Eğer Gerçekten Sizin Peşinizdelerse, Yaptığınız Paranoyaklık Değildir!

“Ne düşünüyorsun?”

“Ne düşündüğümün ne önemi var ki; önemli olan neden düşündüğüm olmalı.”

“O zaman sorumu değiştiriyorum, neyi, neden düşünüyorsun?”

“Neyi, neden düşündüğümün ne önemi var ki; önemli olan düşüncelerin eyleme geçebilmesi değil mi? Bilgi ve düşünce ikilisi el bombasına benzer, her zaman potansiyel olarak bir tehlikedir. Ama pimini çekip fırlatmadığın sürece(eyleme geçmezse) kıyamete kadar zararsız bir şekilde bekleyebilir. Salt düşüncenin ne önemi var, kime ne faydası var. Bilgi de baraj kurup biriktirdiğin suya benziyor, baraj kapaklarını açmazsan ne işlevi var baraj duvarlarına yük olmaktan başka. İşte o baraj kapaklarını açmak; bilgiye bir yorum getirebilmekte gizli. Bilgiye bir yorum getirebilmek; düşünce de gizli. Unutma, yorumsuz bilgi faydasız, bilgisiz yorum tehlikelidir.”

“Sen neden böyle şeylerle zihnini meşgul ediyorsun? Hayat sandığından daha kısa, bunlarla vakit kaybetme, tadacağımız zevkler var.”

“Bak dostum! İnsan denilen canlıdan oluşan toplumlarda artık insanı iki guruba ayırabiliriz. Birincisi ve çoğunluğu oluşturanlar; “Bilgisiz yorumcular(aynı zamanda uygulayıcılar)”, yani tehlikeliler. İkincisi ve azınlığı oluşturanlar; “Yorumsuz bilgililer(aynı zamanda hareketsizler)”. Üçüncü(Bilgisiz yorumsuzlar) ve dördüncü(Yorumlu bilgililer) guruplar da var fakat onlar ambalajlı gıdaların üzerinde yazan “Eser miktarda fındık, fıstık içerir.” Kategorisine girdiğinden sıralamaya dahil olamıyorlar.”

“İnan söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum.”

“Anla diye anlatmıyorum zaten, düşün diye anlatıyorum. Bunlar benim anladıklarım değil zaten, düşüncelerim. Anlamanın öyle kolay olduğunu mu sanıyorsun?”

“Peki, bak biraz düşününce ne geldi aklıma? “Bilgisiz yorum tehlikelidir.” Diyorsun. Bilgiyle birlik olan yorum da tehlikeli olamaz mı?”

“Hımm! Benden önce girdin konuya. Biraz sonra da ondan bahsedecektim. Olur, daha doğrusu olabilir. Hem de çok tehlikeli olabilir. Dinle: “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden isteğim şudur. Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.” Bu satırlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da okul müdürlüğü yapan bir öğretmenin her eğitim sezonu başında öğretmenlere gönderdiği bir bildiriden alıntı. İşte burada vurgu yapmak istediği yer; bilgiyle birlik olan yorumun, hastalıklı düşüncelerin hükmünde ne sonuçlar doğurabileceğidir.”

“İyice kafamı karıştırıyorsun!”

“Kafan karışmıyor aslında, duruluyor. Sen buna alışık olmadığın için bu durulmayı karışıklık olarak algılıyorsun. Ve zihnin bu durulmadan rahatsızlık duyuyor. Anlamanın öyle kolay olduğunu mu sanıyorsun? Burada şunu açıklamadan geçmeyelim… Yukarıdaki örnek olumlu anlamda tersi de olabilirdi. Ama “Bilgisiz yorum” her koşulda tehlikelidir. Virüs gibidir, çığ gibi büyür. Tesirinde kaldıkça, geçerli doğrunun o olduğu yanılgısı zihnini kuşatır.”

“Saçma. Ve söylediklerin saçmalık. Ben bunlarla uğraşamam dostum. Hayat kısa ve ne zaman son bulacağını da bilmiyoruz. Geçmişin günahları umurumda değil, kaldı ki geleceğin sevabına ortak olmak gibi bir niyetim de yok. Bilinen insanlık tarihi boyunca yeryüzünde savaşın olmadığı yıl sayısı sadece altmış beş(65), sen kalkmışsın nelerden bahsediyorsun. Ben gidiyorum, karnım acıktı.”

(Bu sırada kapı çalınır…)

“Oğlum! Kiminle konuşuyorsun sen?”

“Kimseyle anne! Ne istiyorsun?”

“Hadi gel, yemek hazır.”

“Tamam, acıkmıştım zaten!”

Özkan SARI

Kalemin ağzına bir parmak hüzün çalmak…

Ne ilk’inin ne de son’unun artık çok uzun kalmadığı baharlar yaşıyoruz. Yaz ile kış; sanki bizim ne ilkimiz ne de sonumuz var biz tek’iz dercesine ambargo uygulamakta diğerlerine. Sırayla el değiştirmekteler hükmettikleri diyarlarda. Bilmezler mi ki sonbaharlar yaşanmazsa edebiyat eksik kalır. Hüznün mevsimidir sonbahar… Hüzün eksik kalır. Edebiyatçılar isyan etmesin, ağızlarına(kalemlerine) bir parmak bal(hüzün) çalalım dercesine bir iki hafta ya yaşanıyor ya yaşanmıyor baharlar… Ne ilk’i ne de son’u. Kime şikayet etmeliyiz peki?

Şey… Bak ben sana ne diyecektim, yine farklı yerlere dalıp gittim. Neden oluyor biliyor musun? Bir maddenin, canlının ya da bir kavramın görünen ya da gösterilen kısmına değil de, görünmeyen ya da gösterilmeyen kısmına bakmaya çalıştığım için oluyor bu dalıp gitmeler. İşte o görünmeyen kısımları görmeye çalışırken; ‘’nasıl?’’ yerine ‘’neden?’’ diye sorduğum için oluyor. Neden zorluyorsun değil mi ama. Görüneni gör, seslenileni duy yeter. Yetmiyor!

Bak, yine söyleyemeden senin için biriktirdiklerimi başka konulara daldım. Mazur gör ne olursun. Mazur gör ama görüneni değil, görünmeyeni gör.

Şey diyecektim. Kitap okur musun? Ben pek okumam, kıskanırım o kitapları yazanları, nasıl yazarlar sayfalarca, her bir cümleyi birbirine sevdalı kılarcasına… Hep hayal etmişimdir; yazar, kelimeleri çuvallara doldurur, geniş bir alana hepsini döker, sonra sırayla o kelimeleri birbirine meftun kılmak için yan yana getirir. Artık ten uyumu mu desek, ruh ikizi mi bilemiyorum. İşte o birbirine meftun kelimeleri bulunca, sevda saçan cümleler gelir vücuda… Gülme! Ben hep böyle olduğunu düşünürüm çocukluğumdan beri. Ama öyle değilmiş biliyor musun? Nereden mi biliyorum? Kendimden!

Çuvalı falan unut şimdi. Marifet kelimeleri bir araya getirmekte değil, onlara bir ruh bahşedebilmekte;

‘’Kuş’’ kelimesini okuduğunda gönlünün tellerine konmuyorsa kırlangıçlar, ruhunun göz göz olmuş boşluklarına yuva yapmıyorsa arı kuşları…

‘’Rüzgâr’’ kelimesini okuduğunda ılık bir esinti okşamıyorsa gerdanını, kurumuş yaprak kokusu, yeni ıslanmış toprak kokusunu buyur etmiyorsa burnun ciğerlerine…

‘’Hasret’’ kelimesini okuduğunda sıkışmıyorsa kalbin, zihninde her biri bir yere çöreklenmiş düşünceleri kovup kendi oturmuyorsa en başköşeye en ağırından bir özlem…

İşte o zaman o kelimeler mürekkep lekesinden başka bir şey değildir. Tatsız, tuzsuz ve ruhsuz…

Hay Allah! Bak ben sana neler anlatacaktım, neler saklamıştım senin için fakat yine başka âlemlere daldık.

O zaman şimdi dinle!

Ben sana bir şeyler anlatmasına anlatacağım da sahi sen kimsin?

Nesin? Necisin? Kiminlesin? Var mısın yok mu? Az mısın çok mu?

Kime yazdığımı bilmediğim kaç bininci satırlar bunlar. İlk değiller, son da olmayacaklar.

Peki ya sen? Sen hep orada mı olacaksın?

Peki ya ben? ‘’nasıl’’ yerine ‘’neden’’ diye mi soracağım sorularımı?

Neden zorluyorsun değil mi ama. Görüneni gör, seslenileni duy yeter. Yetmiyor!

Şey… Sahi sen kimsin ya?

Özkan SARI

İnsan Ne İle Yaşar?

O gün sabah iki odalı evimin salonuna uzun yıllardır hayalini kurduğum kütüphanemi yaptırdım. Sevincimi tahmin edemezsiniz. Salonun üç duvarı tavana kadar rafla doldu. İçim içime sığmaz bir heyecanla kitaplarımı dizmeye başladım. Odayı dolduran taze ahşap kokusuyla karışık kitap kokusu burnumdan içeri girerek adeta kalbimi okşuyor ve nabzımı düşürerek huzurumu arttırıyordu. Küçük evimde büyülü bir dünya yaratmıştım. Raflarda yerini alan kitaplarımın kahramanları ve yazarları dışarı süzülüyor, sanki odada geziniyorlardı. Franz Kafka’nın böceği ”Gregor Samsa” raf aralarında dolaşıyor, Jack London’un kurdu ”Beyaz Diş” okuma koltuğumun yanında yerde uzanıyordu. Cahit Sıtkı Tarancı ve Sabahattin Ali salonun köşesinde sohbet ediyorlardı. Kitaplarımı özenle yerleştirmemin ardından kahvemi hazırlayıp sabırsızlıkla okuma koltuğuma oturdum ve yeni başlayacağım kitabımın sayfalarını çevirdim.

Salonumun büyüsünü ve sessizliğini telefonumun acı acı çalan melodisi bozdu. Arayan babamdı ve acil hastaneye gelmemi istiyordu. Ne olduğunu sorduğumda cevabı kısa ve sertti: ”Çabuk gel!” Apar topar çıktım evden ve hastaneye ulaştım. Annem ve kız kardeşim ağlayarak karşıladılar beni, biraz ötede de babam sırtını duvara vermiş kan kırmızı gözleriyle bana bakıyordu.  Babamın yanında erkek kardeşimin ikiz kızları ve eşi vardı. Herkes koridorda olduğuna göre ailemden geriye orada bulunmayan tek bir kişi kalıyordu; kardeşim İbrahim.

Kimyager olarak çalıştığı işletmede boya ısıtma tankının patlaması sonucu yüzü yanan kardeşim İbrahim’in ameliyattan çıkmasını endişeyle beklemeye başladık. İbrahim benim sadece kardeşim değil aynı zamanda en iyi arkadaşımdı. Sık sık bana gelir, gece geç saatlere kadar felsefe ve hayat üzerine uzun sohbetler ederdik. Egosunu zincirlemeyi başarabilmiş insanlardık. Hayattaki amacımız; para, mal, mülk edinip makam mevki sahibi olmak değil, parayı, makamı araç edinip kısa ömrümüzde çok soru sorup çok cevap almak için uğraşmaktı. Bana geldiği günlerde kitaplığımdan ödünç kitap ister ama vermezdim. Kitaplarımı kimseyle paylaşamama gibi bir takıntım vardı. Şu hayatta İbrahim ile anlaşamadığımız tek konu belki de buydu.

Ameliyathaneden sedye üzerinde baygın olarak önce İbrahim çıktı, hemen ardından doktor. Doktorun açıklaması babama hitaben kısa ve netti: ”Çok üzgünüm ama gözlerini kaybetti. Geçmiş olsun.” Babamın dik durmaya çalışıp sessizce içine akıttığı gözyaşlarına inat annem ise tüm gücüyle feryat ediyordu. Ben ise her olayda olduğu gibi bu yaşadığımıza da farklı açılardan bakmaya çalıştım. Kendimce sorular sorup cevaplar aradım, kendimce neden-sonuç ilişkileri ortaya koymaya çalıştım. Sonunda hissettiğim ise içime oturan tarifsiz bir acı oldu. Hiçbir gerçek kardeşimin artık göremeyeceği gerçeğini değiştirmiyordu.

İbrahim narkozun etkisinden çıktığında sağ eli ellerimin arasındaydı. Kısık bir ses tonuyla üç harf döküldü ağzından: ”Abi!” Kendimden emin bir ses tonuyla ”Buradayım abim.” dedim. Gözleri sarılıydı ve muhtemelen artık göremeyeceğini bilmiyordu. Doktor bey bizim adımıza göz nakli için başvuru yapmıştı. Tek tesellimiz zamandı artık.

İbrahim’in bu duruma alışması zor olsa da uzun sürmedi. Dünya tatlısı ikiz kızları ve fedakar eşi başta olmak üzere annem, babam, kız kardeşim ve ben İbrahim’i hayatımızın merkezine yerleştiriverdik. Artık kardeşimle daha fazla zaman geçiriyor, daha fazla derin sohbetler ediyorduk. Gözlerini kaybettikten sonra farklı yönlerde algısı gelişmeye başladı. Hisleri daha bir ön plana çıkıp kuvvetlendi. En sevdiğimiz zamanlar benim ona kitap okuduğum zamanlardı. İbrahim kitapta ona okuduğum mekanları uzun uzun tasvir eder, roman kahramanlarını analiz ederdi. Evimin büyülü salonunda kitap ve kahve kokusu arasında farklı alemlerde geziyorduk adeta. Her şeye rağmen…

İkiz yeğenlerim her ne kadar belli etmemeye çalışsa da babalarının durumunu arkadaşlarının babalarıyla karşılaştırıyor, duydukları eksiklik onları mutsuz ediyordu. Bu durumu İbrahim’in hissettiğini de biliyordum. Benim, babalarının eksikliğini gidermeye çalışmam da yeterli olmuyordu. Daha yirmi sekiz yaşındaydı İbrahim. Ben ise otuz yedi yaşımda, hiç evlenmemiştim. Benim beklentilerim tanıştığım kadınlarda mevcut değil iken, tanıştığım kadınların beklentileri ise bende mevcut değildi. Bir zaman sonra kimseden bir beklentimde kalmadı zaten.

Geçen zamanın ardından nakil için uygun göz bulundu. Bu duruma en çokta yeğenlerim ve İbrahim’in eşi sevindi. Nakil başarılı olursa ben de çok sevinecektim. İbrahim öğrendiğinde ise heyecanla ellerimi tuttu: ”Abim! Canım abim. Artık kızlarımı göreceğim inşallah. Seni göreceğim. Senin büyülü salonunu göreceğim. Artık bana kitaplarından ödünç verirsin değil mi? Kendim okumak istiyorum.” Ben ise cevaben: ”Hepsi senin kardeşim!’‘ Dedim.

Nakil ameliyatına bir hafta kala ön hazırlıklar için İbrahim hastaneye yattı. Ben ise o bir haftanın çoğunu evimin salonunda kitaplarımla geçirdim. Her birini tek tek raftan indirip inceledim. İçlerine yazdığım cümleleri, ön ve arka kapak içlerine not ettiğim başlama ve bitiş tarihlerine göz attım. Okumayıp beklettiğim kitaplarımdan bir kısmını okudum. Ameliyat sabahı kitaplarıma döndüm ve: ‘‘Bekleyin bizi! Kardeşimle geri döneceğiz.” Dedim ve evden ayrıldım.

İbrahim narkozun etkisinden çıktığında sağ eli ellerimin arasındaydı. Kısık bir ses tonuyla üç harf döküldü ağzından: ‘‘Abi?” Kendimden emin bir ses tonuyla ”Buradayım abim.” dedim. Birkaç saat sonra doktor bey gelip gözlerindeki sargıyı çıkardı. İbrahim gözlerini açtığında önce kızlarını gördü. Sarılıp kokladı onları. Hasretle gözlerinin içlerine baktı. Sonra eşine ve kız kardeşimize sarıldı uzunca. Annem ve babam gelmemişti hastaneye, muhtemelen dayanamazlardı şahit olacaklarına. En sonunda İbrahim bana yaklaştı. ‘‘Abim!’‘ dedi titreyen sesiyle bana sarıldığında… Sonra gözlerime baktı. Benim onu göremediğimi anlaması pek uzun sürmedi. Kısa bir sessizlik oldu. Hiç birimizden ses çıkmıyordu. İbrahim’in haykırışları yırttı içerideki sessizliği ve hüznü. ”Neden? Neden? Neden?” diyerek duvarları yumruklayıp odada ki eşyaları tekmelemeye başladı. Görevlilerin gelip sakinleştirici iğne yapmalarının ardından kükremeleri yavaş yavaş kesildi. Uykuya daldığında belli belirsiz bir cümle döküldü dudaklarından : ”Neden abi?

İbrahim sakinleşmişti. Tekrar sarıldı bana. Kaldırmadı başını omzumdan. Uzun uzun hıçkırarak ağladı. Gözyaşları boynuma akıyor ve gömleğimi ıslatıyordu. Ortamı biraz yumuşatma niyetiyle İbrahim’e seslendim: ”Kardeşim, şimdi bu gözyaşları benim mi senin mi?” İbrahim başını kaldırdı ve soruma soruyla karşılık verdi: ‘‘Neden Abi?

Nedeni yoktu aslında. Nedeni sadece İbrahim’di. Kardeşimdi. Canımdı. Cananımdı. Gören gözlerle dünyaya bakmayı benden daha çok hak ediyordu. Annem ve babamın tüm karşı çıkışlarına rağmen kararımı büyük bir huzur içinde vermiştim. Huzurluydum. Her şeye rağmen…

İbrahim’le evimin salonuna girdik. Tam ortasında durup kitaplarımın kokusunu doyasıya içime çektim: ‘‘Hadi kardeşim. Sıra sende, kitap oku bana.’‘ Dedim gülümseyerek. Raftan aldığı Tolstoy’un ”İnsan ne ile yaşar?” kitabının kapağını açtı ve okumaya başladı:

 ”Anladım ki; Allah insanların birbirinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden, her birine kendi ihtiyaçlarını değil; hepsi için gerekli olan şeyleri ilham ediyor. Anladım ki, insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünse de, gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir. Kim severse, Allah’a yaklaşır; Allah da ona yaklaşır. Çünkü o sevgiyi yaratandır!”

İnsan Ne ile Yaşar? / Tolstoy

Derken İbrahim’in sesi kesildi. Ellerimden tutup beni ayağa kaldırdı. Sarıldı. Nefesini kulağımda hissediyordum:

”Abiiim!” dedi ağlayarak.

”Buradayım Abiiim… Yanındayım.” Dedim ağlayarak.

***

Özkan SARI

Hiç…

Dün, neden ağladığını sorduğum, yanağını tutan bir çocuğun,

Bugün, neden hiç konuşmadığını sorduğum, alın çizgileri derinleşmiş, ihtiyar bir teyzenin,

Yarın, neden mutsuz olduğunu soracağım, şiir yazan bir kadının cevabıydı bu:

”Hiç!”

Hiç; insanoğlunun dibi olmayan görünmez heybesidir. Neler atar içine neler… Bazen haksız yere atılan bir tokadı, bazen muhtaç olduğunu bildiği halde unutan bir evladı, bazen de gönlünü harabeye çeviren unutulmamış bir sevdayı.

Neler atar içine neler… Bazen bir doğumu, bazen bir yaşamı, bazen de bir ölümü… Bir adamı, bir kadını… Belki bir yalanı, belki de bir yarım kalanı.

Hiç; insanoğlunun dibi olmayan görünmez heybesidir. Atmadan önce içine bir şeyleri, önce dilinde ve gönlünde taşır. Soran olsa döküverecektir dilindekileri, uçuraverecektir gönlündekileri. Soran olmaz! Yenileri gelir diline, yenileri yuvalanır gönlüne… Eskiyenler atılır heybeye!

Attıkça ağırlaşır, ağırlaştıkça taşıması zorlaşır bu heybenin. Hayat bu! Var mı taşımamaktan başka yolu?

Sonra, birileri gelir yanına…

Neden? Der.

Neden ağlıyorsun? Neden konuşmuyorsun? Neden mutsuzsun?

Cevabı vardır aslında, ama heybenin çok derinlerinde kalmıştır. O cevapları heybenden bulup çıkarmaya üşenirsin. Aslında üşenmezsin de! Neyse…

Sonra, neden? Diye sorana bakarsın. Yüzüne yalancı bir tebessüm takarsın, cevaplarsın:

”Hiç!”

Hiç; insanoğlunun dibi olmayan görünmez heybesidir. Bir cevaptır aslında, ama kimse ”Ne”olduğunu bilmez.

Eeee… Neden anlattın bunları bize diye sorarsanız, ona da cevap vereyim:

”Hiç!”

Özkan SARI