Adam

Fauré – Elegy In C Minor, Op. 24

“Bu yol nereye gidiyor?”, diye sordu karşıdan gelene,
“Bu, YOL mu?” dedi adam hayret içinde.

Uyandı,
gerindi,
perdelerinden ışık sızmayan odanın başucu lambasına uzanıp anahtara dokundu.
isteksizce ve ağır ağır doğruldu yatağından, ezberlenmiş adımlarla banyoya yürüdü.
Musluğu açtı, ellerine dolan soğuk suyu yüzüne götürdü.
Aynada şişmiş göz altlarını incelerken, gün içinde bekleyen işleri zihinsel bir not kağıdında sıraya koydu.
Yapılacak ne varsa önce kafasında yola koyardı. Eyleme geçtiğinde vakit kaybetmekten, sürprizlerle karşılaşmaktan hoşlanmazdı. Bu yüzden uykuya zor dalar, birkaç saat sonra uyanır, huzursuz dönüşlerle, kalkmak için sabahı beklerdi.

Günlük planı gözden geçirirken giysi odasına geldiğini fark etmedi bile. İnternet siparişiyle aldığı  ve henüz etiketi üzerinde duran mavi blazera uzandı. Son zamanlarda, artan çalışma saatleri yüzünden mağazaları gezerek alış veriş yapmaya zaman bulamıyordu. Sabah evden ayrılışı ve eve tekrar dönüşü arasında neredeyse on iki saat geçiyor, yemek ve istirahat derken gün yine yatakta sonlanıyor, sonraki günler de aynı döngü ile uç uca ekleniyordu.

Pazar tatillerinde bile en az üç saatini bilgisayar ya da telefonda geçirir, çoğunlukla film izlemek, tembelce uzanmak, biraz kitap okumak ya da ofisten bir arkadaşıyla bir şeyler içmek arasında bir tercih yapması gerekirdi. Aynı güne birkaç keyif sığdıramıyordu adam. Birini yapsa diğerinden mahrum kalıyor, yorgun bedeni ya da huzursuz ruhu ile yeni bir pazartesiye bağlanıyordu.

Evli değildi.


Lise aşklarından nasibini almamış, üniversitede başını kitaptan kaldırmamış, ikili ilişkilere dair ince kavrayışlardan sınıfta kalmıştı. Üniversite sonrası  bazı denemeler yaptıysa da nihayete erdiremedi ve aile kurmaktan umudu kesip kısa, beklentisiz buluşmalara sarıldı.

Öğrencilik hayatı boyunca çalışkanlığı ile daima göz doldurmuş, çevresinin ve aile dostlarının güzel övgülerine mazhar olmuştu. Çok çalışırdı adam.  Bilmediği her şeyi araştırır, sempozyumlara  çalıştaylara katılır, uluslararası eğitim programlarına başvurular yapar ve çoğunlukla kabul edilirdi. Arkadaşları okul sonrası buluşmalara, cumartesi dağıtmalarına, pazar gezinmelerine giderken umutsuzca onu da davet eder  ancak hep olduğu üzere  aynı cevabı alır, ısrara gerek duymazlardı. “Onun da sırası gelecek.” derdi adam. “Hele bir bitireyim şu okulu !”

Sonra,
mezun oldu.


Fakülde dekanının elinden aldı ödülünü. Tribünde kendisini izleyen ailesi gurur doluydu. Yanındakilere işaret edip “ Benim oğlum.” diyordu annesi,  yüzünden süzülen yaşları sile sile. Babası dirayetliydi, tutuyordu gururunu bakışında. Ağlamıyor, dizginleri kaybetmemek için eliyle dizini sımsıkı kavrıyordu. Adam da çok mutluydu. Ailesine minnet, yaratıcıya şükür doluydu kalbi. Şimdi, yeni bir yola giriyordu hayat. Mükemmel işi bulacak, iyi para kazanacak ve o zamana kadar ertelediği  şeyleri yapacaktı bir bir. Öyle yıllar yılı emeklemeden, ezilip örselenmeden çalışacağı bir iş bulacak, hızla yükselip keyfine bakacaktı.  Prestijli bir üniversitenin en iyi bölümlerinden birinden alıyordu  diplomasını. Öğrencilik yılları boyunca  biriken bir dolu önemli sertifikası vardı. “Beni kim olsa havada kapar.” diyordu içinden, haksız sayılmazdı.

Fakat
ödülünü alıp sandalyesine geçtiği anda garip bir şey oldu. Gurur, başarıyla gelen tatmin,  annesini ağlarken gördüğü mutluluk aniden çekildi göğsünden. Onların yerini, nasıl peydah olduğu meçhul bir kaygı,  müphem bir huzursuzluk doldurdu. Bakışlarını etrafında gezdirince kendisi gibi hayata atılmaya hazır, enerji ve yetenek dolu yüzlerce genç adam ve genç kadın olduğunu anımsadı. Onlar, diğer üniversitelerdeki başkaları… Hepsi iş arayacak, araya hatırlı insanlar sokacak ve belki de biri, onun hayalini süsleyen ofiste onun yerine çalışacaktı. Nabzının yükseldiğini ve başının döndüğünü hissetti adam . Mücadele, “Bitti.” dediği yerden ve büyüyerek devam ediyordu. Yeni bir buluş yapmış gibi heyecanla “Fark yaratmalıyım !” dedi. Yanında oturanların “Efendim?”, “Bir şey mi dedin?” leriyle kendine gelip, “Herkesin yapamadığı şeyleri yapmalıyım.” diye devam etti iç sesiyle. Bu kavrayışın sonrasında olup biten her şey, konuşmalar ve alkışlar dipte dalgalanan anlaşılmaz bir uğultuya dönüştü. Tören sonuna kadar aklının ürettiği her yeni soruya yanıt aradı. “Benim master yapmam gerekiyor.” dedi kendisini tebriğe gelen ailesine. İrileşen, meraklı, idraki tamamlanmamış düşüncelerle baktılar çocuklarına.
“Bunu konuşuruz.” dedi babası,
“Olur tabi evladım.” dedi annesi.

Gitti adam.


Kütüphanelerde, konferans salonlarında, amfilerde geçen notu yüksek, coşkusuz, aşksız iki yıl daha geçirdi, döndü geri. Birbiri ardına  gelen kutlama mesajları, yemekleri… Azmi ve başarısına yapılan alkışlar, çıkarılan şapkalar süsledi günleri, geceleri.

Gurur duyuyordu kararlılığıyla. Adına  his perhizi denilebilecek onca zamanın ardından, artık hazır hissediyordu yaşamaya. Tüm geçmişini kuşanıp, çalışmak istediği şirketlere başvuru yaptı. Beklediği gibi oldu üstelik. Hepsi görüşmeye çağırıyorlardı adamı. Dolgun bir başlangıç maaşı ve geniş sosyal avantajlar sağlıyorlardı.  “İşte !” dedi adam. “ Ben, ağustos böceğine asla özenmeyen karıncaydım. Şimdi, karşılığını alma zamanı !”

Yaptığı görüşmelerin hepsi olumlu geçti ve teklifi en makul, çalışma koşulları en elverişli olan firma ile ilk iş sözleşmesini imzaladı. Toplantılar, sunumlar, iş yemekleri ve irili ufaklı sayısız ayrıntı ile uğraşıyor, arı gibi çalışkan haliyle göz dolduruyordu. İlk zamanlar zor gelmiyordu yoğunluk. Çalışmak huyuydu adamın, en iyi bildiği şeydi. Dünyevi zevklere pas vermeyen, tüm enerjisiyle kendisini yaptığı işe adayan bu genç adam, çalışmalarını övgüyle taçlandıran işverenleri tarafından gün be gün daha fazla sorumlulukla çevrildi, pozisyonu istikrarlı olarak yükseltildi. O da bu itibarı karşılıksız bırakmayıp, yükseldikçe daha çok çalıştı.  Ofisten daha geç çıkıp sabahları işe daha erken geldi.

Böyle böyle geçti  yıllar.
Yüksek rakamlı paralarla dolu kartlar, pahalı takımlar, son teknoloji aygıtlar, kariyer sever kadınlar girdi eve. Eskiyenler çıkıp giderken, o eşikte durup arkalarından baktı, sessizce kapıyı kapattı.

Güzel bir arabası, evi, kariyeri, ülkeden ülkeye business  class uçak biletleri oldu adamın.
Cam duvarlı,
şehir panaromalı,
deri koltuklu ofislerde double espressolu sohbetleri oldu.
Gurme restoranların en manzaralı köşelerinde ayrılmış leziz masaları oldu.
Anne babasının,
kız kardeşinin,
eski mahalledeki Aysel Teyze’nin,
eşin dostun, ilkokul öğretmeninin maşallah diyeceği bir hayatı oldu adamın.

Sonra ne oldu?

Aşk olmadı mesela.
Denizin kenarında el ele yürümeler, taş sektirmeler,
bir durup rüzgarı, kuşu, yağmuru dinleyip,
varoluştan beri yaşayan canlılığa yaslanmalar, olmadı.
Güneşe yüzünü dönüp,
gözleri sımsıkı kapayıp,
bir ağaca sırt verip tatlı düşlere dalmalar, olmadı.
Sabahlara uzanan,
bol kahkahalı, az kaygılı dost sohbetleri, olmadı.
Platonik heyecanlar,
salya sümük ayrılışlar,
bir daha aşık olmamaya yemin edip, kapı eşiklerinde, kanepe üstlerinde sızılan geceler,
tokatlanmadan uyanılamayan sabahlar, olmadı.

Programlara, planlara, saatlere, dakikalara bölünmüş, keyifli iradesi hadım edilmiş bir yarı ömür oldu çıkarmadan artan,
bölmeden elde kalan.

Altı torbalanmış, kırklı gözlerini diktiği aksine bakarken aynada, böyle düşündü adam.
Saatin uyandırma alarmı çalıyordu ve neredeyse on yıldır
erkene kurulmuş bir saatten daha erkendi uyanıklığı.
İki karanlık arasındaki uzun günler
ritmi hiç aksamayan bir metronomun sıkıcı aynılığında yaşanıp ölüyordu.

Yatak odasına dönüp giyindi.
Eli kravata uzandı, sonra vazgeçti.
Telefonu alıp, henüz uyanmamış annesine “Birkaç gün çok yoğunum, ulaşamazsanız merak etmeyin.” mesajı gönderip, cihazın kapatma düğmesine bastı. Karanlık ekranı orta sehpanın üzerine bıraktı. Anahtarı cebine koyup, ayakkabılarını giydi.  Her gün, iki defa kilitlendiğinden emin olmadan terk etmediği kapıyı yalnızca çekerek kapattı ve asansörü çağırmadan hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı yöneldi. Mesaisinin başlamasına bir saat varken arabasına atlayıp yola serildi.

Vardığında, ortalık süt limandı.
Sessizliğe özgü bir sesin olduğunu bunca zamandır nasıl fark etmediğine hayret etti.
Kahve içerdi sabahları,
bu kez orta halli bir çay istedi.
Sonra,
aylardır bir köşede bekletip de yüzüne bakamadığı kitabın kapağını çevirdi.Ofiste birileri, telefon aramalarıyla başlamıştı mesaisine.  Asistan, yanıt alamadıkça huzursuzlanıyor, kendi kendine söyleniyor, yan odadaki pazarlama şefine doğru kaygılı ellerini sallayarak “ Yok. Yok işte!” diye hayıflanıyordu. Her deneme sonrası telefonu sertçe kapatıyor, birkaç nefes alıyor, sonra kurulmuş oyuncak gibi kendi etrafında dönüp duruyordu.

Gülümsedi adam, doğallıkla .
Nasıl da huzura batmıştı, plansızca !
Denizden havalanıp burnuna dolan iyot kokusunu göğsüne taşırken kafenin garsonu “Abi tazeleyeyim mi çayını?” diye sesleniyordu.
“Doldur bir tane daha aynısından. “ dedi adam. “Yanına da şöyle güzel bir kahvaltı döşe. Daha duracağım, aç kalmayalım”

Ofisteki bıkkın asistan umudunu yitirmiş parmağıyla arama tuşuna yeniden dokunuyordu,

“Aradığınız kişiye ulaşılamıyor.” du.

Ceviz Oda (Bölüm 1)

Köklü ağaçları mitolojik gök tanrıları gibi eğip büken ve kıyıyı döven üç insan boyu yükseklikteki dalgaları izlerken, “Böylesini görmeyeli yirmi yıl olmuştur” diye geçirdi içinden. Titrek nefesler alan pencerenin önünde dururken, sessizliğe tatlılıkla eşlik eden ateşin, yün bir battaniye gibi sırtını sarışını hissetti. Dışarıda, fırtınaya yakalanmanın talihsiz zamanlamasını paylaşan ve cüssesine güvenli bir yer bulmak için telaşla yer değiştiren insanları, kedileri, köpekleri ve diğerlerini düşündü. Duyulur duyulmaz bir şeyler mırıldandı; “Sabah haberlerini izlememeliyim.”

Sonra bu yıkıcı manzaraya arkasını dönüp yanan ateşe yöneldi. Köze dönmek üzere olan odunları demir maşa ile karıştırıp yenilerini aralarına yerleştirdi. Fırtınayı unutmak için güzel bir film, güzel bir müzik ya da güzel bir uyku arasında tercih yapabileceğini düşünürken güzel bir kitapta karar kıldı. Birkaç dokunuşla odaya dolan ve sanki, insanın dünya üzerinde var olduğu her çağa ait olabileceği hissini çağıran o tatlı melodiye minnet duydu.

Neredeyse yüz elli yıllık geçmişiyle yüksek oda tavanına kadar uzanan, yılların ağaç raflar arasına hapsettiği saman kağıt, deri ve reçine kokularıyla zamansız bir dekor gibi bütün odayı saran kütüphanede dikkatlice gözlerini gezdirdi. Ata mirası antika el yazmaları, uzun yolculuklar sırasında duraklanan limanlardan, kıyıda köşede derin bir uyku halinde bekleyen sahaflardan heybeye katılan, onlarca dil ve yüzlerce farklı konuda yazılmış yüzlerce ciltlik kitap… Yazarlarına, ülkelerine ve konularına göre özenle dizilmiş ve aynı titizlikle bunca yıldır tüm koleksiyonculardan, tüm devlet kurumlarından ve meraklı bakışlardan gizlenmiş yaklaşık beş bin kitaplık bir kütüphaneydi burası. Çocukluğunun en büyülü muhitiydi bu oda. Büyüklerin azarlarına maruz kaldığında, utandığında, gürültülü yetişkin sohbetlerinin arasında oyunlarına yer bulamadığında kaçtığı inziva yeriydi.

“Kokular…”diye mırıldandı.”Bize geçmişten kalan en güçlü hatıralar…”Bu odayı en çok büyükbabasıyla paylaşmayı severdi. Zaten ikisininden başka da kimsenin uğrak yeri değildi. Onu, en az kitaplar kadar eski ceviz masasında, büyüteçli gözlüğüyle satırların arasında zamanı unuttuğu, gerçekliğini kaybettiği görüntüsüyle hatırlardı. Boydan boya ceviz ağacından imal edilmiş ve yapımı iki yıl sürmüş olan bu kütüphane için “En büyük zenginliğim.” derdi büyük babası. Onun, her köşesi ayrı bir notada gıcırdayan emektar koltuğunun üzerinde, dünyanın kalanından kendini kurtarıp ülke ülke dolaştığını hissederdi. Bir kitabın başında saatler geçirir, gelip soranlar için, “Evde yok deyin.” diye salık verirdi.

Bunlar olup biterken ve büyükbabasıyla aynı masum yalana alet olurken on yaşında bile yoktu adam. Ancak sesler, görüntüler ve kokular dün yaşanmışçasına taptaze önündeydi işte. “Belli ki bu inziva sever yanımı ondan almışım.” diye düşündü ve ortak tanıdıkların “İşte, yine onun gibi yaptın.” dediği türden bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. Ondan kalan bu eşsiz hazinenin son otuz yıllık bekçisiydi ve garip bir şekilde, o gezgin çelebinin tüm fizik ve inanç kurallarını yıkıp arada bir hazinesini ziyarete geldiğini düşünürdü.

Adam sepia anıların arasında gezinirken pencerelerin iyice yükselen titremeleriyle kendi yaşına döndü. Pek de barışamadığı bugüne… Fırtına şiddetini artırmış, iyice ürkütücü bir görünüm almıştı. Şöminedeki ateş son demlerini yaşıyor ve artık iyice yaşlanmış olan kedi sallanan sandalyenin minderine kıvrılmış, gamsızlığın huzurlu düzlüğünde uyuyordu. Gidip ateşe birkaç odun daha attı. Büyükbabasının da çocukluğunu geçirdiği bu iki asırlık taş konağın her köşesinden bir anı filizleniyor ve her biri duvardan duvara gerilmiş iplerin üzerinde asılı duran fotoğraflar gibi tüm canlılıklarıyla konağı dolduruyorlardı.

Bu eve on yıldır kendisinden başka biri girmemişti. Onlarca yıl kalabalık ailesini, komşularını, akrabalarını ve daha nicelerini ağırlamış olan bu koskoca konak, şimdi yalnızca ona ve uyuklamaktan başka hobisi olmayan miskin bir kediye çatılık yapıyordu. Nerede durursa dursun, eve ait tüylü bir dekor hissi veren bu sakin mizaçlı hayvana karşı sıcak bir duygu yükseldi içinden. Bu eve ilk geldiği günü çağırdı hafızasından. Dışarıda şubat karı birikmişti. Gazete ile kahvaltılık nevale almak için dışarı çıkmış ve geri döndüğünde kapının önünde bulmuştu onu. Küçük, ıslak ve muhtemelen aç gövdesine kuru bir kovuk bulmaya çalışıyordu. Temkinli bir sıradanlıkla kapıyı açıp içeri girdi. Dolaptan çıkardığı sütü ocakta ılıtıp bir kaseye boşalttı. Hayatı boyunca sokak hayvanlarıyla hep mesafeli durmuş biri olarak bir şeyleri yanlış yapabileceğinin iç sıkıntısını hissetti. Fakat soğuk bir kış günü için ılık bir sütün güzel bir başlangıç olacağını tahmin etmişti.. Yavru kedi kendisine uzatılan kaseye tedirgin birkaç bakış atmış ve muhtemelen “daha kötü ne olabilir ki?” diye düşünüp başını süte daldırmıştı. İştahlı yudumlarının arasında başını kaldırdıkça adamın sevecen bakışlarıyla karşılaşmış, bir içmiş, bir ısınmıştı.

Ürkütmekten korkan bir kibarlıkla aldı onu adam ellerine. Narin, yeni tüylenmiş derisini kuru bir havluya sardı.Baktı ona kedi. Endişeyle, minnetle, sükunetle ve çaresizlikle baktı. Hayat çizgilerinin birleştiği anı kutsayan şükran dolu bir mırıltı çıkardı. Adam “Peki.” dedi. Kalender, çizgi gibi bir gülümseme belirdi yüzünde. “Hoşgeldin!”

On yıllık yarenlik sonrasında elde, malum sonu bekleyen ihtiyar bir kedi ve geceleri hatıralarına sarılıp yatan orta yaşlı bir münzevi vardı. Kedi bunca yıl her sabahı, aynı cam kenarında karşılamıştı. Mevsimler gelip geçmiş ve baktığı sokak, zaman içerisinde pek çok değişime uğramıştı. Her sabah evden çıkıp giden sahibini, her aksam aynı camın ardında beklemişti. Bir kez bile olsun uzatmamıştı kafasını kapıdan dışarı. Davetkar sokak kedilerine kanıp, tek sefer bile olsa merakına yenik düşmemişti. Yetinmişti kedi. Birlikte yaşlandığı bu tuhaf adamın elindeki sıcaklıkla, onunla paylaştığı ve belki ondan daha çok sahiplendiği sandalyenin huzurlu kucağıyla…

Feci şekilde patladı gökyüzü. Uykunun derinlerinde dolaşan kedi aniden sıçradı ve asla alışkanlığı olmadığı şekilde sağa sola koşup eşyaları devirmeye başladı. Aniden ışıklar söndü. “Trafoya yıldırım düşmüş olmalı.” dedi adam ve kediyi sakinleştirmeye çalıştı.” Lamba!” dedi sonra. Odadan çıkıp ışıldağın olduğu kata inmeyi gözü almadı. Eski gaz lambası geldi aklına. Rafların tozunu aldığı bir gün dolaplardan birinin içinde gördüğünü hatırladı. Köze dönmek üzere olan ateşin cılız ışığında, el yordamıyla aramaya başladı. Kedi, ayaklarının altında kendisinden hiç duyulmamış tizlikte sesler çıkarıyordu. Acıdı adam. Son demlerini yaşadığını bildiği ve kendisine yıllarca sadakatle arkadaşlık etmiş olan bu varlığa karşı bu kez derin bir üzüntü hissiyle doldu. “Sakin ol kızım, ben buradayım.”

Kedi, adamın söyledikleri anlamışçasına huzurla kıvrıldı olduğu yere. Adam, yalnızca dokunma duyusuyla yaptığı arama sırasında yere birkaç şeyin düşmesine engel olamadı fakat sonunda elleri lambayı kavradı. Ağır adımlarda köz haline gelmiş ateşe doğru yürüdü. Lambanın fitilini şömineye uzatmasıyla oda dingin bir aydınlığa kavuştu. “Aynen büyükbabamın zamanlarındaki gibi.” dedi ve kuyruğuna sarılarak büzülmüş hayvanı kucağına alarak büyükbabasından kalan emektar koltuğa oturdu. O sırada ayağının çarpmasıyla, bir şeyin eski evrak dolabının altına doğru sürüklendiğini fark etti. Kediyi masanın üzerine bırakıp lambayı aldı ve dizlerinin üstüne çöküp eğilerek, ışığı dolabın altına doğru yaklaştırdı. Dolap ve zemin arasındaki açıklık çok dar olduğundan hiçbir şey göremedi. Adam elini kör bir hamleyle dolabın altına doğru uzatarak bilinçsizce sürüklediği nesneyi bulmaya çalıştı. Üçüncü hamlenin sonunda nihayet küçük, metal bir nesnenin sertliğini hissetti. Çıkarıp ışığa doğru tuttu. Pas rengi almış ve estetik ayrıntılarından oldukça eski olduğu anlaşılan bir anahtardı elinde tuttuğu. Bunu daha önce hiç görmediğine emindi. Yıllardır bu evin tüm dolaplarını, tüm çekmecelerini elinden geçirmiş, her ayrıntılarını ezberlemişti. Kilitli olan bir yerler olmadığına yemin edebilirdi. Üstelik bu anahtar, konakta bulunan hiçbir diğer anahtara benzemiyordu. Biraz öncesine kadar çılgınca ortalığı birbirine katıp şimdi kıpırtısız kesilen kediyi kucağına alarak yeniden koltuğa oturdu. Eski lambanın mütevazi ışığıyla aydınlanan masaya iyice yaklaşıp anahtarı üzerine bıraktı. “Bak!” dedi parmaklarının arasında keyiften yün yumağına dönen kediye. “Yeni bir hikaye başlıyor bu gece.”

Derya CESUR