Yetmez !

“Yeter artık !” demeyeceğim;
çünkü yetmez.
Çünkü cehalet, kurban ettikçe derinleşen aç karınlı bir kuyudur, doymaz.

Yaratıcının ömür taktirini yok sayıp ölüm meleğini aradan çıkaran ademoğlu bir kadına daha salladı orağını.
İradesine direnen zayıf eklentiyi (!) savurdu attı.

Okumadım nasıl yaptığını.
Tiksinerek okuyup hesaplarında ayrıntısıyla paylaşan çaresiz dostları görünce telefonu da koydum kenara.
“Yeter artık !”
“Ama gerçekten yeter artık !”
“Bu son olsun !”
….

Olmayacak !
Düşen ekmeği öperek alnına koyarken onu kutsalı sayan çocuk, bir kadına kalkan elin iki dünyada da kırılacağına inanmadan olmaz.

Küçük gözleri önünde henüz bir saat önce yalvararak insaf dilenen annesinin akşam yemeğini yetiştirme telaşını anlamadan, acıyan etleriyle dünyanın telaşında dolanırken inceden inceden havaya karışan “ah”larını duymadan, göz göze gelirsem tutamam da kendimi ağlarım diye hep boşluklara yolladığı bakışlarını görmeden olmaz.

Sövüp, dövüp, sindirip, öldürüp yine de erkek erkek dolaşan abilerin, amcaların, dayıların, babaların havasından geçilmezken, akşam üstü çekildikleri karakollardan sabah vakti sırıtarak dönüşlerini izlerken olmaz, olmayacak.

Ahh.. Yazarım elbet,
Sayfalar dolusu yazarım.
Sen okursun ağlarsın,
o okur kahırlanır,
herkes bağır bağır bağırır; “Yeter artık !”

Üç beş gün geçer, yeni bir mevzu vücut bulur,
sayfa çevrilir, meydan durulur.
Sonra,
daha çökmeden taze mezarın üstündeki toprak
biri daha çıkar, “Bana nasip değilsen kimselere olmayasın !” der,
bir çift ayakkabı daha eksilir kapılardan.
Dizler dövülür,
saçlar yolunur,
üçüncü sayfalar  yeni kurbanla namını yürütür,
kanlar çekilir,
içimizdeki isyan köpekleri kudurur.
Kaç bin yıldır budur olan.
Bizim buralarda kadın dediğin Allah’ından önce erkeğinden bulur.

Yemeği önüne konmuş, tabağı başka ellerde yıkanmış, ne gösterdiyse alınmış,  gel demiş gelinmiş, erkek diye kaç koyunlar kesilmiş, mirasta hakkı verilmiş, kaş kaldırınca sinilmiş, el kaldırınca susulmuş…

Kimse bir günde cani olmaz canım kardeşim.
ben anladım, sen de anla.  

Sıkışma

Kapıyı kimse çalmasa.
Telefonla kimse aramasa.
Hayatlarımıza yeşil bir nur gibi inip, şimdilerde yüzlerce insanlık kalabalığıyla boğazımı sıkan iletişim kabusu  hayatımdan çıksa…

Işığa ulaşamayan sabahlara kurulmuş düş budayıcı bir çalar saatle başlayıp, odadan odaya adımlayarak ve yine de hiç tamam olamadan tükettiğimiz günlerden uyanmak istiyorum;
 uyanıp, bu yorgun rüyayı tövbelerle savurmak…

Hayır,
tesadüf değil bu kıyamet.
Ancak haftalar sonra randevu alınabilen psikolog ajandaları, bizim yerimize ne yiyip ne yapacağımıza, kimlerle konuşup gezeceğimize hükmeden ve kültür mantarı gibi her kovuktan baş veren yaşam koçları, rahat (!) bir hayata giden yollar bunca kısalmışken göğsümüzden hiç düşmeyen asalak can sıkıntısı, şımarıklık değil.

Değil;
çünkü şeylerin arasında seyreldik biz.
Çalan zillerin,
susmayan dillerin,
duvarların,
caddelerin,
bildirimlerin,
e-maillerin,
üst üste istiflenmiş mahremiyet yoksunu evlerin,
ekranlardan gözümüze, kulağımıza , oradan ruhumuza düşüp sabır katili olan haberlerin kimliksizliğinde epridik.
Sahte gülüşlü öz çekimlerin,
zamanın saniyelik vuruşlarında buluştuğumuz parmak uçlarından beğenmeler dilendiğimiz sanallıkların içinde eridik.

Bitmeyen işlerin,
oh demeye yetmez günlerin,
hep yarına çalışılan gecelerin,
utangaç hayırların,
keyifsiz evetlerin çemberinde daraldık.

Ofların arasında kaldık biz.
Yakalanmaz modanın,
yaşam düşmanı gıdaların,
onu yiyin bunu  yemeyin insanlarının,
gün geçmeden birbirini yalancı çıkaranların,
istikrarla haddimizi  hatırlatanların,
bitmeyen savaşların,
göçüklerin,
çürümüş demirlerin,  insafsız virüslerin,
cehalet dostu felaketlerin,
kan donduran ölümlerin ortasında kendimizden azaldık.

Sıkıştık biz,
otobüslerde, metrolarda, kaldırımlarda,
evlerde, avmlerde, ofislerde,
kornalı küfürlü trafiklerde.
Gölgelerimizin hışırtısından
yaşamın gerçek seslerine sağır kaldık.

Biz
şeylerin hükümferma olduğu sahte bir dünya yarattık,
sonra geçtik karşısına, hayran hayran bakındık.
Şimdi,
günün ortasındaki herhangi bir anda göğüs kafesimizi sıkıştırıp en yakın pencereye acele adımlar attıran tüm bu heybete bakıyorum da,
dev hortumlar gibi önüne geleni girdabına çeken bir canavardan öte değil gözümde.

Koskocaman, taş kapaklı bir kitabın sayfa aralarında yaşayan kağıttan adamlar, kadınlar ve çocuklar gibi, kurmaca bir hikayenin içinde kısılıp kaldık.

Lakin, bu kurmaca değil vahim olan.
Dertli durum, onun bir kurmaca olduğuna ikna olup, ona rağmen yaşamak.

Saat: öğleden sonra bir vakti beş geçe…
Kapıyı kimse çalmasın,
telefonu sessize aldım, arayan bulmasın.
Oda sessizliğe,
gün ışığı perdeye,
canım kendime kalsın.

Derya CESUR
Şubat 2020

Müzik: Wings To Fly – Taubasa Wo Kudasai

Tyke

Merhaba insan. Benim adım Tyke… Ben bir filim.

Size bu satırları demir parmaklıklı, bedenimin anca sığdığı, herhangi bir yöne doğru özgürce hareket edemediğim hücremden yazıyorum.

Şu anda 19 yaşımdayım. Nerede doğduğumu bilmiyorum fakat küçüklüğümden beri bu dar ve pis yerlerde tek başıma yaşıyorum. Sirklerde ve eğlence parklarında çalışıyorum.

Bazen rüyalarımda daha önce hiç görmediğim yerler görüyorum. Ucu bucağı belli olmayan yeşil düzlükler, masmavi rengiyle geniş göller, tenimi yakarcasına bana dokunan ulu güneşi görüyorum. Büyüklü küçüklü yüzlerce fil görüyorum… Uyandığımda ise sıvasız bir duvar, yanımda kendi pisliğim, önümde ara sıra biraz saman görüyorum.

Yoruldum…

Her gün, gündüzleri terbiyecim ve bakıcım tarafından çivili sopalarla ve demir çubuklarla dövülüyorum. Akşamları yüzlerce insanın karşısında tehlikeli gösteriler yapmaya zorlanıyorum. Eğer benden istenilen hareketleri yapamazsam, ışıltılı gösteri gecelerinin sonunda, karanlıkta önce dövülüyor sonra aç ve susuz bırakılıyorum.

Acı çekiyorum…

Her hafta yüzlerce kilometre, dar bir kafeste sağa sola çarparak yolculuk yapıyorum. Ayaklarım dayanamıyor. Doymuyorum, kuru ottan başka bir şey vermiyorlar. Kana kana su hiç içemedim. Vücudumun her yerinde yaralar oluştu. Tedavi etmiyorlar ve gün geçtikçe daha çok canım yanıyor.

Bazen rüyalarımda daha önce hiç yemediğim şeyler yiyorum. Farklı farklı ağaçlardan yapraklar, gür çayırlıklarda çeşit çeşit otlar. Billur nehirlerden hortumumdan taşarcasına su içiyorum. Ve hortumumdan sırtıma püskürtüyorum. Çamurlarda doyasıya uzanıyorum… Uyandığımda içi boşalmış bir su testisi, hortumumda içi derinleşmiş acı veren bir yara görüyorum.

Korkuyorum…

Artık bedenim yorgun, gönlüm yorgun, benden istenileni yapamaz oldum. Yapamadıkça dövüyorlar… Hastayım, anlamıyorlar… İnsanlara zarar vermekten korkuyorum. Kaçıp gideyim diyorum buralardan, belki rüyalarımda gördüğüm yerleri bulurum!

Bir süre önce Pennsylvania’da, dayanamayıp sahneden kaçtım ve binanın kapılarını kırdım, yakaladılar. Ardından üç ay sonra Dakota’da terbiyecimin beni çivili sopayla dövdüğü sırada yine dayanamayıp terbiyecimi ezdim kaçtım, yakaladılar.

Kendimi buraya ait hissetmiyorum…

Bu acılara, bu işkencelere, bu açlığa-susuzluğa, bu sevgisizliğe, bu acımasızlığa, bu derin yaralara, bu bitmez yollara, bu soğuk duvarlara, bu insanlara daha ne kadar süre dayanabilirim bilmiyorum.

Bazen rüyalarımda daha önce hiç görmediğim yerler görüyorum. Uçsuz bucaksız yeşil düzlükler. Masmavi geniş göller, nehirler… Yüzlerce fil görüyorum omuz omuza çamur deryalarında. Tam 86 tane ateşten Anka kuşu görüyorum, beni olduğum yerden kaldırıp bulutların üzerine bırakıyorlar. Kapattığım gözlerimi açıyorum… Ve karşımda annemi görüyorum…

Kaçıp gideyim diyorum buralardan… Belki rüyalarımda gördüğüm yerleri bulurum!

(1993 Tyke / Hawthorn sirki)

Buraya kadar olan bölümü Tyke kendi yazdığı mektupla bize anlattı. Mektubu yazdığından bir yıl sonra yaşananları da ben anlatayım size:

1994 yılıydı, Honolulu’da gündüz yapılan bir sirk gösterisi sırasında yaşadıklarına artık dayanamayan Tyke kendini kaybetti ve yüzlerce seyircinin önünde terbiyecisini ayaklarıyla ezerek öldürdü. Tyke’i sakinleştirmeye gelen bakıcısını da ağır yaralayıp kaçarak çıkış kapısına doğru koşmaya başladı. Kaçmasını engellemek için demir kapıyı kapatmaya çalışan sirk görevlisini de yaralayarak ana caddeye ulaştı. Yoğun trafikte araçlara ve insanlara aldırmadan var gücüyle koştu. Çok zaman geçmeden polis ekipleri Tyke’in etrafını sardı. İki araç arasında bekleyen Tyke’a tabanca, av tüfekleri ve hafif makineli silahlarla ateş etmeye başladılar. Tyke’in vücuduna tam 86 adet mermi isabet etti. Kanlar içerisinde olduğu yere yığılan Tyke yaklaşık iki saat sonra 20 yaşındayken öldü.(Tyke’in vurulma ve ölüm anındaki canlı görüntülerini cesaretiniz varsa Youtube’den izleyebilirsiniz.)

Tyke’in ölümünün ardından birçok vatandaş Honolulu belediyesine, devlete ve Hawthorn şirketine yüzlerce dava açtı. Sirkler konusunda geniş çapta protesto ve boykotlar gerçekleşti. A.B.D’de hayvanlar açısından sirk koşullarının iyileştirilmesine yönelik yeni yasalar çıkarıldı.

Yine de günümüzde gelinen noktaya baktığımızda birçok sirkte hayvanlar terbiye edilmek için işkencelere maruz kalmakta ve kötü beslenme, barınma koşullarında doğal yaşam alanlarından uzakta hayatlarını sürdürmekteler.

Eğer bir gün bir sirke gitmek isterseniz aklınıza lütfen TYKE gelsin.

Yukarıdaki fotoğraf Tyke ölmeden dakikalar önce çekildi.

Umarım şimdi rüyalarında gördüğü yerlerdedir.

Özkan SARI

En Uzaktaki En Yakınlar

Evin oturma odası çok çok uzun bir zamandan sonra bu kadar fazla insanı ağırlıyordu. Ve çok çok uzun zamandan sonra bu insanları ilk defa… Emin Bey’le beraber toplam altı kişi. Geriye kalan beş kişi ise Emin Bey’in oğulları Alp, Ataman ve Akşit ile kızları Alaz ve Alagün. En küçükleri Alp dışında dördü de evliydi fakat aldıkları ortak kararla eşlerini getirmemişlerdi(Alagün’ün eşi Alp’le, Akşit’in eşi de görümceleriyle konuşmuyordu.)

Emin Bey her zamanki tekli koltuğuna oturmuş sessizce bekliyordu. Oğulları ve kızları ise daha biri cümlesini tamamlamadan diğerinin sözünü kestiği gergin bir ortamda konuşmaya çalışıyorlardı.

“Abi artık burada kalamaz babam. On yılı geçti annem öleli. On yıldır öyle ya da böyle gördü kendi işlerini ama artık tek başına kalamaz. Doktor da aynı şeyi söylemiş.” Dedi öğretmen olan kızı Alaz.

Doktor olan oğlu Ataman ise sinirden kızaran yanaklarıyla Alaz’a dönerek: “Doktor öyle mi söylemiş küçük hanım? Yapma ya… Kaç defa babamla beraber doktora gittin acaba. Kaç defa abi sizin işiniz var ben yazları tatilim deyip götürdün babamı? Doktor öyle söylemişmiş hadi oradan!”

“Bırakın birbirinizi suçlamayı da nasıl bir çözüm bulacağız onu konuşalım. Babamın maaşı yerinde, herkesin de kazancı iyi, özel ne bakım evleri var. Çiçek gibi bakarlar babama. Maaşı yetmezse de biz takviye ederiz.” Dedi küçük oğlu Alp.

Emin Bey ne çok severdi Alp’i. Belki en küçüğü diye, belki de eşi Feride Hanım ölene kadar onlarla beraber yaşadı diye bilemiyorum ama Alp’e bir başka bakardı gözleri. İçlerinde tahsiline devam etmeyen tek kişi Alp’ti. Diğer çocuklarının tüm tepkilerine rağmen(Hatta Alagün küsmüş iki yıl konuşmamıştı babasıyla) yüklü miktarda kredi çekip bir iş kuruvermişti Alp’e. Emekli olduktan sonra da evde oturmayıp Alp’in iş yerinde vakit geçirir, ona yardım ederdi.

“Beşinizi de okutmak için çok emek verdim. Ama biriniz okumadı, tüm çabalarına rağmen olmadı. Şimdi sizler mesleğinizi icra ediyor ve hayatınızı idame ettirecek parayı kazanıyorsunuz. Bu da aslında benim size bir armağanım çocuklarım. Ama Alp’e böyle bir armağan veremedik. Bu yüzden ona yardım ettim. Belki bir gün anlarsınız beni…”  Der ve o zamanlar çocuklarına durumu açıklamaya çalışırdı Emin Bey.

“Hiç kusura bakmayın, Alp’in kazancı bizi beşe katlar. Ben daha evimi yeni almışken, Alp Efendinin kat kat apartmanları var. Bir kere dedi mi Abla siz kirada oturuyorsunuz, gelin benim dairelerimden birine yerleşin diye. Madem babamın parasıyla kuruldu bu şirket, bizim hakkımız yok mu? Hem bekâr, baksın Alp Efendi babasına.” Diğer öğretmen kızı Alagün, intikam vakti gelmiş bir düşman gibi haykırdı.

Emin Bey karşısında oturan insanlara bakıyor, neler söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Dikkati çabuk dağılıyor, gözünü oda içerisinde farklı noktalara dikiyordu. En çok da duvarda asılı duran Feride Hanım’ın büyütülmüş vesikalık fotoğrafına. Fotoğraf büyütülünce netliği biraz kaybolmuştu fakat zihninde öylesine net ve canlıydı ki…

On yıldır yalnız yaşıyordu. Çocuklarının, üzerimize kalacak korkusuyla daha henüz Feride Hanım’ın yılı dolmadan kendisini genç bir kadınla evlendirme çabalarına girişmeleri, Emin Bey’in kararlı duvarlarına çarpıp parçalanmıştı. Feride Hanım ölmeden önce haftada bir gün tüm ailenin toplanıp gerçekleştirdiği Cuma akşamı yemekleri, Feride Hanım’ın ölümünden sonra sadece bir kere yapıldı. Sonrasında münferit ziyaretler dışında bir daha toplanılmadı.  Her geçen gün daha da uzaklaştı çocukları Emin Bey’den, sık sık gidersek, diğerleri tüm sorumluluğu üzerimize yıkar düşüncesi vardı her birinde. Hem Emin Bey gayet sağlıklıydı, kendi işlerini kendi görebiliyordu. Öyle ya, bedenin sağlıklıysa her şey tamamdı!   

“Sakın benden önce ölme!” Derdi Emin Bey Feride Hanım’a, sanki Yaratan’la bir sözleşmesi varmışçasına.  

En büyük çocuğu, banka müdürü oğlu Akşit devam etti: “Yaa siz neyin derdindesiniz? Kimse alıp evine götürmeyeceğine göre, Alp’in dediği gibi bulacağız güzel bir bakım evi. Hem artık bizi de tanımıyor doğru düzgün. Hatırlamıyor! Üzülecek bir durumu da yok. Hem aklımız onda olmaz, hem güzelce bakılır.”

Evet, hatırlamıyordu eskisi gibi Emin Bey, ara ara birbirinden kopuk cümleler mırıldanıyordu kendi kendine hepsi bu. Emin Bey hatırlamıyordu hatırlamamasına da demek ki çocuklarının onun kim olduğunu hatırlamalarının da bir önemi yoktu.

Ben bu evin tüm çocuklarından eskiyim. Tüm çocuklarının ilk adımları, ilk konuşmaları, daha dün gibi hafızamda… Emin Bey ve Feride Hanım’ın geç konuşmaya başlayan kızları Alagün’ün konuşması için akşamları karşısına oturup(hiç konuşamayacak korkusuyla) günlerce, aylarca onu konuşturmaya çalışmaları, ilk kelimesini söylemeye başladığı o akşam birbirlerine sarılıp salya sümük ağlamaları gibi… Annesini hiç emmeyen ve mamayla büyüyen Ataman’a her gece yarısı kalkıp Emin Bey’in mama hazırlaması gibi…

“Tamam, o zaman yarından itibaren arayalım bir bakım evi. Bir iki gün daha burada kalsın babam. Her gün birimiz biraz yemek getirir ve kontrol eder. Zaten tuvalete gitmek dışında yerinden kalkmıyor. Kimseye de söylemeyin dallanıp budaklanmasın bu iş.” Dedi Alaz.

Dertti onlar için bu durum. Hem de büyük bir dert. Bir zamanlar var oluşlarıyla(doğmalarıyla) hayatın tüm zorluklarına göğüs germesine neden oldukları adamın, yok oluşu kendilerine itiraf edemedikleri beklentileriydi. Herkesin çoluk çocuğu! Bir düzeni vardı. Emin Bey ise bu düzen içerisindeki tek düzensizlik.

Hepsi aynı anda kalkıp gittiler.

Emin Bey alışık olmadığı gürültünün son bulmasıyla biraz rahatladı. Oda içerisinde belli aralıklarla belli noktalara takılı kalan bakışları, son olarak en uzun süre kalacakları nesne üzerinde sabitlendi; Feride Hanım’ın fotoğrafı. Yüzünde, çok hafif bir tebessüm belirdi, belli ki gözlerinin sinirleri tarafından beynine taşınan ve orada işlenen görüntünün kim olduğunu hala anlıyordu. Belli ki kalbi, beynine yardım ediyordu. Dudakları birbirinden ayrıldı, gözlerini hiç oynatmadan, kısık bir sesi serbest bıraktı dışarı:

“Kim bunlar?”   

Kim olduklarını belki biliyor, belki de bilemiyordu, belki de bilmek istemiyordu.

Emin Bey’in içinde neler yaşadığını, neler yaşattığını, neler yaşatacağını hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Dün Emin Bey’i götürdüler.

İlk kez ayrıldık onunla. Kendimi tanıtayım; ben bu evin kendisiyim. Çocuklarım rahat etsin diye bir zamanlar Emin Bey’in iki katlı olarak inşa ettirdiği evim ben. Cansız bir varlığım evet. Ama cansız maddelerin de bir hafızası var. Tıpkı benim hafızam içinde taşıdığım bu yaşanmışlık gibi.

Dün Emin Bey’i götürdüler.

Yakında beni de satarlar!

Özkan SARI

Yirmi Altı Yıl

Dünyanın sadece bizim etrafımızda döndüğünü sandığımız yıllar.

Anne babamızın, başkasından geri kalıp üzülmesin, mahcup olmasın diye düşünerek cebimize koyduğu okul harçlıklarını ne zor şartlarda kazandıklarını bilmediğimiz, bilsek bile ilgilenmediğimiz yıllar.

Okul yılları…

Gri pantolon, beyaz gömlek, lacivert kravat ve ceketten oluşuyor o zamanlar okul üniformaları. Gömlek ve pantolonum ütülü olmadan, kafama da bir avuç jöle sürmeden çıkmıyorum sabahları evden.

Sınıf başkanıyım ve sınıfın başarılı öğrencilerindenim. Hani her sınıfta bir popüler erkek ve kız öğrenci olur ya; işte o erkek öğrenciyim.

Popülaritenin bana sağladığı öz güven, egomu öylesine beslemekte ki beslendikçe büyümekte, büyüdükçe acıkmaktaydı.

Ego, ergenlik, popülerlik ve öz güvenin bir araya gelmesiyle şekillenen duygu ve düşüncelerim, sağlıklı ve seviyeli davranışlar sergilemekten alıkoymaktaydı beni.

İşte tam bu zamanlar yeni bir İngilizce öğretmeni tayin oldu okulumuza. Sınıfımızla ilk dersi tanışma faslıyla geçmişti. Öğrencilerin şahsına sormadığı genel soruları sınıf başkanı olarak bana soruyor, sınıfla ilgili bir durum olduğunda, ders aralarında beni öğretmenler odasına çağırıyordu.

Adı Burcu’ydu. Bizlerden en az on beş yaş kadar büyüktü. Çok kısa sürede, sınıfta öğrencilerle kurmuş olduğu yapmacıklıktan uzak ve samimi ilişkiler, kendi yaşıtı bir erkekmişim gibi benimle konuşurken bir şeyleri olgunca aktarmaya çalışması, Burcu Öğretmenle aramızda diğer öğretmenlerden farklı olarak sıkı bir bağ oluşmasına neden olmuştu.

Tüm arkadaşlarım ve özellikle ben onun derslerini iple çekiyorduk. Onun derslerinin olduğu günlerde annemin tüm direnişine rağmen ütülü kıyafetlerimi bir kez daha ütületiyor, dayımın Almanya’dan getirdiği playboy marka parfümü sıkıyordum.

Burcu Öğretmenin bana karşı olan sevecen davranışları ve bazen ”yakışıklı” diye seslenmesi; zaten beni avucuna almış olan egomun ve öz güvenimin iştahını kabartıyordu. Burcu Öğretmene karşı önceleri beslediğim öğretmen sevgisi, sonraları onu tavlamaya çalışan kararlı bir aşığın sevgisine dönüşüverdi.

Ona bakarken bakışlarımı daha bir keskinleştiriyor, kendimce olgun konuşmalar yapmaya çalışıyordum. Sınıfta yerimi değiştirip öğretmen masasının hemen önündeki sırada oturmaya başladım. Ders boyu gözlerimi bir an olsun başka bir yöne çevirmiyordum.

Kızıl saçlı, dolgun yanakları kahverengi çillerle süslü, tırnakları her daim ojeli ve iri göğüslüydü. Devamlı uzun etekler ve kot ceketler giyerdi. İçtiği sigaranın kokusu parfümünün kokusuna karışır, bu koku beni daha fazla cezbederdi.

Cesaretimi toplayıp Burcu Öğretmene bir aşk mektubu yazmaya karar verdim. Günlerce düşünüp kurgulayarak, bir gece herkes yattıktan sonra aldım kalemi kağıdı elime… ”Sevgili öğretmenim” ile başlayıp ”seni seviyorum” cümlesi ile biten mektubu bitirdiğimde, gün ışığı çoktan odamı aydınlatmıştı.

Gece boyu uyumamama rağmen ne bir yorgunluk ne de uykusuzluk hissediyordum. Aksine, bir an evvel rengarenk kağıtlara aşkımı döktüğüm mektubumu teslim etmek için sabırsızlanıyordum.

Erkenden okula gidip, öğretmenler odasının kapısı önünde heyecanla Burcu Öğretmenin gelmesini bekledim. Avuç içlerim terliyor, mektubu ıslatmamak için sık sık ceketime siliyordum. Geçmek bilmez dakikaların ardından Burcu Öğretmen geldi. ”Günaydın yakışıklı, kimi bekliyorsun böyle?”  dedi. Gayri ihtiyari bir ses tonuyla ”seni” dedim ve mektubu kendisine uzattım. Almasının ardından koşarak oradan uzaklaştım.

İşte bu öyküyü yazmama neden olan o mektup tam yirmi altı yıl sonra bugün bana geri döndü. O sayfaları katlayıp zarfa koyduğum ilk gün ki heyecanla sayfaları zarftan geri çıkardım. Gözyaşları içerisinde okudum. Bir âşık olarak değil; Burcu Öğretmenin bir öğrencisi, bir kardeşi, bir evladı olarak okudum. Bir taraftan sarsılarak hıçkırıklara boğulurken, yazdıklarımı okudukça bir taraftan da tebessümler belirmeye başladı yüzümde.

Mektubun bana nasıl geri döndüğünü merak ediyorsunuz değil mi?

Mektubu Burcu Öğretmene verdiğim günün son saatlerinde onun dersi vardı. Sıtma tutmuşçasına bir bekleyiş heyecanı beni pençelerine almış, ruhumu sıkıştırmaktaydı. Ne cevap vereceği, nasıl karşılayacağı soruları adeta zihnimde tepiniyordu. Yaşadığım romantik heyecan, zaman ilerledikçe yerini sızlayan bir tedirginliğe bıraktı. O yıkılmaz sandığım öz güvenim ve egom sanki beni bir suça itmişti de yakalanınca bırakıp kaçmışlardı. Zaman biraz daha ilerleyince tedirginliğim yerini korkuya bıraktı.

Burcu Öğretmen sınıfa girdiğinde hiçbir şey yokmuş gibi dersini anlatmaya başladı. Ben ise ne ders dinliyordum ne de Burcu öğretmene bakabiliyordum. Eziyet gibi geçen iki ders saatinin sonunda zil çaldı ve Burcu Öğretmen bana dönerek: ”Bahçede seni bekliyorum yakışıklı” dedi ve sınıftan ayrıldı. Ardından bende bahçeye çıktım.

O gün bana uzun bir konuşma yaptı. Kırmadan, dökmeden, her zamanki sevecen ve şefkatli tutumundan taviz vermeden… Tabi ben o konuşmanın anlam ve önemini yıllar sonra kavrayabildim. Tabii cesaret edip kalkıştığım şeyin ne denli çocukça olduğunu da. O günden sonra Burcu Öğretmenle aramızda imrenilecek bir öğretmen öğrenci ilişkisi başladı. Sonraki yıllarda da görüşmeyi hiç bırakmadık.

Geçen hafta kaybettik Burcu Öğretmeni. Uzun süredir mücadele ettiği kansere yenik düştü. Cenazesini dolduranların büyük bir çoğunluğu yurdun dört bir yanından gelen öğrencileriydi. Elbet o insanları bir araya toplayan, Burcu Öğretmenle yaşadıkları anılarıydı ve de Burcu öğretmenin her birimize kattıkları.

Bugün ailesine baş sağlığı ziyaretine gittim. Kızı Feryal mektubu bana uzattığında şaşkınlıkla ne yapacağımı şaşırdım.

”Annem; kendisine bir şey olursa bu mektubu size vermemi söyledi.” Dedi Feryal. Şaşkınlık ve sükunetle aldım mektubu. Ardından müsaade isteyip oradan ayrıldım.

Şimdi ise yirmi altı yıl önce o bahçede bana söylediği bir cümle dolanmakta zihnimde:

”Bazı insanlar; yanlış zamanda, yanlış yerde ve yanlış bir şekilde karşılaşırlar.” Bu sözü beni kırmamak için söylediğini şimdi çok iyi anlıyorum.

Doğrusu şu ki biz:

”Doğru zamanda, doğru yerde ve doğru bir şekilde karşılaştık.”

Huzur içinde uyu öğretmenim…

Özkan SARI