılgan oluyor. O derece narin…”
“Neden geldin?” diye devam etti soluk benzinden utanır bir tonda.
“Pekala biliyorsun.” dedi kadın en derininden bulup çıkardığı en ışık görmemiş sesiyle.
Sustu ve dinledi deniz. Kadın konuştu, konuştu, hiç durmadan anlattı.
Kadının tek sefer bile kıpırdamayan dudaklarını okumaya kalksaydı hiçbir şey duyamazdı su.
Ve nihayetinde…
– Çünkü yalnızca burada gerçek bir nefesle doluyor hücrelerim. Çünkü şehir, insanları böcek ilacı gibi zehirliyor. Çünkü içeride ya da dışarıda olmak arasında yok hiçbir ayrım.
Bunu söylerken kadın, kulaklığından içeriye “Eternity And A Day” filminin sahnelerindekine benzer bir ezgi sokuluyordu. Düşündü kadın denizle piyanonun muhteşem birlikteliğini. Elini telefonuna atıp müziğin adına baktı; “Summer’s End”.
Mor bir bankta, gri bir denizle sohbet ederken, başındaki bere ve boynundaki atkısıyla bu mevsimsel ironiye tebessüm etti.
“Daha ne kadar kalacaksın?” diye bir şeyler mırıldanır gibi oldu su.
Ama kadın duymadı.
Ağırlaştı iyice zaman.
Aynı anda ağırlaştı göz kapakları kadının. Kapadı gözlerini. Piyanonun vuruşları arasına serildi dalgaları denizin.
“İşte!” dedi kadın. “Bunun için buradayım.” – Her saniye aklıma hücum eden bıktırıcı dünyevi replikleri sessize almak için… Uykularıma delik açan saçmalıkları işitmediğim tek yer senin yanın olduğu için… Sözde mecburiyetlerin peşinden sürüklenmediğim tek kovuk burası kaldığı için…
Dinledi deniz. Hiç aksamayan ritmiyle bilgece sustu.
Sonra isteksizce hareketlendi kadın. Mor banka bir daha baktı. “Hoşçakal” dedi sırdaşına. – Belki kar yağar yakında. Çok üşütmezsen ellerimi, söyleyeceklerim var daha.