“Yeter artık !” demeyeceğim; çünkü yetmez. Çünkü cehalet, kurban ettikçe derinleşen aç karınlı bir kuyudur, doymaz.
Yaratıcının ömür taktirini yok sayıp ölüm meleğini aradan çıkaran ademoğlu bir kadına daha salladı orağını. İradesine direnen zayıf eklentiyi (!) savurdu attı.
Okumadım nasıl yaptığını. Tiksinerek okuyup hesaplarında ayrıntısıyla paylaşan çaresiz dostları görünce telefonu da koydum kenara. “Yeter artık !” “Ama gerçekten yeter artık !” “Bu son olsun !” ….
Olmayacak ! Düşen ekmeği öperek alnına koyarken onu kutsalı sayan çocuk, bir kadına kalkan elin iki dünyada da kırılacağına inanmadan olmaz.
Küçük gözleri önünde henüz bir saat önce yalvararak insaf dilenen annesinin akşam yemeğini yetiştirme telaşını anlamadan, acıyan etleriyle dünyanın telaşında dolanırken inceden inceden havaya karışan “ah”larını duymadan, göz göze gelirsem tutamam da kendimi ağlarım diye hep boşluklara yolladığı bakışlarını görmeden olmaz.
Sövüp, dövüp, sindirip, öldürüp yine de erkek erkek dolaşan abilerin, amcaların, dayıların, babaların havasından geçilmezken, akşam üstü çekildikleri karakollardan sabah vakti sırıtarak dönüşlerini izlerken olmaz, olmayacak.
Ahh.. Yazarım elbet, Sayfalar dolusu yazarım. Sen okursun ağlarsın, o okur kahırlanır, herkes bağır bağır bağırır; “Yeter artık !”
Üç beş gün geçer, yeni bir mevzu vücut bulur, sayfa çevrilir, meydan durulur. Sonra, daha çökmeden taze mezarın üstündeki toprak biri daha çıkar, “Bana nasip değilsen kimselere olmayasın !” der, bir çift ayakkabı daha eksilir kapılardan. Dizler dövülür, saçlar yolunur, üçüncü sayfalar yeni kurbanla namını yürütür, kanlar çekilir, içimizdeki isyan köpekleri kudurur. Kaç bin yıldır budur olan. Bizim buralarda kadın dediğin Allah’ından önce erkeğinden bulur.
Yemeği önüne konmuş, tabağı başka ellerde yıkanmış, ne gösterdiyse alınmış, gel demiş gelinmiş, erkek diye kaç koyunlar kesilmiş, mirasta hakkı verilmiş, kaş kaldırınca sinilmiş, el kaldırınca susulmuş…
Kimse bir günde cani olmaz canım kardeşim. ben anladım, sen de anla.
Kapıyı kimse çalmasa. Telefonla kimse aramasa. Hayatlarımıza yeşil bir nur gibi inip, şimdilerde yüzlerce insanlık kalabalığıyla boğazımı sıkan iletişim kabusu hayatımdan çıksa…
Işığa ulaşamayan sabahlara kurulmuş düş budayıcı bir çalar saatle başlayıp, odadan odaya adımlayarak ve yine de hiç tamam olamadan tükettiğimiz günlerden uyanmak istiyorum; uyanıp, bu yorgun rüyayı tövbelerle savurmak…
Hayır, tesadüf değil bu kıyamet. Ancak haftalar sonra randevu alınabilen psikolog ajandaları, bizim yerimize ne yiyip ne yapacağımıza, kimlerle konuşup gezeceğimize hükmeden ve kültür mantarı gibi her kovuktan baş veren yaşam koçları, rahat (!) bir hayata giden yollar bunca kısalmışken göğsümüzden hiç düşmeyen asalak can sıkıntısı, şımarıklık değil.
Değil; çünkü şeylerin arasında seyreldik biz. Çalan zillerin, susmayan dillerin, duvarların, caddelerin, bildirimlerin, e-maillerin, üst üste istiflenmiş mahremiyet yoksunu evlerin, ekranlardan gözümüze, kulağımıza , oradan ruhumuza düşüp sabır katili olan haberlerin kimliksizliğinde epridik. Sahte gülüşlü öz çekimlerin, zamanın saniyelik vuruşlarında buluştuğumuz parmak uçlarından beğenmeler dilendiğimiz sanallıkların içinde eridik.
Ofların arasında kaldık biz. Yakalanmaz modanın, yaşam düşmanı gıdaların, onu yiyin bunu yemeyin insanlarının, gün geçmeden birbirini yalancı çıkaranların, istikrarla haddimizi hatırlatanların, bitmeyen savaşların, göçüklerin, çürümüş demirlerin, insafsız virüslerin, cehalet dostu felaketlerin, kan donduran ölümlerin ortasında kendimizden azaldık.
Biz şeylerin hükümferma olduğu sahte bir dünya yarattık, sonra geçtik karşısına, hayran hayran bakındık. Şimdi, günün ortasındaki herhangi bir anda göğüs kafesimizi sıkıştırıp en yakın pencereye acele adımlar attıran tüm bu heybete bakıyorum da, dev hortumlar gibi önüne geleni girdabına çeken bir canavardan öte değil gözümde.
Koskocaman, taş kapaklı bir kitabın sayfa aralarında yaşayan kağıttan adamlar, kadınlar ve çocuklar gibi, kurmaca bir hikayenin içinde kısılıp kaldık.
Lakin, bu kurmaca değil vahim olan. Dertli durum, onun bir kurmaca olduğuna ikna olup, ona rağmen yaşamak.
Saat: öğleden sonra bir vakti beş geçe… Kapıyı kimse çalmasın, telefonu sessize aldım, arayan bulmasın. Oda sessizliğe, gün ışığı perdeye, canım kendime kalsın.
Sevgilim diye tutup gezindiğim elinle başımı gövdemden ayırıp bir konteynıra atarken güle gerine sokaklarda dolaşan, masumiyeti benden çok önce çürümüş, önü hiç oyuncaksız, karnı hiç aç, cebi hiç harçlıksız bırakılmamış, lakin yüreği sıcak bağlardan, kadife duygulardan, kolları sebepsiz kucaklaşmalardan, başı, şefkatli dizlerden nasibini almamış bir yoksulsun sen. Dışında taklit bir baharla gülümserken içindeki kutup kışlarını büyüten bir ziyan insansın sen.
Kim olduğunu biliyorum. Bütün çocukluğu öfkeli muhafazakar bir adamın şiddetli babalığına, silik, yok bir annenin süresiz susuşlarına çapalanmış, sevda diye bildiği ilk şeyi karşı evin açık penceresine, taş merdivende bekleyen bir çift kırmızı terliğe düşürmüş, gidip alayım derken, ayağı namus bekçilerine, geleneklere, cepteki deliğe, içine tükürsen yeridir bir yazgıya takılmış kurbansın sen.
Yan baksa da, düz baksa da istenmemiş, ellerin tersine yakıştırılmış, sevgiden yitirdiğini, eğreti küheylanlığından doğurmaya çabalayan, ergenliğini rüyasına hapsedip, tutkularından kanserli fantaziler inşa eden bir yitiksin sen.
Kral olabildiğin yegane yerinde, her gün yüzlerce insanı taşıdığın, tavanında binlerce nefes şahitken beni kaçırdığın arabanda bana küfürler savururken anladım; gerçek anlamda hiç sevilmemişti başın, hiç aşkla bakılmamıştı yüzün, kaba ellerin kibar gözyaşlarına dokunmamıştı hiç. Bana vahşice saldırırken , bileklerimi keserken, cansız bedenime tecavüz ederken tüm geçmişinden intikam alıyordun; değersiz çocukluğundan, bastırılmış gençliğinden, işe yaramaz yetişkinliğinden…
Ben öldüm, sen yaşadın. Ben ölüyken de vardım; sevdiklerimde, konuştuklarımda, gülümsediğim fotoğraflarda… Sen ise hiç yoktun, katilim olana dek. Bir özge candım ve herkeste öyle kaldım, sen beddualı hayatından, yaşadığından da kötü ayrıldın.
Kim olduğunu biliyorum. Kimseye sormadılar, iki ayrı evden getirilmiş iki ayrı vazo gibi koydular bizi yan yana. Oysa aşağı mahalledeki kumral güzeli kızı seviyordun ama bunu bir tek sen biliyordun. Onu münasibine verdiler, seni denginle everdiler. Hiç ısınmadı gönlün gönlüme. O da bir garip gönüldür demedi kendi kendine. Aşım suç oldu sofrada, saçım dert oldu sokakta, sesim zul oldu odada. Gelsem yerin dardı, gitsem öte yanda ne işim vardı? Kavuşamamalarını gördün bende sen. Abilerin, amcaların çatılmış kaşlarını, teyzelerin “evlilikte keramet vardır” diyen yalancı dillerini gördün. Konuşsam dövdün, sussam dövdün. Gülsem sövdün, gülmesem yine… Bütün derdin kendin iken toprağa beni gömdün.
Kim olduğunu biliyorum. Aynı batında cana bürünmüş yarımdın. Köşesi ataçlı ilkokul defterine karışmıştı çığlığım. Meraktan kocaman olmuş gözlerin babamın suskunluğunu, annemin gözyaşını silmişti. Öyle kocaman bakmıştın ki, evim sen olacaksın sanmıştım.
Oysa sen, senden başka herkestin. Annenin veli nimetiydin, babandın, amcandın, kahvehanenin işsiz güçsüz ahlakçı takımıydın. Bahçe duvarını aşmamıştı başım, henüz on yedi olmamıştı yaşım, geldi bir el dayandı boğazıma. Bilmediğim yerlerim acıdı, böğürdüm, başımı toprağa çarpa çarpa öğürdüm. Kanatana kadar ısırdığım koca ellerini kokusundan tanıdım.
Kim olduğunu biliyorum. Kapıya varıp düştüm eşiğe, sen buldun. “Abi” dedim, “O” O !
Sarılmadın, kaldırmadın, “Sus !” dedin, kendi sesinin yankısından korkarak. “Tek ses etme, sus !” Daha da konuşmadım ben. İnfaz çıktı meclisten, mahsule dadanan domuzları vurdukları bir tüfek vardı, onu verip eline yolladılar peşimden. Yine kocaman oldu gözlerin, belli ki bu kez kederden. Senden daha kısa sürdü ölümüm. Ben suskun bir anıya dönüştüm, sen örfün zindanında maphus düştün.
Kim olduğunu biliyorum. Akşam evime dönen yolda arkamdan yürüyüp bıçağını kalbime batırdığında gördüm seni. İtilmişliğini, yitmişliğini, sevgiyle hiç buluşmamış kaskatı gözlerini, işittiğin küfürleri, kovulmuşluğu, tiksinmişliği, evlerden, odalardan gönderilmişliği, nefreti, hiçliği, geri dönülmezliği gördüm.
Çamurdan hayatının intikamını aldın yirmi yaş kanımla. Zayıf bedenim üzerindeki gücünü hissedip kıvanç çıkardın leş ruhuna. Öldürdün beni, kaçtın bataklığına.
Size bu satırları demir parmaklıklı, bedenimin anca sığdığı, herhangi bir yöne doğru özgürce hareket edemediğim hücremden yazıyorum.
Şu anda 19 yaşımdayım. Nerede doğduğumu bilmiyorum fakat küçüklüğümden beri bu dar ve pis yerlerde tek başıma yaşıyorum. Sirklerde ve eğlence parklarında çalışıyorum.
Bazen rüyalarımda daha önce hiç görmediğim yerler görüyorum. Ucu bucağı belli olmayan yeşil düzlükler, masmavi rengiyle geniş göller, tenimi yakarcasına bana dokunan ulu güneşi görüyorum. Büyüklü küçüklü yüzlerce fil görüyorum… Uyandığımda ise sıvasız bir duvar, yanımda kendi pisliğim, önümde ara sıra biraz saman görüyorum.
Yoruldum…
Her gün, gündüzleri terbiyecim ve bakıcım tarafından çivili sopalarla ve demir çubuklarla dövülüyorum. Akşamları yüzlerce insanın karşısında tehlikeli gösteriler yapmaya zorlanıyorum. Eğer benden istenilen hareketleri yapamazsam, ışıltılı gösteri gecelerinin sonunda, karanlıkta önce dövülüyor sonra aç ve susuz bırakılıyorum.
Acı çekiyorum…
Her hafta yüzlerce kilometre, dar bir kafeste sağa sola çarparak yolculuk yapıyorum. Ayaklarım dayanamıyor. Doymuyorum, kuru ottan başka bir şey vermiyorlar. Kana kana su hiç içemedim. Vücudumun her yerinde yaralar oluştu. Tedavi etmiyorlar ve gün geçtikçe daha çok canım yanıyor.
Bazen rüyalarımda daha önce hiç yemediğim şeyler yiyorum. Farklı farklı ağaçlardan yapraklar, gür çayırlıklarda çeşit çeşit otlar. Billur nehirlerden hortumumdan taşarcasına su içiyorum. Ve hortumumdan sırtıma püskürtüyorum. Çamurlarda doyasıya uzanıyorum… Uyandığımda içi boşalmış bir su testisi, hortumumda içi derinleşmiş acı veren bir yara görüyorum.
Korkuyorum…
Artık bedenim yorgun, gönlüm yorgun, benden istenileni yapamaz oldum. Yapamadıkça dövüyorlar… Hastayım, anlamıyorlar… İnsanlara zarar vermekten korkuyorum. Kaçıp gideyim diyorum buralardan, belki rüyalarımda gördüğüm yerleri bulurum!
Bir süre önce Pennsylvania’da, dayanamayıp sahneden kaçtım ve binanın kapılarını kırdım, yakaladılar. Ardından üç ay sonra Dakota’da terbiyecimin beni çivili sopayla dövdüğü sırada yine dayanamayıp terbiyecimi ezdim kaçtım, yakaladılar.
Kendimi buraya ait hissetmiyorum…
Bu acılara, bu işkencelere, bu açlığa-susuzluğa, bu sevgisizliğe, bu acımasızlığa, bu derin yaralara, bu bitmez yollara, bu soğuk duvarlara, bu insanlara daha ne kadar süre dayanabilirim bilmiyorum.
Bazen rüyalarımda daha önce hiç görmediğim yerler görüyorum. Uçsuz bucaksız yeşil düzlükler. Masmavi geniş göller, nehirler… Yüzlerce fil görüyorum omuz omuza çamur deryalarında. Tam 86 tane ateşten Anka kuşu görüyorum, beni olduğum yerden kaldırıp bulutların üzerine bırakıyorlar. Kapattığım gözlerimi açıyorum… Ve karşımda annemi görüyorum…
Kaçıp gideyim diyorum buralardan… Belki rüyalarımda gördüğüm yerleri bulurum!
(1993 Tyke / Hawthorn sirki)
Buraya kadar olan bölümü Tyke kendi yazdığı mektupla bize anlattı. Mektubu yazdığından bir yıl sonra yaşananları da ben anlatayım size:
1994 yılıydı, Honolulu’da gündüz yapılan bir sirk gösterisi sırasında yaşadıklarına artık dayanamayan Tyke kendini kaybetti ve yüzlerce seyircinin önünde terbiyecisini ayaklarıyla ezerek öldürdü. Tyke’i sakinleştirmeye gelen bakıcısını da ağır yaralayıp kaçarak çıkış kapısına doğru koşmaya başladı. Kaçmasını engellemek için demir kapıyı kapatmaya çalışan sirk görevlisini de yaralayarak ana caddeye ulaştı. Yoğun trafikte araçlara ve insanlara aldırmadan var gücüyle koştu. Çok zaman geçmeden polis ekipleri Tyke’in etrafını sardı. İki araç arasında bekleyen Tyke’a tabanca, av tüfekleri ve hafif makineli silahlarla ateş etmeye başladılar. Tyke’in vücuduna tam 86 adet mermi isabet etti. Kanlar içerisinde olduğu yere yığılan Tyke yaklaşık iki saat sonra 20 yaşındayken öldü.(Tyke’in vurulma ve ölüm anındaki canlı görüntülerini cesaretiniz varsa Youtube’den izleyebilirsiniz.)
Tyke’in ölümünün ardından birçok vatandaş Honolulu belediyesine, devlete ve Hawthorn şirketine yüzlerce dava açtı. Sirkler konusunda geniş çapta protesto ve boykotlar gerçekleşti. A.B.D’de hayvanlar açısından sirk koşullarının iyileştirilmesine yönelik yeni yasalar çıkarıldı.
Yine de günümüzde gelinen noktaya baktığımızda birçok sirkte hayvanlar terbiye edilmek için işkencelere maruz kalmakta ve kötü beslenme, barınma koşullarında doğal yaşam alanlarından uzakta hayatlarını sürdürmekteler.
Eğer bir gün bir sirke gitmek isterseniz aklınıza lütfen TYKE gelsin.
Yukarıdaki fotoğraf Tyke ölmeden dakikalar önce çekildi.
Evin oturma
odası çok çok uzun bir zamandan sonra bu kadar fazla insanı ağırlıyordu. Ve çok
çok uzun zamandan sonra bu insanları ilk defa… Emin Bey’le beraber toplam altı
kişi. Geriye kalan beş kişi ise Emin Bey’in oğulları Alp, Ataman ve Akşit ile
kızları Alaz ve Alagün. En küçükleri Alp dışında dördü de evliydi fakat aldıkları
ortak kararla eşlerini getirmemişlerdi(Alagün’ün eşi Alp’le, Akşit’in eşi de
görümceleriyle konuşmuyordu.)
Emin Bey her
zamanki tekli koltuğuna oturmuş sessizce bekliyordu. Oğulları ve kızları ise
daha biri cümlesini tamamlamadan diğerinin sözünü kestiği gergin bir ortamda
konuşmaya çalışıyorlardı.
“Abi artık burada kalamaz babam. On yılı geçti annem öleli. On yıldır öyle ya da böyle gördü kendi işlerini ama artık tek başına kalamaz. Doktor da aynı şeyi söylemiş.” Dedi öğretmen olan kızı Alaz.
Doktor olan oğlu Ataman ise sinirden kızaran yanaklarıyla Alaz’a dönerek: “Doktor öyle mi söylemiş küçük hanım? Yapma ya… Kaç defa babamla beraber doktora gittin acaba. Kaç defa abi sizin işiniz var ben yazları tatilim deyip götürdün babamı? Doktor öyle söylemişmiş hadi oradan!”
“Bırakın birbirinizi suçlamayı da nasıl bir çözüm bulacağız onu konuşalım. Babamın maaşı yerinde, herkesin de kazancı iyi, özel ne bakım evleri var. Çiçek gibi bakarlar babama. Maaşı yetmezse de biz takviye ederiz.” Dedi küçük oğlu Alp.
Emin Bey ne çok severdi Alp’i. Belki en küçüğü diye, belki de eşi Feride Hanım ölene kadar onlarla beraber yaşadı diye bilemiyorum ama Alp’e bir başka bakardı gözleri. İçlerinde tahsiline devam etmeyen tek kişi Alp’ti. Diğer çocuklarının tüm tepkilerine rağmen(Hatta Alagün küsmüş iki yıl konuşmamıştı babasıyla) yüklü miktarda kredi çekip bir iş kuruvermişti Alp’e. Emekli olduktan sonra da evde oturmayıp Alp’in iş yerinde vakit geçirir, ona yardım ederdi.
“Beşinizi de okutmak için çok emek verdim. Ama biriniz okumadı, tüm çabalarına rağmen olmadı. Şimdi sizler mesleğinizi icra ediyor ve hayatınızı idame ettirecek parayı kazanıyorsunuz. Bu da aslında benim size bir armağanım çocuklarım. Ama Alp’e böyle bir armağan veremedik. Bu yüzden ona yardım ettim. Belki bir gün anlarsınız beni…” Der ve o zamanlar çocuklarına durumu açıklamaya çalışırdı Emin Bey.
“Hiç kusura bakmayın, Alp’in kazancı bizi beşe katlar. Ben daha evimi yeni almışken, Alp Efendinin kat kat apartmanları var. Bir kere dedi mi Abla siz kirada oturuyorsunuz, gelin benim dairelerimden birine yerleşin diye. Madem babamın parasıyla kuruldu bu şirket, bizim hakkımız yok mu? Hem bekâr, baksın Alp Efendi babasına.” Diğer öğretmen kızı Alagün, intikam vakti gelmiş bir düşman gibi haykırdı.
Emin Bey karşısında
oturan insanlara bakıyor, neler söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Dikkati
çabuk dağılıyor, gözünü oda içerisinde farklı noktalara dikiyordu. En çok da
duvarda asılı duran Feride Hanım’ın büyütülmüş vesikalık fotoğrafına. Fotoğraf
büyütülünce netliği biraz kaybolmuştu fakat zihninde öylesine net ve canlıydı
ki…
On yıldır yalnız yaşıyordu. Çocuklarının, üzerimize kalacak korkusuyla daha henüz Feride Hanım’ın yılı dolmadan kendisini genç bir kadınla evlendirme çabalarına girişmeleri, Emin Bey’in kararlı duvarlarına çarpıp parçalanmıştı. Feride Hanım ölmeden önce haftada bir gün tüm ailenin toplanıp gerçekleştirdiği Cuma akşamı yemekleri, Feride Hanım’ın ölümünden sonra sadece bir kere yapıldı. Sonrasında münferit ziyaretler dışında bir daha toplanılmadı. Her geçen gün daha da uzaklaştı çocukları Emin Bey’den, sık sık gidersek, diğerleri tüm sorumluluğu üzerimize yıkar düşüncesi vardı her birinde. Hem Emin Bey gayet sağlıklıydı, kendi işlerini kendi görebiliyordu. Öyle ya, bedenin sağlıklıysa her şey tamamdı!
“Sakın benden önce ölme!” Derdi Emin Bey Feride Hanım’a, sanki Yaratan’la bir sözleşmesi varmışçasına.
En büyük çocuğu, banka müdürü oğlu Akşit devam etti: “Yaa siz neyin derdindesiniz? Kimse alıp evine götürmeyeceğine göre, Alp’in dediği gibi bulacağız güzel bir bakım evi. Hem artık bizi de tanımıyor doğru düzgün. Hatırlamıyor! Üzülecek bir durumu da yok. Hem aklımız onda olmaz, hem güzelce bakılır.”
Evet,
hatırlamıyordu eskisi gibi Emin Bey, ara ara birbirinden kopuk cümleler
mırıldanıyordu kendi kendine hepsi bu. Emin Bey hatırlamıyordu hatırlamamasına
da demek ki çocuklarının onun kim olduğunu hatırlamalarının da bir önemi yoktu.
Ben bu evin
tüm çocuklarından eskiyim. Tüm çocuklarının ilk adımları, ilk konuşmaları, daha
dün gibi hafızamda… Emin Bey ve Feride Hanım’ın geç konuşmaya başlayan
kızları Alagün’ün konuşması için akşamları karşısına oturup(hiç konuşamayacak
korkusuyla) günlerce, aylarca onu konuşturmaya çalışmaları, ilk kelimesini
söylemeye başladığı o akşam birbirlerine sarılıp salya sümük ağlamaları gibi…
Annesini hiç emmeyen ve mamayla büyüyen Ataman’a her gece yarısı kalkıp Emin
Bey’in mama hazırlaması gibi…
“Tamam, o zaman yarından itibaren arayalım bir bakım evi. Bir iki gün daha burada kalsın babam. Her gün birimiz biraz yemek getirir ve kontrol eder. Zaten tuvalete gitmek dışında yerinden kalkmıyor. Kimseye de söylemeyin dallanıp budaklanmasın bu iş.” Dedi Alaz.
Dertti onlar
için bu durum. Hem de büyük bir dert. Bir zamanlar var oluşlarıyla(doğmalarıyla)
hayatın tüm zorluklarına göğüs germesine neden oldukları adamın, yok oluşu
kendilerine itiraf edemedikleri beklentileriydi. Herkesin çoluk çocuğu! Bir
düzeni vardı. Emin Bey ise bu düzen içerisindeki tek düzensizlik.
Hepsi aynı
anda kalkıp gittiler.
Emin Bey
alışık olmadığı gürültünün son bulmasıyla biraz rahatladı. Oda içerisinde belli
aralıklarla belli noktalara takılı kalan bakışları, son olarak en uzun süre
kalacakları nesne üzerinde sabitlendi; Feride Hanım’ın fotoğrafı. Yüzünde, çok
hafif bir tebessüm belirdi, belli ki gözlerinin sinirleri tarafından beynine
taşınan ve orada işlenen görüntünün kim olduğunu hala anlıyordu. Belli ki
kalbi, beynine yardım ediyordu. Dudakları birbirinden ayrıldı, gözlerini hiç
oynatmadan, kısık bir sesi serbest bıraktı dışarı:
“Kim bunlar?”
Kim
olduklarını belki biliyor, belki de bilemiyordu, belki de bilmek istemiyordu.
Emin Bey’in
içinde neler yaşadığını, neler yaşattığını, neler yaşatacağını hiçbir zaman
bilemeyeceğiz.
Dün Emin Bey’i
götürdüler.
İlk kez
ayrıldık onunla. Kendimi tanıtayım; ben bu evin kendisiyim. Çocuklarım rahat
etsin diye bir zamanlar Emin Bey’in iki katlı olarak inşa ettirdiği evim ben. Cansız
bir varlığım evet. Ama cansız maddelerin de bir hafızası var. Tıpkı benim
hafızam içinde taşıdığım bu yaşanmışlık gibi.