İçindeyken insanı huzursuz eden şehirler, yüksek bir tepeden kendilerine bakıldığında huzur veriyor gibi… Seyir için özel hazırlanmış bölümden yaşadığım şehre bakıyorum. Bir de dürbün koymuşlar, bir lira atıyorsun, iki dakika izliyorsun. Bir o kadar anlamsız geliyor bana, gerçekliğinden kaçıp, usta ellerden çıkmış bir makete bakıyor hissi için buradayım ben. Gerçekliğinin tiksindirici yakınlığına inat, uzaklardan gözüme hoş gelen hayaliyle kendimi avutmak… Bir de dürbün koymuşlar! Kırıp, aşağı fırlatasım var, var da 1289 lira cezası var!
Uzun zamandır kalemle dargınız! Ne ben onu elime aldım, ne de o gelip avucuma uzandı. Kim suçlu şimdi? Sorsan herkes haklı! Bugün ilk adımı ben attım ve bir hayli zaman sonra elime aldım onu, nasıl da soğumuş mürekkebi. Uzun bir süre elimde tuttum. Önüme koyduğum boş sayfaya şekiller çizdim, imzamı attım, adımı yazdım… Ha! Bir de adını yazdım.
Hemen hemen tüm harflerle başlayan farklı kelimeler yazıp, cümleler kurmaya çalıştım. Başaramadım. Çünkü kelimeler öğrenmenin bir sonucuydu, cümle kurmak ise düşünmenin! Düşünemedim. Kim suçlu şimdi? “Ben” diyemedim! “Düşüncemin üretemediği oksijene muhtaç olup, nefessiz kalarak ölü doğuyor kelimelerim!” diyemedim. Kabullenemedim.
Kimsecikler yok etrafta. Anlaşılan kimse yükseğe çıkıp uzaktan izlemek istemiyor yaşadığı şehri. Eminim birçoğu bilmiyor bile böyle bir yer olduğunu… Bilmesinler! Hiçbir şeyi bilmeyip de burayı bilselerdi çok zoruma giderdi. Ama ne mümkün; zaten her şeyi bildikleri için burayı bilmiyorlar.
“Serçe Tepesine çıkıp Moskova’yı seyretmeyenler, Moskova’yı gördüm demesin.” Demiş Anton Çehov. Onun ne seyrettiğini, o seyirde nerelere seyahat ettiğini kim bilebilir ki? Yüksekten bir şehre bakmaya ne kadar anlam yüklenebilir ki? Uzun uzun izliyorum yaşadığım şehri, Anton Çehov’un hikâyeleri bilinçaltımdan bir bir gün yüzüne çıkıyor, gözlerimin gördüklerine bir anlam yükleme çabasına giriyorlar. Gözlerimi kapatıp açıyorum… Ve kızıl gökyüzüyle Moskova uzanıyor önümde… Stalin’in yedi kız kardeşi selamlıyor beni. Avucumda kalemim, mürekkebi an be an ısınıyor. Zihnimde gebe düşünceler var; sırayla doğuruyorlar ve kelimeler; ölü doğuyorlar!
Gözlerimi kapatıp açıyorum. Yaşadığım şehir uzanıyor önümde… Yoğun bir sis tabakası örtmüş üstünü, gri gelinliğine, gri bir duvak takmış gibi. Kimsecikler yok burada, ben yukarıda, onlar aşağıda. Ve aşağıya inme vakti.
Kalemim avuç içimde, son kez izliyorum manzarayı. “Anton Çehov ne gördü de ben neyi göremiyorum?” diye soruyorum kendime. “Ne oldu da darıldık kalemle birbirimize?”
İniyorum aşağıya… Tilki misali kürkçü dükkânına! Diğer tilkilerle selamlaşıp masama oturuyorum. Beni gören Ayşe Hanım yanıma yaklaşıyor:
“Çay alır mısınız Lemi Bey?”
“Çay istemiyorum. Varsa sen bana bir kadeh votka ver!”
Ayşe Hanım tepkisiz öylece bakakalıyor. Ne dediğimi anlama çalışıyor, daha doğrusu anlamlandırmaya… Tebessümle devam ediyorum:
Ben bazen
istiyorum, her zaman değil, ne zaman sana yazmak için alsam kalemi elime, ayak
tabanımla ezmek istiyorum parmaklarımı. Tutamasınlar kalemi, basamasınlar
daktilo tuşlarına… Olmuyor! Duyguları parmaklar üretmiyor, bir yer var
insanın içinde, hissettiğin ama öyle ultrason, röntgen, mr, tomografi gibi
cihazlarda gözükmeyen. Duyguları parmaklar üretmiyor, bazısı kalp diyor, bazısı
gönül, bazısı ruh diyor, bazısı hormonların işi… Bilmiyorum! Sadece
hissediyorum. Suçu yok parmakların, onlar sadece elçi! Hem kırsam ne olacak? Hislerimi
kelimelere dönüştüremezsem eğer birbiri üzerine yığılıp kalacaklar içimde bir
yerlerde; havasız kalacaklar, çürümeye yüz tutacaklar, kokuşacaklar,
zehirleyecekler beni… Ve doktorlar tahlil üstüne tahlil, röntgen üzerine neler
isteyecekler neler… Sonra; bir şey göremiyoruz diyecekler!
Bugün Pazar,
sabah erkenden kalkıp çıkınca sokağa, koca şehir bana aitmiş gibi hissediyorum.
İşte böyle zamanlarda duyabiliyorum beton arasında kalmış tek tük ağaçların
hışırtılarını, işte böyle zamanlarda dinliyorum sesleri şehrin homurtusuna
galip gelen serçe cıvıltılarını. Bir de Ekimin veda hazırlığı eşlik ediyor tüm
olan bitene… Hani demiştim ya bir yer var insanın içinde, hissediyorum, bir
şeyler oluyor, ya bir fidan tomurcuklanıyor ya da bir ağaç yaprak döküyor.
Gecenin çiyi
hala üzerinde duran bir bank bulup oturuyorum. Yine böyle zamanlarda garip bir
şey oluyor, kimseye söylemedim daha önce ilk sana söylüyorum. Ne zaman sana yazmak için hazırlansam, dışarıdan
bana doğru yürüyen birilerini görüyorum. Ne oluyor biliyor musun? Göğüs
kafesimin oradan içime giriyorlar. Belki zihnim bana oyun oynuyor bilmiyorum,
ama hissediyorum… Hani demiştim ya bir
yer var insanın içinde, işte oralarda dolaşıyorlar.
Seni hiç
görmedim ben. Ne gördüm ne de sesini duydum. Var mısın onu da bilmiyorum.
Varsın da bir bütün değil gibisin. Hem bedenin hem ruhun parçalanmış da
saklanmış başka başka insanların bedenleri ve ruhları içine!
Zaman zaman
denk geliyorum sanki bir parçana;
Alamıyorum
bazen gözlerimi bir kadının gözünden,
Dinlemeyi bırakıp
uzaklaşamıyorum bazen bir kadının sesinden.
Bazen bir
yerlerde okuduklarımı sen yazdın sanıyorum,
Bazen de
güneşi arkasına almış bir yüzün siluetine kanıyorum.
Sen misin?
Diye sorasım geliyor; soramıyorum.
Sen
değilsin; biliyorum!
Merak etme
okumuyor kimse, önceleri sayfa sayfa saklardım da şimdilerde atıyorum çöpe…
Sana yazmak,
bana yazmak gibi…
Hiç
parmaklarını kırmak istedin mi?
Ben bazen
istiyorum, her zaman değil, ne zaman sana yazmak için alsam kalemi elime, ayak
tabanımla ezmek istiyorum parmaklarımı. Tutamasınlar kalemi, basamasınlar
daktilo tuşlarına… Olmuyor!
Sabahın
olmasını sabırsızlıkla bekledi. Alarmın vakti gelip çalmasına izin vermeden
tilki uykusundan uyandı genç adam.
Zaman
kaybetmeden yatağını toplayıp lavaboya yöneldi. Yüzüne çarptığı soğuk suyun süzülüşünü
ve kendini izledi aynada… Gergin bekleyişin sessizliğini kendi sesi bozdu:
“Kimsin sen be adam?”
Son
zamanlarda hiç birine cevap bulamadığı soruların işkenceleriyle geçmekteydi günleri.
Kim olduğunu bilmediğini düşünüyordu. Geçmişini ve bugününü bir bütünlük
içerisinde kavrayamıyor, anıları birbirinden kopuk canlanıyordu zihninde… Bir
kaza geçirmişte tüm hafızasını yitirmiş gibi!
Çok fazla
insan da tanımıyordu. Ev sahibesi Ferhunde Hanım, devamlı uğradığı kahve dükkânının
sahibesi Sibel Hanım ve ara ara mahallesinde denk gelip karşılaştığı birkaç kişi.
Peki ya gerisi? Bir de hiç görmediği, tanımadığı ama varlığını hissettiği, sanki
kanında, teninde, terinde dolaşıyormuşçasına biri daha vardı; bir insan, belki
bir varlık, belki bir his, tanımsız ama var olduğuna emin olduğu…
Yatak odasına geçip dolabını açtı. Renk renk takım elbiseleri, desen desen kravatları asılıydı. Neyi görse, nereye baksa uyuyan sorulardan biri uyanıveriyordu zihninde. “Bu kadar takım elbiseyi ne zaman, nereden aldım?” diye düşündürüyordu o uyanan sorulardan biri… Ve daha nicesi! İçlerinden birini seçip giyindi genç adam. Çekmecesinden de elbisesiyle uyumlu bir saat seçip taktı. Çıkış kapısı kenarında duran şemsiyeliğinden siyah renkli şemsiyesini alıp dışarı çıktı.
Konuşmalıydı…
Anlatmalıydı tüm olan biteni, yardım istemeliydi, istemekle kalmamalı yardım
dilenmeliydi. Gidecek yeri de, dertleşecek kimsesi de yoktu Sibel Hanımdan
başka!
Her geçen an
adımları hızlanıyor, etrafa karşı olan algısı köreliyordu. Altında yürüdüğü
kavak ağaçlarının sonbahar senfonisini fısıldadıkları hışırtılarından başka ses
yoktu etrafta, varsa da genç adam duyamıyordu, başka bir hareket varsa da
göremiyordu. Sağır bir sessizliğin içinde, kulak yırtarcasına bağıran sorular
dengesini bozuyordu… Bir de O’nu hissediyordu. Hüzün ve heyecan aynı anda hücum
ediyordu gönlüne, bir şey vardı, ya da biri, zulmünü de şefkatini de hâkim
kılıyordu genç adamın üzerine.
Karmaşık
duygularına korku da eklenmişti Sibel Hanım’ın kahve dükkânına vardığında. Her
zaman oturduğu masaya geçip beklemeye başladı. Çok zaman geçmeden Sibel Hanım
göründü mutfak kapısında, tebessümle yanaştı genç adamın yanına:
“Hoş geldin Tarık!”
“Hoş buldum abla fakat hiç hoş değilim. Yalvarırım yardım et bana!”
“Seni ilk kez böyle görüyorum. Neyin var?”
“Dinle öyleyse abla. Seninle çok uzun zamandır tanışıyoruz. Belki de şu gördüğün tüm masalarda farklı zamanlarda oturduk… İnsana, kitaplara, yazarlara, çizerlere, sanata, felsefeye, hayata, aşka dair uzun sohbetler ettik. Bazen birbirimize hak verdik, bazen de fikirlerimiz ters düştü, sonuçta hiç kırmadık birbirimizi. Mutluydum abla… Kim olduğumu biliyordum… Ne olduğumu biliyordum.
Sonra bir şeyler oldu. Geçmişimi hatırlamaz oldum. Nerede doğdum, nerede büyüdüm, annem kim, babam kim, nerede eğitim aldım, nerelerde yaşadım, kimlerle tanıştım, neler yedim, nereleri gördüm, hangi kitapları, hangi şiirleri okudum, hangi müzikleri dinledim? Liste uzayıp gidiyor… Sonunu ise göremiyorum. Kimim ben abla, neyim ben?
Biri var abla; bir insan, belki bir his, belki bir hastalık, belki bir… Belki bir… Bilemiyorum abla, ama hissediyorum. Ben bir kuklayım da o da oynatıcım, ben bir kuluyum da o da yaratıcım. Yaram da o merhemim de, derdim de o dermanım da. Ben onun içinde, o benim içimde sanki… İradem elinde… Hükmüm dilinde sanki!
Sona yaklaşmış, ateşi sönmek üzere olan bir mum gibiyim abla. Ben kimim, O kim?”
Sibel Hanım’ın
az önce tebessüm içerisinde olan yüzünde bir tedirginlik belirdi. Bir şeyler
anlamışçasına gözlerine kararlı bir bakış gelip yerleşti. Genç adam ise
anlatmaya devam etti:
“Dikkatini muhakkak çekmiştir abla, eskiden kelimelerim bir yılkı atı sürüsü gibi özgürce akar giderdi, cümlelerim ünlü ressamların tablolarıyla yarışırdı. Şimdi konuşmakta ve kendimi ifade etmekte bile zorlanıyorum. Yürüdükçe, yol aldıkça sanki arkamda kalan her şey siliniyor; ağaçlar, evler, bulutlar, yollar… Geriye bakmaya korkuyorum. Geriye dönüp karşımda koca bir boşluk bulmaktan korkuyorum. Yalvarırım yardım et!”
Sibel Hanım
tüm olan bitenin farkına vardı. İstemsizce gözleri buğulandı, dudaklarına ince
bir titreme dadandı. Kahve getirmek için genç adamdan müsaade isteyim mutfağa
yöneldi. Henüz mutfak kapısına ulaşamamıştı ki iki eliyle ağzını sıkıca
kapattı. Engel olamadığı ağlama hissine direniyordu, genç adam duysun
istemiyordu. Mutfağa girer girmez bıraktı ağzını kapatan ellerini. Ve bıraktı yere
ayakta tutmakta zorlandığı bedenini.
Kahve yapma
süresinin çok ötesinde geçiverdi zaman. Genç adamın gözleri sık sık mutfak
kapısını gözlüyordu. Az sonra açıldı o kapı, tebessüm eden yüzüyle ve ellerinde
tuttuğu iki fincanla geri döndü Sibel Hanım.
“Al bakalım Tarık kahveni, en sevdiğinden; şekersiz, az sütlü”
“Teşekkürler… Eee abla! Ne diyorsun bu duruma?”
“Hepimiz geçiyoruz böyle zamanlardan. Dönemsel bir depresyon seninkisi, merak etme yakında bir şeyin kalmaz.”
Sibel Hanım
fincanı ağzına götürdüğü anların dışında ellerini masanın altına saklıyordu. İçinde
bulunduğu durumun stresi, tedirginliği ve hüznü içinde parmakları birbirinden
bağımsız çok hızlı hareket ediyordu. Çok
fazla konuşup genç adamın şüphelenmesini istemiyordu. Kısa ve telkin edici
cümlelerle bir an önce bu buluşmanın son bulmasını istiyordu. Öyle de oldu.
Genç adam az da olsa kendini rahatlamış hissetti. Müsaade isteyip kalktı
masadan. Kapıya yöneldi, tam çıkmak üzereyken geriye dönüp Sibel Hanım’a
seslendi:
“Biri var abla… Sanki ben onun maşuğuyum da o benim aşığım!”
Son sözleriydi
bu genç adamın.
Sibel Hanım genç adamı bir daha göremeyeceğini biliyordu. Anlatmak istedi tüm olan biteni fakat birileri anlatmasını istemedi: “Biz birer öykü karakteriyiz sadece… Gerçek değiliz, bu senin içinde bulunduğun son öyküydü. Senin, varlığını hissedip, anlamlandıramadığın ve adına aşk denilen o duyguyu sana yaşatan, “Biri var abla” dediğin ve kendi yarattığı karaktere âşık olan o kişi; bizi yaratan kişiydi. Sana öylesine âşık oldu ki; gerçeği ve kurguyu birbirinden ayıramaz oldu. Sana öylesine âşık oldu ki; ilgi duyarsın da gönlün kayar diye başka bir kadın karakter yaratıp seninle karşılaştırmaktan bile korktu. Gözlerine benim gözlerimden baktı, sözlerini benim kulaklarımdan dinledi. Her yeni öykümüzde daha da bağlandı sana, gün geldi; durumu klinik bir vakaya dönüştü. Eskisi gibi yazamaz oldu, tedavi gördü. Sana her şeyi anlatmak istedi ama yapamadı. Sonrasında her yeni öyküde hafızanı silmeye başladı, her şeyini sildi zihninden. Ama bir şeyi hep bıraktı; senin onu hissedip, beslediğin duyguları. Sen onun içindeydin, o senin içinde. Bu son öykü Tarık… Bu bir veda!” Diyemedi Sibel Hanım. Tek yapabildiği, yol aldıkça arkasında kalan her şeyin silindiği, yol aldıkça yok olup giden Tarık’ı kahve dükkânının penceresinden izlemek oldu.
***
Yazar Deren
Hanım, kâğıda düşen ve mürekkebi dağıtan gözyaşları eşliğinde son cümlelerini
yazdı:
“Zaman;
ölçülmüş veya ölçülebilen bir dönem, uzaysal boyutu olmayan bir süreklilik.”
Der sözlükler.
“Zaman; oluş,
gelip geçiş, değişme ve süreklilik biçimi; dönüşü olmayan bir doğrultuda
birbiri ardından gitme.” Der felsefe.
Fizik başka
şeyler söyler, Matematik başka şeyler. Edebiyat ise bambaşka…
Zaman, fiziksel
kurallar çerçevesinde her insana eşit davransa da ruhsal açıdan bir o kadar
farklı davranır. Burada elbet suçu zamana atarak kendimizi temize çıkaramayız.
Zamanın üzerimizde nasıl bir etki yapacağını ve bırakacağını çok özel şartlar
dışında yine kendi tercihlerimiz belirliyor galiba.
Biz zaman
içerisinde yol alırken bize getirdikleri olduğu gibi bir de götürdükleri
oluyor. Şimdide duralım ve geriye dönelim. Geriye dönüş mümkün olmadığı için “geriye
dönelim” cümlesi yanlış oluyor. O zaman düzeltelim; şimdide duralım(şimdide
durmak da mümkün değil fakat idare edin artık, sonuçta fizik dersi işlemiyoruz)
ve geriye bakalım, zamanın bize getirdiklerinden, bizden götürdüklerini
çıkaralım, elimizde pozitif ya da negatif anlamda kalanların miktarı bize büyük
olasılıkla zamanın üzerimizde bıraktığı etkiyi okumamızda yardımcı olacaktır.
Buraya kadar
kusuruma bakmayın lütfen, heyecanımı yenmek için yaptığım bir girizgahtı sadece.
“Roman,
şehirle başladı.” Demişti adını hatırlayamadığım bir edebiyat insanı. Ne de
hoşuma gitmişti bu söz. Hoşuma gitmesinin elbet nedenleri vardı. Bu nedenlerden
biri, kabuk bağlayan ama hiç iyileşmeyen bir yaramı tatlı tatlı
kaşındırmasıydı. Bilirsiniz bu kaşıntıyı, bir kere başladınız mı parmaklarınızı
durduramazsınız, iradenize hükmedemezsiniz. Ve o yara eninde sonunda kanar.
İşte o yara
sonunda kanadı. Kanadı kanamasına da bu yara dizimde, dirseğimde ya da müdahale
edebileceğim vücudumun herhangi bir yerinde değildi. İçimde bir yerlerde,
derinlerde, belki de zamanın içinde bir yerlerdeydi. Kaşımak ve kanatmak çok
kolay olduysa da kanamayı durdurmak neredeyse imkansızdı.
“Roman,
şehirle başladı.” İşte o şehirler, insanlara olay örgüsü belli ve birkaç karakterle
sınırlı hikayelerden oluşan hayatlardan çok ötesini sundu. Karmaşık kurgular
içerisinde, sınırsız sayıda karakterlerin tesir ettiği bir romana dönüştü insan
hayatı. İşte o şehirler, kendi kimliklerini yarattı. Nefes alıp veren, hisseden,
yaşayan, yaşatan… Bir ruha sahip varlıklara dönüştü şehirler.
İşte böyle
bir şehre yirmi beş yıl sonra tekrar döndüm. Dürüstçe kendime itiraf edemesem de
belki dönmek istedim, belki de başka bir şeyi bahane edip yolumu bu şehre
düşürdüm. Bilmiyorum! Belki biliyorum ama emin değilim! Belki eminim ama dürüst
değilim!
Eylül akşamının
ılık havası eşliğinde şehre adım attığımda, yine bir eylül akşamı babasının
Opel marka arabasının arka camından geride bıraktıklarına son kez buğulu
gözlerle bakan bir genci görür gibiydim hayal meyal.
Şimdilerde
pedagoglar ve psikologlar avaz avaz bağırmakta; çocukluk ve gençlik yıllarında
yaşanan travmaların, ömür boyu bireyin taşıyacağı izler bırakması yüksek bir
olasılık. O zamanlar pek bilinmezdi bunlar, “alışır”, “unutur”, “daha çocuk”
gibi sözlerle teşhis konulur, tedavisi ise işin uzmanı olduğu düşünülen bir
varlığa, kavrama(artık adına ne derseniz deyin) bırakılırdı: zamana!
Yirmi beş
yıl! Namı diğer çeyrek asır.
Yine kendime
açık açık itiraf edemesem de bu şehirde önce bir mahalleyi, ardından bir sokağı
bulmak için kendime bahaneler uyduracak, beni uzaklardan buraya çektiğine
inandığım bir mıknatısın daralan çekim alanına yaklaştıkça, kendimi çekip
çıkarmamın imkansızlığı bilinciyle belki de çırpınmayı bırakacaktım.
Ben bu
satırları yazarken, yazdıklarım çoktan gerçekleşmiş olsa da kelimelerimle
rotasını çizdiğim yolu bir mahalleye, bir sokağa hala götürememiş olmamın en
büyük nedeni; titreyen parmaklarım, parmaklarımın titremesine neden olan sinir
sistemimi kontrol etmekte zorlanan beynim, damarlarım içerisinde akan kanda
fırtınalar oluşmasına sebep olan kalbimdir. Böyle zamanlarda kusursuz
bütünlüğünü kaybeden insan bedeni ve ruhu, insana kusurlarla dolu başka bir
boyut sunar.
Elbet o
mahalleyi ve o sokağı buldum. Zaman denilen öğütücünün insanla yaptığı
işbirliği sonucu dişleri arasına aldığı kendi geçmişini nasıl geri
döndürülemeyecek biçimde yok ettiğini gördüm.
Niyetim,
size o sokakta gün boyu yaşadıklarımı, karşılaştıklarımı anlatmaktı. Elimden
tutan genç bir oğlanın, kuş tedirginliğiyle atan kalbi eşliğinde genç bir kızı
nasıl aradığını ve bulamadığını aktarmaktı. Yapamadım.
Son olarak,
birilerinin beni tanıyabileceğine hiç ihtimal vermeden, yirmi beş yıl öncesinin
hayaletlerinden kaçarak uzaklaşıyordum ki arkamdan gelen sesle irkildim:
“Adnan!”
Geriye dönüp
bana seslenen insana baktım. İnsan zamana yenik düşüp değişse de gözleri hep
aynı kalıyor. Gözleri hiç değişmiyor.
“Adnan! Sen ha!”
Tanımam çok
zor olmadı komşumuz Ayfer Teyzeyi. Sarıldı bana. Yirmi beş yıl önce beni
uğurlarken nasıl sarıldıysa, sanki hala öyle kalakalmışçasına…
Tüm olan
biteni ağlayarak anlatmaya başlamıştı ki “öğrendim” diyerek susturdum.
“Roman, şehirle başladı.” Dedim Ayfer Teyzeye
Biraz
şaşkın, çokça da anlamamışçasına gözlerime baktı. Neler gördüyse gözlerimde,
sesi okşarcasına sordu: