Yolculuk… Tüm bildiklerini unut!

Sonbahar hükümdarlığını ilan etmiş, ağaçlara yaprak dökmeleri için emrini çoktan vermişti.

Bulunduğu ağaç üzerinde yer çekiminin gücüne karşı direnen fakat sonbaharın akıncıları olan ilk esecek rüzgar karşısında kendini boşluğa bırakıp, bir yolculuğa merhaba diyecek olan bir yapraktı o. Canı iyice çekilmiş, yeşil gövdesi sarıya yüz tutmuştu. Onu doğuran, besleyen ve büyüten ulu ağaç artık onu aç bırakır olmuştu.

Güneşin dağlar ardından usulca kaybolmasını fırsat bilen karanlık, gözlere perde indiriyor, gece avcılarına zamanın geldiğini bildiriyordu; sahne sizin. Kurt ve çakal ulumalarına, baykuşların keskin çığlıkları eşlik ediyordu.

Yolculuğa çıkmaya hazır olan yaprak, darağacında gözlerini kapatmış ve altındaki tabureye tekmenin vurulmasını bekleyen idam mahkumu gibi beklemekteydi. Çok uzun sürmedi bu bekleyiş; şiddetli bir uğultunun ardından hissetti yüzünde rüzgarın hiddetini, tabureye vurdu tüm gücüyle cellat. Kırıldı mahkumun boynu, kırıldı kurumaya yüz tutmuş yaprağın sapı.

Mezarlık duvarını aşıp çok uzaklara savruldu yaprak. Sonbaharın akıncıları rüzgar, karanlığın egemenliğinde sabaha kadar savurdu yaprağı. Bazen bir ağaç dalına takıldı, bazen bir kaya oyuğuna sıkıştı. Her seferinde kurtulup, gönüllü olarak bıraktı kendini rüzgarın rotasına.

Bu bir yolculuktu aslında… Bilinenlerden çok farklı, insan algısının yetersiz kalacağı kadar mistik ve paranormal bir yolculuk!

Evren yasaları o gece de değişmedi. Karanlık, sırasını aydınlığa teslim etti. Gece avcıları yuvalarına çekildi. Rüzgar hiddetini azaltıp, küçük bir delikten geçebilecek kadar küçülüp usulca kayboldu.

Yaprak ise sabah ezanıyla birlikte, bir bir ışıkları yanmaya ve bacaları tütmeye başlayan küçük bir köy meydanında buldu kendini. Kendi gibi birçok yaprak, meydanı kaplamış durumdaydı. Öylece beklemeye başladı… Gün iyice aydınlanmış, güneş tüm sıcaklığıyla yüzünü göstermişti.

Az sonra ayaklarında lastik ayakkabısı, üzerinde basmadan şalvarı ve çiçek desenli penye gömleği, elinde çalıdan yapılmış süpürgesi ve gözlerinde en tazesinden sabah mahmurluğuyla pembe yüzlü, tombul bir kadın belirdi.

Kısa süre sonra, çalı süpürgesinin önüne kattığı yığınlar arasında kendini bir çuval içerisinde ve çöp tenekesinde buldu yaprak. Saatler sonra homurdanarak yaklaşan bir kamyon sesi duydu. Dakikalar sonra ise homurdanarak uzaklaşan o kamyonun içindeydi artık.

Bu bir yolculuktu aslında… Rotası önceden belirlenmiş, yeryüzünün şahit olduğu büyük bir sevdanın hikmeti hürmetine çizilmiş bir rota.

Haftalar geçmişti. Kara dumanları göğü kaplayan bir ateş yanmaktaydı şehir çöplüğünde. İşte o ateş içerisinde yeni bir yolculuğa hazırlanıyordu yaprak.  Bu kez yaprak olarak değil karbon olarak devam edecekti yolculuğuna. Ne önemi vardı ki ne olduğunun, aslolan vuslatta son bulacak yolculuğun daimiliğiydi. Maddesel bir varlığın ev sahipliğinde taşınan enerjiydi aslolan. Ha bir yaprakta, ha bir toprakta!

Göğe yükselen karbon, hava akımlarının etkisiyle, çizilmiş rotasında yolculuğuna devam etti. Günler sonra bir kara bulutun içinde yuvalandı. Gittikçe ağırlaşan kara bulutlar, birazdan ortalığı birbirine katacak bir çete misali bir araya gelmeye başladı. Naralar atıyorlar, güneşin daha veda vakti gelmemişken, yeryüzüne sardığı kollarını artık çekmesini istercesine kendi karaltılarını hakim kılmaya çalışıyorlardı. Bu iktidar mücadelesi; evren yasalarına karşı gelmeyip, şimdilik veda eden güneşin gözden kaybolmasına dek sürdü. Kara bulutların karaltıları, karanlığın koyuluğuna karışmıştı.

Önce hiddetli bir rüzgar sahne aldı karanlığın gösteriye başlamış tiyatrosunda. Ardından yeri ve göğü aydınlatan damar damar yıldırımlar eşlik etti bu gösteriye. Ve başrol oyuncusu, sonbaharın assolisti yağmur selamladı yeryüzünü… Huzur ve hüznün en çok yakıştığı ses inletmeye başladığı ortalığı; yağmur sesi. Damlalar bir bir nüfuz etmeye başladı dokunduğu toprağa, yaprağa, suya…

Bir damla içerisinde bir karbon indi yeryüzüne… Kavuştu toprağa! Suyun süzülerek ilerlediği yer altına doğru o da süzülmeye başladı. Ağır ağır… Usul usul…

Kısa bir süre önce yüzlerce metre yukarıda göklerde salınan karbon, artık yerin yaklaşık dört beş metre altındaydı. Burası bir mezarlıktı. Ve bulunduğu yer bir mezardı. Aradığı şey ise çürümüş bir insan bedeninin karbona dönen kalıntılarıydı. Buldu aradığını… Karıştı iki farklı karbon parçası birbirine. Bıraktılar kendilerini mezar içerisinde birikmekte olan su birikintisine…

Ne önemi vardı ki ne olduklarının, aslolan vuslattı. Maddesel bir varlığın ev sahipliğinde taşınan enerjiydi aslolan. Ha bir yaprakta, ha bir toprakta, ha bir yağmurda, ha bir karbonda!

Bir zamanlar bir başka mezarlık içerisinde, bir başka mezar başında dikili olan ağaçtan başlamıştı bu yolculuk. O ağacın gölgesinde yatan kişinin mezar taşında yazan isim şöyleydi: Hikmet Şen

Ve yolculuğun son bulduğu mezarda yatan kişinin mezar taşında yazan isim ise şöyleydi: Hikmet Şen eşi Zuhal Şen

Bitti…

Özkan SARI

Koleksiyoncu

”Ben o alıştığın koleksiyonculardan değilim genç adam!”

Koleksiyonculuk içerisinde para ve pul koleksiyonculuğu ilk akla gelenler. Araba, kartvizit, kelebek, düğme, taş gibi daha birçok çeşidi mevcut. Sabır ve kararlılık isteyen bir uğraş.

Benim uğraşım ise, işte bu koleksiyoncuları bulup ziyaret etmek ve koleksiyonlarını incelemek. Son olarak ziyaret ettiğim bir plak koleksiyoncusu vermişti gazete parçasına yazdığım cebimde duran adresi. Verdiği adreste ne tür bir koleksiyonla karşılaşacağımı söylememişti. Neyse ki adresi bulmuş ve zile basmıştım.

Kapıyı altmışlı yaşlarında bir adam açtı. Meraklı gözlerle beni tepeden tırnağa süzdükten sonra o daha lafa girmeden ben seslendim:

”Merhaba, benim adım Özkan, adresinizi plak koleksiyoncusu Suat Bey’den aldım. Sizi arayıp geleceğimi söylemiş olmalı.”

”İçeri gel genç adam” dedi koleksiyoncu.

İki katlı müstakil evinin yaşı muhtemelen yüzün üzerindeydi. Eski, bakımlı ve esrarengiz bir iç dizaynı vardı. Geçen her saniye heyecanım ve merakım artıyor, neyle karşılaşacağım konusunda sabırsızlanıyordum. Salona açılan beş kapıdan biri içerisinden geçerek geniş bir odaya girdik. Odanın üç duvarı tavana kadar raf yaptırılmıştı. Her rafta aşağı yukarı aynı büyüklükte yüzlerce cam kavanoz bulunuyordu. Cam kavanozların içinde ise sudan başka bir şey göremiyordum.

”Evet genç adam, gördüklerinizin ne olduğunu anlamlandırmaya çalıştığınızın farkındayım. Ben kesinlikle ziyaretçi kabul etmiyorum aslında ama sizi kabul ettim. Nedenini ise ilerleyen zamanda öğreneceksiniz.”

”Nedir bunlar, ne koleksiyonu?” diyebildim kısık bir ses tonuyla, ben her zamanki gibi sıcak bir sohbet eşliğinde bir para, pul, davetiye ne bileyim bir kitap koleksiyonu incelerim diye gelmişken, şu an karşımda yüzlerce cam kavanoz duruyordu. Merak ve heyecanımı yalnız bırakmayarak yanlarına birde şaşkınlık ve tedirginlik dâhil olmuştu.

”Benim adım Azamat, Kırgız’ım, babam ve dedem şamandı. Bana onlardan miras kalan bir uğraş koleksiyonculuk, ben o alıştığın koleksiyonculardan değilim genç adam, öyle elle tutulur, gözle görülür cisimler toplamam.”

”Peki, ne toplarsın?”  diye yutkunarak sorduğumda sesim iyice içime kaçmıştı.

”Ben, insanların ilk defa yaşadıkları özel anların duygularını toplarım.”

Adamın psikolojik sorunları olduğunu düşünmeye başlamıştım. Tedirginliğim yerini korkuya bıraktı. Bir an önce çıkmalıyım buradan diye düşünürken adam konuşmaya devam etti:

”Mesela bebeklerin ilk gülümsemelerini, onlar gülümsediğinde anne babalarının yaşadıkları ilk sevinçleri toplarım genç adam ya da annesinin öldüğü haberini alan birinin ilk hissettiği acıyı, ardından annesinin yokluğunda hissedeceği ilk yalnızlık duygusunu toplarım. Dediğim gibi ben, insanların ilk defa yaşadıkları özel anların duygularını toplarım.”

”…!?”

”Duyduklarına inanmak kolay değil ama hissettiğinde anlayacaksın.”

Koleksiyoncu rafın birinden bir kavanoz aldı eline ve bana uzattı… Kavanozu avucuma alır almaz kalbimde tarifsiz bir acı hissettim, ateşim çıkıyor, damarlarım kerpetenle yerinden sökülüyordu sanki, daha fazla dayanamayıp kavanozu koleksiyoncuya geri verdim. Hemen ardından başka bir kavanoz tutuşturdu elime, bu kez de tarifsiz bir huzur kaplamıştı ruhumu, yüzümde ılık bir gülümseme, gözlerimde şefkat dolu bir bakış belirdi. Kavanozu elimden alıp konuşmaya başladı koleksiyoncu:

”Hissettin bak, ilk kavanoz; annesini kaybeden birinin yaşadığı ilk acıydı diğeri ise bebeği kendisine ilk kez gülümseyen birinin yaşadığı ilk sevinç.”

Dehşet içerisindeydim. Nasıl olabiliyordu böyle bir şey? Artık şaşkınlığımı ve tedirginliğimi kovalayıp bu eşsiz anın kucağına bırakmalıydım kendimi.

Koleksiyoncu beni raflar arasında dolaştırmaya başladı. Bu esnada anlatmaya devam etti:

”Bak buradakiler ilk kıskançlıklar, bir kadının sevgilisini, bir çocuğun kardeşini, bir annenin oğlunu, bir babanın kızını ilk kez kıskandıklarında yaşadıkları duygular ve daha niceleri. Bak burasıda korkuların olduğu bölüm; örümcek korkusu, yalnızlık korkusu, başarısızlık korkusu, karanlık korkusu gibi ilk kez yaşanılan korkular. Hemen yandaki bölüm fiziksel acı bölümü; ilk diş ağrısı, ilk bıçak kesiği, ilk böbrek taşı sancısı.”

Neler yoktu ki Azamat’ın koleksiyonunda, ilk kez yaşanılan anların duyguları, sevinç, üzüntü, korku, şaşkınlık, öfke, şiddet, utanç, hayal kırıklığı, vicdan azabı… Uzunca bir süre gezdik raflar arasında, merakla inceledim her bir bölümü.

Zaman nasıl geçti anlamadım. Hava kararmak üzereydi. Artık gitmem gerekiyordu.

Koleksiyoncu raflar arasından elinde bir kavanozla yanıma yaklaştı. Salona geçtik, koltuklara oturduktan sonra üzerinde ”ayrılık” yazan elindeki kavanozu bana uzattı. Avucuma aldım;

Nasıl tarif edilir ki o an kelimelerle, hani oksijensiz bir ortamda havayı ciğerlerine çekersin de boğulduğunu hissedersin, ciğerlerin yanmaya başlar… Hani arabada ya da uçakta aniden boşluğa düşersin de kursağın kalkar, hani bir şey gelir oturur ya tam boğazının ortasına yumru gibi yutkunursun geri gitmez, hani ağlamak istersin, bedenin titrer ağlayamazsın. Sanki ruhun dayanamaz çeker gider de bedenin canlı bir kadavraya döner, sanki kışın ayazında jilet kesiği yağmurlar altına atılmış, sırılsıklam titreyen takatsiz bir yavru kedi gibi hissedersin ya kendini, aciz, çaresiz, kimsesiz. Nasıl tarif edilir ki o an kelimelerle!

Sarsıla sarsıla ağlıyordum, gözyaşlarım ya kirpik uçlarımdan bırakıveriyordu kendini boşluğa ya da yüzümden bir yol bulup çeneme iniyorlardı. Ellerim, dudaklarım titriyor, kavanozu bile zor tutuyordum avucumda. Bir zaman sonra hafifledim ve durgunlaştım. Tüm hislerim cımbızla çekilmiş gibiydi ruhumdan. Kavanozu koleksiyoncuya uzattım. Tepkisizce oturduğum koltuktan kalktım ve dış kapıya yöneldim. Hiçbir şey söylemeden demir kapıyı açtım ve sokağa çıktım. Ardımdan duyduğum tek cümle şu oldu: ”Güle güle evlat!’

Bir daha da uğramadım o koleksiyoncuya.

Ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Söyleyeyim.

O kavanoz…

O kavanoz bana aitti. 

***

Özkan SARI