Kalbimi Vatanıma Gömün

Genelde okuduğum kitaplarla ilgili kısa düşüncelerimi, kitap görseliyle birlikte İnstagram hesabımdan paylaşıyorum. Dee Brown’un “Kalbimi Vatanıma Gömün” Eserini de paylaşmak istedim fakat içimde biriktirdiklerimi öyle birkaç cümleyle ifade edemeyeceğimi anladım. Bunun üzerine bir inceleme yazısı kaleme almayı uygun buldum. Böylelikle hem Dee Brown’un bu önemli eserinin daha çok okura ulaşabilmesini hem de Kızılderili Irkı için kalemimle saygı duruşunda bulunmayı amaçladım.

De Brown’un bu eşsiz çalışmasını önemli kılan en önemli noktanın; verilerin çoğunluğunun bizzat ABD resmi arşivlerine dayanması olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar Kızılderililer ile beyaz adamın karşılaşması Kristof Kolomb’un 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasıyla başlasa da yazıya dökülen yaşantı ve gözlemlerin 1860-1890 (kitap bu aralığı anlatıyor) yılları arasında yoğunlaştığı görülüyor. Kızılderilileri dünyaya anlatan kaynakların derleyici ve yazarlarının hemen hemen hepsinin beyaz adamdan oluşması, Kızılderilileri anlayabilme noktasında okuru hep eksik bırakmıştır. Buna neden olan en büyük eksik elbette Kızılderililerin dili ve kendileri tarafından yazılı bir tarihinin olmayışıdır. Olsaydı bile bunu basılı belgelere dönüştürebilmek için yine beyaz adama muhtaç olacaktı. İşte bu çerçevede değerlendirdiğimizde bu kitabın önemi katbekat artmaktadır.

Kolomb, Amerika kıtasını keşfettikten sonra İspanya Kral ve Kraliçesine yazdığı mektupta yerliler ile ilgili şöyle diyor: “Bu insanlar öyle uysal, öyle barışsever ki yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar, ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer.” Tabi bu söyleminden Kolomb’un da dost canlısı bir misafir olduğu anlaşılmasın. Kolomb’un ve diğer istilacıların gözünde yerliler; çalıştırılması ve Hristiyanlaştırılması gereken insansılar olmaktan öteye gitmiyordu. 1492 yılı kıyımın başlangıcı oldu. Bu tarihten itibaren beyaz adamın Avrupa’dan Amerika’ya olan göçü bir daha son bulmayacak şekilde başlamış oldu.

Bu tarihten sonra başlayan beyaz adam – Kızılderili savaşı(aslında buna savaş denilmez, sistematik soykırım demek daha doğru olur.) son bulduğu 1890 yılına kadar devam etti.

“Kalbimi Vatanıma Gömün” 1860 ve 1890 yılları arasındaki olayları konu almaktadır. Elbet bu aralıkta yaşanan süreci size aktarabilmem mümkün değil fakat bende bıraktığı yaraları da sizlere göstermeden üstünü örtmem mümkün gözükmüyor. Romantizm kokuyor gibi gözükse de bu otuz yıllık sürecin sonunda kendimi bir Kızılderili olarak hissettiğimi söyleyebilirim. De Brown’un olayları kronolojik bir akış içerisinde adeta romanlaştırarak sunmasına, çevirmenler Celal Üster ve Fevzi Yalım’ın da Tükçe’ye çevirilerinin başarısı eklenince, bu otuz yıllık süreç adeta benim geçmişimmiş gibi hafızama kazındı. Hemen hemen her bölüme eklenen özellikle Kızılderili Şefleri ve savaşçılarının gerçek fotoğrafları, zihnimizde oluşturduğumuz kurgunun gözle görülür bir vücuda bürünmesine olanak sağlıyor. Kitabın en dikkat çekici noktalarından biri de olayların geçtiği yıllarda dünyada sanat, edebiyat ve siyasi önemli olayların küçük notlarla okuyucuya sunulması. Örnek vermek gerekirse, 1866 yılında Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı yayınlanırken, 1867 yılında Karl Marx’ın “Das Kapital”i yayınlanıyor. Oysa bu tarihlerde ise Sioux Şefi “Kızıl Bulut”; halkının özgürlüğü uğruna atını Howitzer’lerin(Top) üzerine sürüyordu.

Kızılderililerin bilgeliği ve kültürü, esiri olduğumuz modern çağın tüketim odaklı talan kültürünün çok uzağındaydı. Doğayı; sahip olunacak, hükmedilecek bir varlık olarak değil, onunla kardeş olup, onun ve kendilerinin devamlılığının sürdürülebilmesi için birlikte olacakları bir varlık olarak görüyorlardı. Kızılderililer toprağın ve onun zenginliklerinin hayatla bir tutulması gerektiğini ve Amerika’nın bir cennet olduğunu çok iyi biliyorlardı; Doğu’dan gelen istilacıların niçin Kızılderililere ait her şeyin yanı sıra Amerika’nın kendisini de yok etmeye kararlı olduklarını anlayamadılar.

Yine beyaz adamın bize anlattığı hikâye, izlettiği filmlerde Kızılderililerin yapılan anlaşmaları bozan, beyaz adamın kafa derisini yüzen barbarlar olduğu aktarıldı. Oysa gerçek tam tersiydi. Kızılderililer Kolomb’un bir zamanlar mektubunda belirttiği aynı Kızılderililerdi; uysal, barışsever, kibar. Beyaz adam ise daha aç, daha hırslı, daha vahşi… Yüzdükleri Kızılderili kafa derilerinden para kazanan askerlerle dolu bir beyaz adam ordusu…

Beyaz adam bildiğimiz beyaz adam! Onun gerçekleştirdiği hangi vahşete şaşırabiliriz ki? Günümüzde hangisine şaşırıyoruz? Beni bu kitapta en çok yaralayan nokta beyaz adam değil; kendi ırkına ihanet eden Kızılderililer olmuştur. Beyaz adamın ordusunda iz sürücü olarak görev alan paralı Kızılderililer, kendilerine düşman gördükleri diğer kabilelere beyaz adam ile birlikte saldıran kabileler, ya da beyaz adamın yalan ve fitnesine mağlup olup tetikçilik yapan Kızılderililer. Elbet bu bir sonuç! Yüzyıllar süren bir kıyımın zaman içinde genetik hafızalarına işlediği bıkkınlığın, ümitsizliğin, hayal kırıklığının sonucu. Onları bu konuda suçlayamam çünkü klavye tuşlarına basmaktan başka bir zahmetimin olmadığı bugün, onları yargılamak benim haddime değil.

Kitaba konu olan bu otuz yıllık süreçte hemen hemen tüm beyazlar Kızılderililer’e düşmandı. Bunun en büyük nedeni, günümüzde de geçerliliğini tüm kuvvetiyle sürdüren “medya manipülasyonu”ydu. Çünkü tüm medya, Kızılderililerin yok edilmesi gereken bir ırk olduğu yönünde hem fikirdi. Ne manidardır ki bu manipülasyonun sarhoşluğundan uyanabilenler ise Kızılderilileri yakından tanıma fırsatı bulan insanlardı. Kitapta adı geçen ve Kızılderili soykırımı karşısında canı ve mevkii pahasına da olsa sesini çıkarabilmiş, karşı koymaya çalışmış az sayıdaki beyaz adamı(asker ve sivil) da burada saygıyla anıyorum.

İnanın altını çizdiğim, alıntıladığım, hatta saklamak üzere özenle ajandama aktardığım o kadar çok bölüm var ki… Burada yazmaya kalksam sonunu getiremem. Yine de müsaadenizle birkaç alıntı paylaşıp yazımın sonuna doğru yol alalım.

 “Kızılderililer öylesine az şeyle yetinebiliyor ki, bir türlü uygarca yaşamaya yanaşmıyorlar.” Beyaz adam Nathan Meeker

“Toprak yaratıldığında üstünde sınır çizgileri yoktu, onu bölmek insanlara düşmez…” Kızılderili Reis Joseph

“Omaha beyaz adamlarla dolu bir arı kovanıydı sanki, Chicago gürültüsü, karışıklığı ve neredeyse göğe erişecek gibi görünen binalarıyla ürküntü vericiydi. Beyaz adamlar çekirgeler kadar kalabalık ve amaçsızdılar; sürekli olarak telaş içinde bir oraya bir buraya gidiyor, ama varmak istedikleri yere bir türlü varamıyorlardı sanki.” Washington’a giden Kızılderili heyeti

“O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım(Kum deresi katliamı). Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.” Kızılderili Kara Geyik

“Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir tekinin dışında hiç birini tutmadılar. Toprağımızı alacağımızı söylediler ve aldılar.” Kızılderili Kızıl Bulut

Buraya kadar herhangi bir Kızılderili kabilesinin ya da Kızılderili Şefi/Savaşçısının adından söz etmedim(bir yer hariç), istedim ki onları yazımın sonuna saklayayım. Umarım kitaba karşı sizlerde bir merak uyandırabilmişimdir. Günümüz karanlığında, “Gelecek; geçmişin gerçeği üzerinde ilerler.” Hakikatinin fenerleriyle yol almaya çalışanlardansanız, bu eseri mutlaka okumalısınız. Bu eşi benzeri olmayan, belki de bir daha olmayacak olan insanları tanımalı, öncelikle kendinizle tanıştırmalısınız.

Son olarak;

Son büyük Kızılderili kabileleri olan; Navaho, Cheyenne, Arapaho, Sioux, Comanche, Apache, Kiowa, Nez Perce, Ponca, Paiute ve geçmişte yok edilen nicelerini…

Son büyük Kızılderili Şefleri ve Savaşçıları olan; Manuelito, Küçük Karga, Büyük Kartal, Küçük Kuzgun, Kızıl Bulut, Benekli Kuyruk, Gaga Burun, Gümüş Bıçak, Cochise, Eskiminzin, Kintpuash, Beyaz Ayı, On Ayı, Beyaz At, Quanah Parker, Oturan Boğa, Azgın At, Kör Bıçak, Dinelen Ayı, Nicaagat, Naiche, Wovoka, Koca Ayak ve elbette Geronimo’yu…

Kafası kesilip yirmi yıl sergilenen, iskeleti bir valinin odasında dekor haline getirilen, kafa derileri soyulan, açlıktan atlarını ve köpeklerini yemek zorunda bırakılan, tecavüz edilip karnı yarılıp doğmamış çocuğuyla öldürülen, er bezleri kesilip tütün torbası yapılan, mahrem yerleri kesilip sırıklara takılan, bağırsakları çıkarılıp ağızlarına sokulan, elleri ayakları koparılıp gözleri oyulan, aç kalmaları için avladıkları yaban sığırları katledilen, taşınan(bulaştırılan) hastalıklar ile kırılmaları(ölmeleri) sağlanan, soğuktan donmaları için giysileri ve çadırları yakılan, ve daha aklıma gelmeyen türlü yaptırım ve işkencelere maruz bırakılan ve belki de en önemlisi tüm dostça, iyi niyetle ellerini sıktıkları büyük babaları(ABD hükümeti/başkanı) tarafından aldatılan Kızılderili çocuklarını, kadınlarını ve erkeklerini…

Büyük bir saygıyla anıyorum…    

Kitap adı: Kalbimi Vatanıma Gömün

Yazar adı: Dee Brown

Yayınevi: E yayınları

Sayfa sayısı: 464

Özkan SARI

Hüzünbaz Kadın (No:1)

Şiirden tuvale akar çoğunlukla duygu.
Bu kez boyalar kelimelere dönüşsün dedik.
Ressam Gülay Nalcı’nın Hüzünbaz Kadını Demlik Edebiyat yazarlarının kalemiyle söze geliyor.

Yürüyordu kadın
O yürüdükçe
boyası dökülüyordu
evlerin
çatıların
az önce yanmış lambaların
Temmuzdu
İskelede lacivert bir bavul bekliyordu.
İkindi simitçisi
son para üstünü veriyordu.
Biri eli cebinde,
yüzü denize dönük
saatine bakıyordu bir adam.
Yürüyordu kadın.
Geçip gidiyordu

yoldan,
sokaktan,
yanık susam kokusundan.
Gündüzden artan sesleri,
beli bükülmemiş hevesleri
dağıtıyordu akşam.
Sandaletleri asfaltı sökerken
şehre dönük sırtı üşüyordu.
Çünkü bavul bekliyor,
adam saate bakıyor,
kadın
yalnız yürüyordu.

Derya CESUR
Nisan 2020

Coğrafya Kader midir?

Küçük butik otellerin bulunduğu sokaklardan sahile iniyorum.

İstisnasız tüm gezi ve av tekneleri omuz omuza vermiş dinleniyorlar. Geçtiğimiz yaz oldukça yorulmuş olmalılar. Dalgaların etkisiyle kimi önündeki betona, kimi yanındaki komşusuna çarpıyor hafifçe. Yine de hallerinden memnun gibiler. Hava hafif bulutlu ve güneşli. Kapalı hediyelik eşya standlarını kediler sahiplenmiş, her birinin üzerinde bir kedi uyuyor.

Dalgakırana doğru yaklaşırken sokak köpekleri beni fark ediyor. Anlıyorlar yabancı olduğumu, belli ki daha önce görmediler buralarda. Yatmaktan uyuşmuş bedenlerini yerinden kaldırıp bana doğru yürüyorlar. Kendi aralarında: “Belki bu yeni oğlanın bize verecek bir yiyeceği vardır.” Dediklerine eminim. Kuyruk sallayarak biraz yanımda dolaşıyorlar. Bende yiyecek bir şeyler olmadığını anladıklarında, biri hariç diğerleri uyuşuk uyuşuk geri dönüyor. Artık ben de onlar için “Yeni oğlan” Değilim. Kalan siyah köpek bir müddet benle dalgakıran üzerinde yürüdükten sonra o da geri dönüyor. Aç olmadıkları her hallerinden belli. Sadece Şubatın ıssızlığından sıkılmışlar belli ki… Maaşallah koyun gibiler, oysa benim mahallemin köpeklerinin açlıktan kaburgaları sayılıyor. Sıvasız evlerde yaşayan insanlar o kadar doyurabiliyor.

Dalgakıranın sonuna ulaşıp kayalıklara oturuyorum. Gözüm kayalıklar üzerinde yapışık duran deniz kabuklularına takılıyor. İstiridyeye benziyorlar. Onlarca, yüzlerce. Hiç biri denizin içinde değil. Dalgaların getirdiği deniz suyunun kayalıklar üzerinde ulaştığı son nokta ile kayalıkların deniz içine doğru devam eden başlangıç noktaları arasında bir yerlerde konuşlu hepsi. Belli ki deniz içinde olmak uygun değil onlar için, ya da kayalıkların kuru noktalarında olmak. Bir tür bağımlılık gibi, ne büsbütün içinde ne de büsbütün dışında.

Bizler de onlar gibi değil miyiz? Ne kadar özgür, ne kadar bağımsızız? Bu ülke bizim yuvamız, tıpkı o deniz kabukluları gibi, insanın içine karışsan boğuluyorsun, dışına çıksan yaşayamıyorsun. O kayalığın üzerindeki belirli alanlar gibi, yapışıp kalmışız bir noktasına…. Ne büsbütün içinde, ne büsbütün dışında!

Uzun uzun izliyorum o kabukluları… “Ya ben niye bu denizin bu kayası üzerindeyim.” Diyen oluyor mudur içlerinde. “Ben neden Muğla’dayım da Samsun da değilim.” Ya da “Ben neden Türkiye’deyim de Norveç de değilim.” Gibi sorular soran oluyor mudur? Hiç yapıştığı kayadan ayrılıp Samsun’a doğru yola çıkan oluyor mudur? Sanmam. Peki onlar da “Coğrafya kaderdir.” Diye düşünüyor mudur? Onu da sanmam.

Saçmalıyorum işte…

Oradan ayrılıp arabayı park ettiğim yere yöneliyorum. Küçük bir marina takılıyor gözüme. İçinde birbirinden lüks yatlar. Eminim bir çoğu milyon dolarlık. Sahildeki küçük tekneler gibi yorgun gözükmüyorlar. Hepsi tüm haşmetiyle sarsılmadan bekliyor yerlerinde. Dalgalar bulundukları yere giremediği için, hiç biri sallanmıyor. Gövdeleri aynı denizin suyu üzerinde olsa da limanları farklı!

Sahilden uzaklaşıp dar sokaklara giriyorum. Açık olan esnaflar birer tabure atmış, dükkan önlerinde çaylarını yudumluyor. Bir çoğu kapalı zaten.

Kesme taşlı yol üzerinden tatlı bir meyil tırmanırken gözüme; “Anayurt” isimli şirin bir otel takılıyor. Gülümsüyorum. Bahçesinde, görevli olduğu anlaşılan orta yaşlarında bir kadın duruyor. Tel çitlere yaklaşıp soruyorum:

“Abla merhaba, “Zebercet” Burada mı?”

Kadın şaşkın şaşkın gözlerime bakıyor. Belli ki anlam veremiyor bu soruya.

“Zebercet diye bir şey yok burada.” Diye cevaplıyor.

Teşekkür edip ilerliyorum. Hemen yanında “Sinekli bakkal” adında bir market var. Önünde duruyorum. Yine gülümsüyorum. İçimdeki muzip ile biraz tartıştıktan sonra benim dediğim oluyor ve yola devam ediyorum.

Sonra şehitlerimiz geliyor aklıma. Birisinin bana yanaşıp: “Onlarca şehidimiz var. Duydun mu?” Diye sorduğunu hayal ediyorum. Benim de: “Şehit diye bir şey yok bu topraklarda, savaş diye birşey yok.” Dediğimi. Sadece hayal ediyorum. Çünkü o kadına sorarken Zebercet’in zaten orada olmadığına ne kadar eminsem, şehitlerimizin olduğuna da o kadar emin oluyorum. Her zaman kurgu işe yaramıyor.

Kafam karışıyor. Kediler, köpekler, sahildeki tekneler, kaya üstündeki deniz kabukluları, marinadaki yatlar, bağımsızlık, özgürlük, Anayurt oteli, Zebercet, Sinekli bakkal, sıvasız evler, hepsi kafamı karıştırıyor.

Şehitlerimiz; hadi şu marinada duran yatlara hiç binmemişlerdir eminim de peki şu sahilde bağlı teknelere hiç binmişler midir? Binmedilerse eğer, peki hiç denizi görmüşler midir?

Madem “Coğrafya kaderdir.” De bu canına yandığım “Keder” hep mi garibedir.

Saçmalıyorum işte!

Saygıyla…

Özkan SARI

Saat

Saatimin alarmını sana kurmuşum bilmeden.
Beklemiş durmuşum da içine pil koymadan
o hiç çalmamış,

ben ise hiç uyanamamışım.
Rüyalar görmüş,

hayra yormuşum durmadan.

#özkansarı

Vakti gelmemiş uyanmanın,
rüyalardan düşüp de gerçeğe karılmanın.
Saatler hep sevdada dursun,
hayali de yeter yare uzanmanın.

#deryacesur