Bu Aralar Babamlarda Kalıyorum

Bu aralar babamlarda kalıyorum. Yirmi altı yıl önce ayrıldığım ilk yuvamda. Nedenini ise satırlarımın sonlarına doğru açıklayacağım. O vakte kadar sizlere anlatmak istediklerim var.

Aslında sizlerden ziyade kendime anlatmak istediklerim, hatırlamak, tekrar etmek, tebessüm etmek, hüzünlenmek, şaşırmak, şükretmek istediğim hatıralarım var. Araştırmalara göre üç yaşımızdan önce yaşadıklarımızı hatırlayamıyoruz. Ve en çok hatırladığımız hatıralarımız ise duygu yoğunluğunun fazla olduğu yaşanmışlıklarımız. Daha doğru bir deyişle en çok korktuğumuz, mutlu olduğumuz, üzüldüğümüz vb. anılar. Anlaşılıyor ki diğer rutin günler ya da anlar hafızamıza çok daha silik biçimde kaydediliyor.

Doğup büyüdüğüm bu evde ise geçmişe yönelik ilk hatırladığım anılar çoğunlukla babamın beni uyuturken yanımda yer aldığı zamanlardı. Babam beni öylesine alıştırmıştı ki; iki şey olmadan uykuya dalabilmem pek mümkün değildi: biberon içerisindeki sütüm ve babamın ezberinden anlattığı masallar. Göz kapaklarım ağırlaştıkça sütü mü yoksa masalı mı içtiğimi ayırt edemezdim. Eğer masal bittiğinde henüz uyumamışsam, babam için perişan edici bir gece onu bekliyor olurdu. “Bir daha!” diye bağırmamla yeni bir masalın kapısı açılır, babamın yüzüme çarpan ılık nefesi, göz kapaklarımı usul usul kapatırdı.

Masal dinleme çağım geçtiğinde, yeni bir evreye başlamıştık; kısa kitaplardan öyküler dinleme. Tabii bu arada masallar öykülere evrilirken, biberondaki sütüm başka bir şeye evirilemedi, onunla vedalaşmak zorunda kalmıştım. Uyumam için gereken tek şey babamın ılık nefesiyle can bulan öykülerdi. Okul çağım başlayana dek bu durum böylece devam etti. Okumayı bilmiyordum fakat neredeyse Küçük Prens’i ezberlemiştim.

Ben büyüdükçe babamın kitaplığı da büyüyordu. Önceleri, kendisine ait odadaki duvarlardan sadece biri kitaplıkken, zamanla tüm oda kitaplık haline gelmişti. Okumayı severdi babam, o kitaplığını seyrederken ben de onu seyrederdim. O vakit içine doluşan huzur böceklerine bir anlam veremezdim, ta ki yıllar sonra kendi kitaplığımı seyre dalana dek. İlginçtir fakat babam bana hiçbir zaman kitap oku demedi. Bu klişe söylemi bir kez bile duymadım dilinden. Ama sık sık dillendirdiği “Merak zorlanmaz, uyandırılır.” Deyiminin renklerini üzerimde ilmek ilmek ördü.

Okumayı öğrendiğim zamanlar, televizyonun artık her eve girdiği yıllara denk geliyordu. Kalabalık ev oturmalarının sohbet kısımları makasla kesilmiş, yerine toplu televizyon izlemeleri monte edilmişti. Takip edilen programlar, diziler, filmler, önceden karara bağlanan evlerde toplanılıp pür dikkat izleniyordu. Televizyon çocuklar için bir mükafat aracı haline gelmişti. Uslu durmazsan izleyemezsin, dersini bitirmeden izleyemezsin, kitap okumadan izleyemezsin! Televizyon izlemek kutsallaştırılmış, ders çalışmak, kitap okumak gibi eylemler çocuklar için angarya durumuna düşmüştü. Babam için televizyon hiçbir zaman kutsal bir makine ya da mükafat aracı haline gelmedi. Ve hiçbir zaman, annemin televizyon üzerine dantel koymasına izin vermedi. “İzlemek tüketme eylemidir kızım, her şey önceden verilmiştir, hazırlanıp sunulmuştur film; ses, görüntü, kostüm, dekor, ortama göre müzik, duygularına yön veren efektler… Kitap okurken ise bütün bunları zihninde sen canlandırmak, hayal etmek zorundasın. Okumak sürekli bir yaratma eylemidir.” Nasıl unutabilirim bu diyalogları… Sonra anladım ki; okulda okumayı öğretiyorlardı, okumayı sevmeyi değil.

Birazdan yerimden kalkacak, uzun süredir her gece yaptığım gibi babamın kitaplığından bir kitap seçeceğim. Sayfalarını karıştıracak, babamın karalarcasına notlar aldığı kurumuş mürekkep lekelerine el süreceğim. Odadan yalnız ayrılmayacağım, bunu her gece hissediyorum. Proust, Kafka, Kierkegaard, Beckett, Rilke, Çehov, Thomas Mann, Yaşar Kemal, Dostoyevski ve daha niceleri de benimle beraber çıkacak o odadan. Hep birlikte babamın yatak odasına gireceğiz. Her biri odanın bir köşesine sessizce oturacak. Ben ise babamın başucuna oturup kitabın kapağını açacağım. Sesim kulaklarına ulaştığında ise o hasta ve yorgun gözlerini açacak. Nasıl ki benim hatırladığım ilk anılarım babamın bana masallar anlattığı zamanlar ise, istiyorum ki onun da son hatırladığı anıları, benim onun yanında olduğum ve ona kitap okuduğum zamanlar olsun. Değişiyor insan, saçları, dişleri dökülüyor, derisi buruşuyor ve sarkıyor, kasları eriyor, bir deri bir kemik kalıyor. Değişmeyen tek şey ise bakışları… Hala aynı bakıyor babam, kendini ifade etmesine izin vermeyen bedenine inat neyi var neyi yoksa gözlerinde kabaran damlalara yüklüyor. Ayna oluyor bana gözyaşları. O aynalarda her gece başka bir ben görüyorum. Beni bana hediye eden bir adam görüyorum. Okuyorum… Yüksek sesle, bedelsiz, karşılıksız, en çok sevdiği kitapları. O bana bir zamanlar başucumda her gece “hoş geldin kızım” derken, ben de şimdi ona her gece “güle güle baba” diyorum.

Bu aralar babamlarda kalıyorum…

Şimdi müsaadenizle.

    “İnsan hayatta olduğu için ev yapar, ama ölümlü olduğunu bildiği için kitap yazar. Sürü halinde yaşadığı için topluluk içinde oturur, ama yalnız olduğunu bildiği için okur. Bu okuma ona, başka bir arkadaşlığın yerini almayan ama bir başka arkadaşlık tarafından da yeri doldurulamayacak bir yoldaşlık sağlar. Kaderi üzerine kesin bir açıklama getirmez, ama hayatla onun arasında sıkı bir suç ortaklığı örer. Hayatın trajik saçmalığını aydınlatırken, çelişkili yaşama mutluluğunu anlatan çok küçük ve gizli suç ortaklıklarıdır bunlar. Öyle ki, okuma gerekçelerimiz en az yaşama gerekçelerimiz kadar gariptirler. Ve hiç kimse bize bu yakınlığın hesabını sormaz.” Daniel Pennac

Özkan SARI

Dua

Zaman akıyor.
Gecenin karanlık elleri dolduruyor hayatın boşluklarını. Birazdan üşümesinler diye birbirine sokulmuş evlerin tüm ışıkları sönecek ve kasabanın dar sokakları gölgelere kalacak.
Suya düşen bir taş.
Görünmeyen kanatların çıkardığı sesler.
Sahilde yürüyen kadının kuma hapsolmuş ayak izleri.
Gözyaşlarından dar patika.
Yakamozdan kral yolu.
Prensesin öptüğü kurbağa.
İstiridyelerden çocuk masalı…
Uzakta bir köpek havlayacak ve “köy yakın” diye geçireceğim içimden. Hangi kitapta hangi kahraman söylemişti bunu?
Susar da uyanırsın diye bir bardak su bırakacaksın başucuna.
Annenin tee yıllar önce öğrettiği duayı okuyacaksın başını yastığa koymadan önce.
Odanın beyaz tavanına gülümseyeceksin.
Tavan da sana.
Bilinmezliğe şaşıracaksın
Bilinmezlik de sana.
Sadece yaşayanlarının sahiplendiği gecekondu mahallesinde kartondan bir kuytuda uyu bu gece?
Yok yok, ormanın içerisinde tahta bir kulübede, hem şırıl şırıl bir dere akıyor yanından, ninni gibi gelir, bilirsin.
Deniz kenarı bir hanede dalgaların sesi ile uyumak da ayrı güzel. Yaz olsaydı gece çırılçıplak denize de girerdin, kim görecek?
Bilmem kaç rakımlı bir tepede iliği kemiğine yapışmış hâkî bir matın üzerinde içine naylon diktirdiğin pançoyu yorgan yapmışsın. Gözlerin gökyüzünde evde sıcak yatağında olduğunu düşlüyorsun… Akan zamanda şu an evdesin oysa!
Karlı bir dağın zirvesine tırmanırken mola yerinde turuncu renkli çadırına saklanmışsın tepe lambasının ışığında kitap okumaya çalışıyor, uyku tulumunun içinde dalıyorsun öyle. Tepe lambasının pili bitiyor, kitap elinden düşüyor.
Denizden yeni çıkmışsın çakıl taşlarının üzerine sırt üstü atıyorsun kendini, için geçmiş… O rehaveti, o boş vermişliği sen bilmeyeceksin de kim bilecek?
Teknedesin, martıların sesini dinlerken kıvrılıyorsun, rahat ol horlamaya başladığında arkadaşlar dürtecekler seni.
Yarın final var diye sabahladığın bir gece, ya uyanamazsan? Ya geç kalırsan?
Başın masaya düşmüş farkında olmadan kahveyi dökmüşsün…Uyku tutmasın diye balkona çıkıyorsun. Bitse şu okul artık. Ne olacaksa olsa.
Akan zamanda, şu an ne olacaksa olmuş oysa!
Bayramlıkların ütülü, yarın giyeceğin kırmızı ayakkabıların yanında, mutlusun.
Herkesin var olduğu bir zamandasın ve hepsinin birer birer silineceğini bilmiyor, düşünmüyorsun henüz.
Nerede yatarsan yat, nerede uyursan uyu sabah oluyor.
Gün ne kadar aydınlık, sen ne kadar farkında olsan da gece!
Her gün sıfırdan başlıyorum demişti balıkçı. Yıldız kaymış da dileğim olmuş gibi hissetmiştim.
Özeti budur diye geçirmiştim içimden.
İçimdeki mumları üflemiştim.
Yarın yeni bir sabah mı?
Yarın geçmişte yaşadığın fakat unuttuğun bir sabah mı?
Yarın kaç yaşına uyanacak, kaç yaşında olacaksın?
İşe mi gideceksin, okula mı?
Tamam tamam parka kim götürsün seni?

Zaman akıyor sen geçiyorsun.
Çok daha önce de geçip gitmiştin oysa.
“Yattım sağıma, döndüm soluma…”
Ali Gülcü
19 Şubat 2020

Kar Kavalı

07:30…
Karanlık…
Yarım saat var ilk ışığı görmeye.
Bana geldiğinde uzak durduğum, elime almaktan imtina edip,
kenarından kıyısından seyrettiğim şeye gidiyorum;
kara…

10 santigrat derece de soğuktur benim için, -1 diyorlar, peki diyorum.
Hafta sonu geldiğinde kendini yollara vuran şehir zedeler kervanına iliştirdim adımı.
Pantolonlar, montlar, tozluklar alıp doldurdum sırt çantamı.
Gitmek az kalır, kaçıyorum.

Yarı uyur, yarı uyanık, şehir merkezinden bir saat uzaklıkta ve neredeyse yirmi yıl geçmişte yaşayan kasabada duruyor araç. İçinde soba yanan küçük bir kahvehaneye toplaşıp simit, peynir, çay kahvaltısı yapılıyor. Pazarın soğuk sabahında “burada ne işleri var” dediğimiz amcalar muhtemelen aynı soruyu bizim için soruyor.

Tekrar yola koyulduktan sekiz dakika sonra ayak basıyoruz kente küsmüş beyaza. O vakit, bir şarkı lazım oluyor yola dolamalık. “Benim meskenim dağlardır dağlar “ diyor tanıdığım biri.

“Şehirler bana bir tuzak
insan sohbetleri yasak
uzak olun benden uzak
benim meskenim dağlardır dağlar…”

Tırmanırken yetmiyor nefes, susuyor şarkılar. Yüksek soluklardan hariç, adımlardan artan gıcırtılı bir nakarat kalıyor geriye.
Masal tozu üflenmiş bir rota başlıyor sonra.
Isınan vücutlar birer birer atıyor fazlalıkları. Önde iz açanlar, arkada izden gidenler, tek sıra bir sessizlikte buluşuyor.

Gökyüzü açık,
yer yer hafif bir rüzgar yokluyor ensemizi.
Sırtımda ter, parmaklarımda buz, gidiyorum. Her yokuşun bir inişi vardır diye teselli bulup, mecazına sırt dönen cümleye gülüyorum.

Elimde, uzayıp kısalan havalı bir çubuğu sağa sola saplayıp dengemi bulmaya çalışıyorum orman patikasında. Az sonra orta şiddetli bir darbe alıyor başım. Kim bilir ne vakit kırılıp öylece asılı kalmış bir dal parçası…

Yavaş yavaş başlıyor oflamalar,  sık sık duyuluyor “ne zaman sonlanacak bu yokuş tırmanmalar?”
“Az kaldı.” diyor öncü. “Az ötesi yol.”
Yoldan az ötesi zirve.
Zirve…
Ne heybetli kelime.

Sıklaşınca nefes alışlar yeni bir şarkı lazım oluyor.
“Karda zordur yürümek
anladım gelmeyecek…”
Azdan biraz fazla zaman sonra varıyoruz bir yere; ağaçsız, korunaksız.
Giyiliyor rüzgarlıklar, eldivenler yeniden takılıyor.
İleride, güneşin torpil geçtiği bir sırtın arkasına devriliyor çantalar. Termoslardan çaylar, kahveler dökülüyor, atıştırmalık nevaleler elden ele geziyor.

Çok beklemek, terli tenlere iyi gelmezmiş diye yükünü topluyor ekip. Yeni izler açılıp, ardı sıra gidiliyor. Sonra, bir ses çalınıyor kulağıma. Kapşona vuran sert rüzgardan hariç, az tanıdık, az yabancı… Zirvenin şarkısı gibi, nereye dönsem benimle yürüyen neredeyse notalı bir melodi…
Sonra
elimdeki havalı çubuğu fark ediyorum, delikli batonu…
Karda zordur yürümek; lakin gülümsüyorum.
Kar kavalım sağ yanımda, küçük, sabırlı adımlar atıyorum.

Bir ritim tutturuyorum içeriden. Moderato bir yürüyüşün içine koyuyorum göreceye aşık zamanı, soğuğu ve rüzgarı.
Biriken katmanın üzerinde, çöldeki kum taneleri gibi uçuşuyor kar.
Ayak izlerimiz, karnında açılmış yara izi gibi bölüyor tabakayı.
Birkaçının ardından, az birazının önünden  yavaşça yükseliyorum.

Ne güzel şey varmak!
Ne güzel bir his,
kırılıp düşecek gibiyken dizlerin, uzanan bir eli tutmak.
Yorulmuş bedenlerde, zoru geride bırakmanın haklı saadetini okumak ne güzel!
Kurguyu duraklamaya alıp, bir anlığına da olsa gerçeğe dokunmayı hayal etmiş bir avuç insanla yan yana yürümek ne güzel!
“Yapma” diyen uykulu bir nefse inat yollara düşmek, bin altı yüz metre yükseklikte yalnızlığınla ve güçsüzlüğünle yüzleşirken, düzensiz melodisiyle kana taze bir direnç yükleyen kar kavalıyla tanışmak ne güzel!

İniş vakti…
Ayağımda cız eden eklemsel bir acı, önümde yeni yıl kartpostalı gibi uzanan manzara,
düşe kalka alçalıyorum.
Yine uğranacak aynı kahveye, sıcak ince bellide parmağın buzu kırılacak.
Bu kadınlı erkekli kentli takımı gözden kayboluncaya kadar incelenecek, belki tavla sohbetine katık edilecek.
Son güçleriyle basamağı çıkıp koltuklarına yerleşenler,
karlı tepelerden, baton melodilerinden
temaşalı kalabaklıklarına, sıkışık, korna çığırtılı yollarına,
iş yeri denilen üç duvar bir pencere kutularına geri dönecek.
Geri dönüp, bir sonraki için sabırla bekleyecek.

Derya CESUR
Ocak 2020

Müzik: Leo Rojas – Warrior of Freedom

Mış’lı Zaman Anlatısı

Aylardan bir ay,

günlerden bir gün,

sabahlardan eflatun bir sabahmış.

Kaldırım sarı,

kaldırım kahverengi,

kaldırım turuncuya sarılmış.

Günlerden bir gün,

sabahlardan bir sabah,

saatlerden tek sayılık rakammış.

Açığa uzanan taka

geride kabaran sular,

geride aç homurtular,

geride siftahlı dualar bırakmış.

Sabahlardan bir sabah,

saatlerden bir saat,

dakikalardan üç çeyrekli bir anmış.

Tepede geceleyen rüzgar

uyanınca gerinerek

havayı eskimiş çöp,

havayı iyot,

havayı ekmek kokusu sarmış.

Saatlerden bir saat,

dakikalardan buçuklu,

saniyelerden, bir kuş ötüşlük zamanmış.

Serin hava ısınmış,

yol uzunken kısalmış,

kadının her adımında

hayal hakikatle bulanmış.

Martı yukarıda,

dalga aşağıda

masal
ortada
kalmış.

Eylül 2019

Yalova

Bir Psikiyatri Kliniğinde

Nereden başlamalıyım bilmiyorum doktor!

Tüm bu süreç içerisinde yanımdaydın, bilimsel anlamda nedenlerini benden daha iyi biliyorsun. Peki ya etkileri? İşte onu bilemezsin. Hem sana hoşça kal demeye, hem de hasta ve doktor seanslarında aramızda geçen sohbetlerin dışında senin yönlendirmelerin olmadan içimi dökmeye geldim.

Bir paradoks içindeyim doktor. “İyileşmek ve mutsuz olmak” ile “Hasta kalmak ve mutlu olmak” arasında derin bir paradoks. Tedirgin olma lütfen bu sözlerimden. Beni eski bir hastan olarak dinleme yalvarırım. Eğer şu an karşımda duran adama ben de eski doktorum olarak bakarsam; dışarı atamam içimde biriken irini.

Becerebilir miyim bilmiyorum ama sana bir çaresizliğin portresini çizeceğim.

Etrafında neler olup bittiğini dünyaya gelişinin ilk yıllarından itibaren algılamaya başlarsın. Anlamlandırmaya çalışırsın. Bu anlamlandırma ilk olarak nesnelerin belleğimizi fiziksel ve işitsel olarak uyarmasıyla olur. O zaman başlar insan yavrusu sorular sormaya… O zaman; henüz sorularının kanatları çıkmamıştır. Sorular da senin izlediğin yolu izleyerek gelişirler. Soruların da sen gibi küçük, savunmasız ve analitik zayıflık içerisindedir. Kaçmasına izin vermeden çabuk yakalarsın. Bu safha, adına “anlamlandırma” dediğimiz sürecin en basitidir.

Sonra büyümeye devam edersin. Seninle birlikte soruların da palazlanmaya başlar. Hareketleri canlanır ve yakalaması biraz daha çaba ister. Yine de yakalarsın. Çocuksundur! Hala birçok dış etkene karşı savunmasızsındır. Fakat elinde öylesine güçlü bir silah vardır ki; seni en ağır acıların, korkuların, çaresizliklerin içinden çekip alır: hayal gücün!

İşte bu silah sayesindedir ki; savaşın tam ortasında da olsa, bir hastanenin onkoloji servisinde yatıyor da olsa, ya da vicdansız bir anne babanın ellerinde de olsa; çocukları hep gülerken görürsün.

Elbet zaman durduğu yerde durmuyor. Ya da zaman duruyor; biz içinde ilerlemeye devam ediyoruz. Çocukluk bitiyor! Sonrası çok hızlı geçiyor doktor. Sen hızlanıyorsun… Soruların hızlanıyor ve kanatları çıkıyor. Artık yakalayamaz oluyorsun. Yakalayamadıkça merak ediyorsun. Merak ettikçe eksik kalıyorsun. Eksik kaldıkça, artık eskisi gibi her şeyi anlamlandıramıyorsun. İşte o zaman anlıyorsun aslında hayata karşı savunmasız olduğunu. Ve bir bakıyorsun ki o güçlü silahın artık yok: hayal gücün!

Burada insanın fiziksel varlığını zora sokan sebeplerden bahsetmiyorum doktor. Ait olduğun tür olan insanın; insan doğup, insan kalamamasından bahsediyorum. Ve senin insan doğup, insan kalmaya çabalayışından.

Ve insan! En büyük hayal kırıklığın oluyor.

Ve İnsan! En büyük korkun.

Ne garip ki doktor; insandan, yine insana kaçıyorsun. İnsana rağmen, insanla yaşıyorsun.

Çocukluğunu özlüyorsun doktor! Çocukluğunu ve kedinin fareyle oynadığı gibi sorularla oynadığın o yılları… Ve bir gün kaybettiğin o mistik hayal gücünü özlüyorsun. İşte bu özlem açtırdı bana sadece çocuk kitapları sattığım o mütevazı kitap dükkânını. Ve o zamanlar başladım çocuk masalları yazmaya.

Tchaikovsky’nin “Swan Lake” adlı eserini bilir misin? Tam bir mevsim potpurisidir. Ne zaman ıslatır, ne zaman ısıtır bilemezsin. Ve ben bu eseri ilk ne zaman, nerede dinledim biliyor musun? Elbette biliyorsun. Hatta ezberlemiş olmalısın.

Yo yo iyiyim doktor! Özür dilerim. Buraya gelirken ağlamamam konusunda kendimi uyarmıştım; başarılı olamadım. Daha çok söyleyeceklerim var ama konuşamayacağım galiba.

Şimdi doktor!

Sen bana diyorsun ki; uzun bir süre masal yazamazsın.

Sen bana diyorsun ki; uzun bir süre klasik müzik dinleyemezsin.

Sen bana diyorsun ki; uzun bir süre yalnız kalamazsın.

Ve sen bana diyorsun ki doktor; öyle bir kadın hiçbir zaman olmadı.

Ve tüm bunların üzerine sen bana diyorsun ki; artık iyileştin.

Evet, iyileştim! En acı olanı da bu ya zaten.

Ayrılsak; derdim ki tekrar barışırız.

Terk edip gitse; derdim ki bir gün döner geri.

Ölse; derdim ki mezarı var ve onun için dualarım.

Ama sen diyorsun ki; öyle bir aşk hiç yaşanmadı. Ve lanet olsun ben artık biliyorum ki; böyle bir aşk hiç yaşanmadı.

Söyle doktor? Ben şimdi iyileştim mi?

Becerebilirsem sana çaresizliğin portresini çizeceğim demiştim.

Bak doktor! Karşında;

Çaresizliğin portresi!

Becerebildim mi?

(Şizofreni hastası bir adamın, iyileşmesinin ardından doktoruna vedası.)

Özkan SARI