Denize bakan cep gibi bir balkon, küçücük bir sehpa yanında iskemle. Canlıymış hissi veren fakat dokununca, aaa yapaymış bu çiçekler! Boğazdan geçen gemi ışıkları, sokak köpekleri, balık lokantası. Benden önce acaba kim oturdu bu iskemlede? Ne düşündü?
Denize de bakmıştır tıpkı ben gibi, ne görmüştür? Kimi görmüştür. Döndür döndür Yan Tiersen dinliyorum. Esther, La plage, Summer 78.
78 yazında altı yaşındayım, Şen Mahalle’de tek katlı bahçeli bir evden, dört katlı bir kooperatif evinin ikinci katına taşınıyoruz. Ayak altında gezmeyeyim diye köye gönderiyorlar beni.
Yazın ortalarında taşınma bitmiştir gayrı deyip Çorlu’ya geliyoruz babaannemle. Birbirine benzeyen dört tane apartman var, altı numarada oturuyoruz. Ekmek almaya gönderiyorlar bakkala, bakkalın ismi Sami. “Sami Amcana, git iki ekmek al gel.”
Başka mahallelerde nasıldı bilmem ama o zamanlar hep sahibinin ismi ile anılırdı bakkallar.
Bakkal Sami Amca, Bakkal Osman Amca, Bakkal Yusuf… Ekmek koltuğumun altında altı numaranın zilini çalıyorum Mukaddes Teyze açıyor. Ben teyzenin isminin Mukaddes olduğunu bilmiyorum henüz. E hani bizim evdi burası? Hiçbir şey demeden ağlaya ağlaya üçer beşer merdivenlerden inmeye başlıyorum. Dört kooperatif evinin tam karşısında tek katlı evlerden birinin duvarına oturuyorum. Ayağımda Panter ayakkabılarım var, Esem olaydı iyiydi! Ekmek almaya giden gelmeyince aramaya çıkıyorlar, duvarın üzerinde ağlarken buluyorlar beni. Sofra bezi yayılıyor, elek, sini… Yemek yerken babaannemim kulağına eğiliyorum. “Köye geri dönelim.” “Neden be çocuğum?” “Burada bütün evler birbirine benziyor!” Öyle de oluyor, Önce Muratlı’ya sonra Korelinin mavi minibüsü ile köye… Eylülde okula başlayacak, birbirine benzeyen evlere de apartman hayatına da alışacağım. Alışacağım fakat sevmeyeceğim!
İçeride müşteri kalmayınca kapatıyorlar balık lokantasını, sokak köpekleri kuytulara kıvrılıp, boğazdan geçen gemi ışıkları seyrekleşince ve son sarhoş evine dönünce yatıyorum ben de. Balkonun kapısını açık bırakıyor, yorganı gözlerime kadar çekip kıyıyı döven dalgaların sesini dinlerken dinlerken öyle…Azıcık rüzgâr olsaydı da tüller odanın içine içine uçuşsaydı. Amaaan her istediğimiz olsaydı hayatın tadı mı olurdu? Neyi düşlerdik o zaman? İnsan değil miyiz, olmayacak ki isteyeceğiz. İstediğimiz sürece yaşıyoruz!
Biri dürtmüş gibi uyanıyorum. Oteldeyim, rüzgâr çıkmış, tüller odanın içine içine, düşlediğim gibi. Uzaklarda bir horoz ötüyor, sabah ezanı okunuyor, saat 06:49. Giyiniyorum hemen, yan odada biri horluyor, resepsiyondaki genç uyuyor.
Parmak uçlarımda çıkıyorum dışarıya, mızrak gibi bir sabah. Balık lokantasının dışarıda bırakılmış iskemlelerinden birini alıp, tam dalgaların bittiği yere, bacak bacak üzerine atıp oturuyorum. İskemlenin bacakları kuma gömülüyor ama olacak o kadar. Bir balıkçı teknesi geçiyor, teknenin kıçında ayakta duran adama el sallıyorum, o da bana el sallıyor. Ağları atıp balıkçı kahvesine dönünce acaba nasıl anlatacak beni? Zenginlik çok paranın olması değil de denizi, gün doğumunu, martıları sahiplenmektir belki? Huzur da zenginliktir. Ağız tadı da. Avucunuza aldığınız deniz minaresi de. Büyüsün diye denize geri bıraktığınız balık da. Sabahın bu kör vaktinde gökyüzü bakır rengiyken te bu dışarıda bırakılmış iskemlede oturmak kaç para?
Martıların sesi, sokak köpeklerinin ayaklarının dibine kıvrılışı, boğazdan geçen gemilerin ışıkları, bir melodi ile kırk yıl öncesine dönmek, Osman Amcayı, Sami Amcayı anmak… Ya babaannemi! Çocukluğuna geri dönmek, kaç para? Nefes aldığımız kadar değil, keyif aldığımız kadar yaşıyoruz belki de!
Birbirine benzemeyen günler.Uçuşan tüller. Denize bakarken gördüğümüz yüzler olsun hayatımızda. Alıştıklarımızı sevmeyelim, onu diyorum!
Köylü ufaktan başlamış fındığa. Havalar göz açtırmıyor ki toplasın ağacın yükünü ! Arada derede kafalarını kaldırıp bakıyorlar yoldaki yabancıya. Sağa sola “Kolay gelsin.” diye diye yürüyor. ”Kimin nesi acaba?”
Buralarda kimse yürümek için yürümüyor. Birbirlerine ya da evden bahçeye gidiş
gelişler dışında benim gibi kafasını döndüre döndüre gezene zor rastlanır.
İşsiz güçsüz şehirli kadınlar işte !
Hasbelkader düşünce bir köye yolları, ayaklarına sporları çekip, ellerinde kameralarıyla kendilerini detoks etkili keşiflere savururlar. Gördükleri her çiçeğin yakın plan fotoğrafını çekip, altlarına doğa temalı hashtagleri sıralayarak sosyal medya şovları yapmayı pek severler.
Uzaktan izlemeye,
koklamaya bayılır, “Gel biraz da sen
topla” deseler, “Ayağıma yüzüme bir
şeyler dolanır şimdi.” deyip savuşturmayı ustalıkla becerirler. Hadi
genelleme yapmayayım, ben biraz öyleyim.
Turist gibi ilerliyordum ki, telefonun yanımda olduğunu
hatırladım. Çalma listemin en öncelikli piano albümlerinden birine dokunup
inişe geçtim,
ve başladı şiir.
İlk defa bu kadar iştahlıyım hakikate.
İlk defa bu kadar farkındayım neye baktığımın.
Sağlı sollu bahçelerin ortasından,
yağmurla karılmış toprağı az önce desenlemiş tekerlek
izlerinin üzerinden,
sisli tepelerin karşısından ve fazla samimi olmaktan
çekindiğim uysal damlaların altından yürürken anlıyorum ki, tüm duyularımla, var
olan tek gerçeğe dokunmaktayım.
Kokuyor Ağustos
taze yaprak, ıslak toprak,
biraz tezek, biraz
çiçek…
Değiyor bulutlar çıplak kollarıma çise çise.
Gelip geçiyorum tentesinin altında çay molası vermiş
kadınların, çocukların, erkeklerin yanı başından.
Temkinli bir samimiyetle “Sağol “diyorlar “Kolay gelsin !” lerime. Bir ev seçiyorum
rampanın başından, “Oraya varınca dönerim”
diyorum.
Artık çıkış zamanı…
Önce tırmanıp yavaşça, sonra düze değiyorum.
Cürmünden büyük sesler çıkaran bir lombardin yaklaşıyor, bir
el uzanıyor kol hizama. Düşünmeden uzattığım benimkine al yanaklı bir elma
konuyor. El kimin bilmiyorum; lakin aldığım en manidar hediye.
Yaklaşıyorum haneye.
Yol ayrımına gelince şemsiyeyi tepemden indirip yüzümü göğe
çeviriyorum.
Kollarımı iki yana
açıp, kalem ucundan hallice yağan yağmurun yaprakta, toprakta ve gözlük
camımdaki şıp, pıt ve çıtlarını
dinliyorum.
Annem ve
babam, yaşadığım şehre otuz km uzaklıkta şirin bir köyde yaşıyorlar. On beş günde
bir akşam yemeğine gitmem ve bayramlar dışında, sıkça uğradığımı söyleyemem. Sıcakların
iyice etkisini göstermesiyle, yaz boyunca işe köyden gidip gelmeye karar verdim.
Gerekli elbiselerim ve kitaplarımdan başka yanıma hiçbir şey almadım. Hem, az
geliyorsun diye hayıflanıp duran annemler sevindi bu duruma, hem de şehrin
boğucu kalabalıkları ve gri egemenliğinden sıkılmış olan ben.
İş
çıkışlarında hiç vakit kaybetmeden köye gitmeye başladım. Güneş batana kadarki
zamanı çam ormanlarına bakan terasımızda kitap okuyarak geçiriyor, güneş
battıktan sonraki zaman diliminde de annem ve babamla sohbet ediyorduk. Bu
sohbetler daha çok benim ve kardeşlerimin küçüklüğüne dair anılardan oluşuyordu.
Annem ve babamın ilerleyen yaşlarının getirdiği duygusallıktan olsa gerek;
anlattıkları birçok anı bazen nemlenen gözleri eşliğinde araya giren bir
suskunluk, bazen de derin bir nefes alıp veriş eşliğinde araya giren bir
tebessümle bölünüyordu.
Bazı
akşamlar kardeşlerimin de dâhil olduğu sohbetlerde, dijital dünya sonrası tozlanmaya
yüz tutan aile albümlerimizi inceliyor, birçok fotoğrafta gülüşmelerimize anlam
veremeyen eşlerinin: “Hadi artık, kalkalım!” talimatlarına yine gülerek
karşılık veriyorduk. Hatta ben, aramızdaki samimiyete sığınarak: “Getirmeyin
oğlum bir daha şunları” diyerek kızlarımızın burunlarını iyice şişiriyordum.
Hafta
sonları da bir yere gitmiyor, zamanımın hepsini köyde geçiriyordum. Kahvaltı
kültürü çok gelişmemiş biri olarak, sofrada bulunan hemen hemen her şeyin
bizimkiler tarafından üretildiği kahvaltı sofralarından kalkmak istemiyordum.
Aslında asıl
hikâye de bu kahvaltı sofralarının kurulduğu bir sabah başladı. O gün sabah annemin
kendi tavuklarına ait kaynamış yumurtalarından birini soyuyordum ki; demir avlu
kapısı büyük bir şıngırtıyla sarsıldı. Komşumuzun yedi yaşlarındaki oğlu ve on
yaşlarındaki kızı koşarak içeri girdiler. Avlunun bir köşesinde duran, annemin
devasa boyutlardaki saksılarından birinin arkasına saklandılar ve bize işaret
parmaklarıyla sus işareti yapıyorlardı. Önce ne olduğuna anlam veremedim ve
korktum. Böylesine heyecanla kimden kaçıyorlardı ki?
Duruma
alışık olan annem ve babam gülümsüyordu. Ben ise aval aval olan biteni
seyrediyordum. Kısa bir süre sonra avlu kapısından içeri başka bir komşumuzun
çocuğu girdi: “Şükran teyze Aysel ile Necip burada mı?” diye sordu. Annemin: “Burada
kimse yok!” cevabının ardından koşarak çıkıp gitti.
İnanın hala
olan biteni anlayamıyordum. Sonrasında; anlayamamam üzerine kendimle yaptığım
muhakemelerde, olayla ilgili tahminlerim içerisinde neden gerçek sebebin
olmadığını içim acıyarak irdeledim. O gün o sandalyede köyümün çocuklarından
biri oturuyor olsaydı; muhtemelen ilk tahmini doğru çıkacaktı. Peki, benim
tahminlerim neden yanlıştı? Nedeni basitti aslında. Güncel belleğim içerisinde,
o olayı anlamlandırabilecek en ufak bir kırıntı yoktu. Kısa süreli düşünme
safhasında ise beynim, kaynak olarak güncel belleğimi kullanıyordu. Asıl gerçek
bilinçaltımın çok derinlerinde, anılarımın çok gerilerinde saklıydı.
Ne olup
bittiği üzerine tahminde bulunduysanız eğer o zaman söyleyeyim: o çocuklar saklambaç
oynuyordu!
Çok uzun
zaman olmuştu saklambaç oynayan çocuklar görmeyeli. Yaşadığım şehirde hiç
görmedim desem yalan söylemiş olmam. Bırakın saklambacı, kendine ait oyun
alanları olan siteler dışında artık sokaklarda çocuk bile görmez oldum.
Nerede
kalmıştık? Ha evet, saksının arkasında bırakmıştık en son çocukları. Nasıl heyecanlı,
nasıl da kendilerini kaptırmışlardı… Koşuşturmaktan yüzleri al al ve terliydi.
Bulandıkları toz ve topraktan elbiseleri kirliydi. Ama o gözleri var ya o
gözleri… Işıl ışıl parlıyordu. Onları o halde görünce benim de içimde bir şeyler
kıpırdamaya başladı. Ben de heyecanlanmıştım. Kahvaltıyı sofrada öylece bırakıp
yerimden kalktım. Annemin: “Oğlum yapsana kahvaltını, nereye gidiyorsun?”
sorusuna, “Sokağa çıkıp çocukları seyredeceğim biraz” diyerek cevap verdim.
Sobelenmeler
bitmiş ve yeni ebe, yüzünü beton direğe dönerek, diğerlerinin saklanması için
saymaya başlamıştı ki: “Çocuklar ben de oynamak istiyorum!” dedim çocuksu bir heyecanla.
Benim ebe olmam şartıyla kabul ettiler. Bu kez ben yüzümü direğe dönmüş ve
saymaya başlamıştım: “Önüm arkam sağım solum sobe! Saklanmayan ebe!”
Koşuşturmaktan
bu kez de benim yanaklarım al al olmuş, saçlarım terden birbirine yapışmıştı.
Çocuklara oranla çok daha iri cüssemi saklamak daha zor oluyordu. Yine benim
ebe olduğum bir bölümde çocukları aramaya koyulmuş, saklanmış olabilecekleri
yerleri hızlıca kontrol ediyordum. Geniş gövdeli bir dut ağacı arkasından beni
izleyen bir baş dikkatimi çekti. Süratle oraya koştum ve ağaç arkasında
bekleyen çocuğu gördüm…
Olduğum
yerde kalakaldım. O benim gözlerimin içine, ben onun gözlerinin içine
bakıyordum. Tüm saflığıyla bana gülümsüyordu. Bu çocuk oyun oynadığımız
çocuklardan değildi. Şimdi o an hissettiklerimi anlat deseniz anlatamam, yaz
deseniz yazamam, çiz deseniz çizemem. Sahip olduğum hiçbir yetenek bunu size
aktarmamı sağlayamaz. Boğazımın tam ortasında bir yumru, ne aşağı iniyor ne de
yukarı çıkıyor. Bir hayalet görmüşçesine dikilen tüylerim, titremeye başlayan
dudaklarım, neden olduğu buğu görüşümü bulanıklaştıran gözyaşlarım ve az sonra
patlayacakmış gibi atan kalbim… Ve yaklaşık yirmi metre uzaklıktaki beton direk
üzerinde şaklayan eller, zafer kazanmış bir komutan edasıyla, haykırırcasına “sobe”
kelimesine hayat veren diller.
Çocukların
yanıma gelip hep bir ağızdan: “İyi misin Özkan Ağabey?” soruları çınlatıyordu
kulağımı. Kendime gelmem biraz zaman aldı. Beynim ve kalbim normal işlevlerini
sürdürebilecek yeterliliğe ulaştıktan sonra, bir kaç el daha oynadık. Kendimi
iyi hissetmiyordum. Çocuklardan müsaade isteyip ayrıldım. Biraz ilerledikten
sonra geriye dönüp çocuklara baktım, yeni ebeyi belirliyorlardı aralarında… Ve
o çocuk ise; aynı tebessümle, dut ağacının gölgesi altından bana bakıyordu.
O gün ağzımı
bıçak açmadı. Annem ve babamın: “Neyin var oğlum?” soruları ise cevapsız kaldı.
Erkenden uyudum… Ve o çocuk rüyamdaydı; aynı ağacın altında, aynı tebessümle.
Ertesi sabah ben daha kalkmadan hazırlamıştı annem kahvaltı sofrasını. Düne göre daha iyiydim. Sokaktan çocuk sesleri geliyordu. Avluya yuva yapmış kırlangıçların seslerine karışıyordu çocuk sesleri. Belli ki yine oyun oynuyorlardı. Kısa zaman sonra avlunun kapısında Aysel belirdi: “Özkan Ağabey körebe oynıcaz gelsene” deyip koşarak uzaklaştı. Annem bozdu sessizliği: “Oğlum kazık kadar adamsın, el âleme güldürcen kendini!” Anneme dönüp sadece gülümsedim.
Çok zaman
geçmemişti ki bir çocuk daha belirdi kapıda. Kıpırdamadan öylece bana
bakıyordu. Gülümsüyordu. Tanıyordum onu, o da beni tanıyordu… Daha fazla
dayanamadım. Dişlerimi sıkmayı denedim, elimle ağzımı kapatmayı denedim, hatta
üzerimdeki tişörtümü çıkarıp yüzüme bastırmak istedim fakat hiç birini
yapamadım. Titreyen göğüs kafesimde saklamaya çalıştığım her şey büyük bir gürültüyle,
baraj duvarlarını yarıp geçen su gibi yardı geçti boğazımı. Hıçkıra hıçkıra
ağlıyordum. Tüm bunlara annem ve babamın feryat figan telaşı eklendi. Çocuk ise
hala tebessümle bana bakıyordu. Tanıyordum onu, o da beni tanıyordu. Ve o
gülümseyen dudakları birbirinden ayrıldı:
“Gelmiyo
musun?” dedi.
“Geliyorum,
geliyorum!” dedim hıçkırarak ne dediğim anlaşılmamacasına.
Annem ve
babamın telaşı artmış, korku ve tedirginlik eklenmişti.
Ağlamam
bittiğinde ise kan çanağı gözlerimle kendimi sokağa attım. Hava kararana kadar
da eve dönmedim. Neler oynamadık ki çocuklarla; körebe, istop, saklambaç, yakar
top ve daha neler neler. İçimi tarifsiz bir ferahlık ve huzur kapladı. Seslerimiz
kuş seslerine karıştı. Akşam ezanı okunmaya başladığında ise herkes bir yöne
doğru evlerine dağıldı.
Pantolonumun paçalarını sıvadım, ayakkabılarım elimde, ıssız sahil uçsuz bucaksız. Güneşli bir gün… Yok yok mevsimlerden bahar,
aylardan mayıs,
daha güneşli bir gün! Aklınızda kalan en güneşli günü düşünün,
en mutlu olduğunuz gün,
vara yoğa güldüğünüz
hani arkadaşlarınız şaşırmıştı ya size; o gün işte… Kuş sesleri ile uyanıyorum sabahları, penceremi açıyorum, ne ağaç var civarda, ne kuşlar…
E sesler? Hayalet ağaçlar, hayalet kuşlar! Duyuyorum ya, iyi bir şey diye geçiriyorum içimden… Deniz kabukları,
midyeler,
yosun kokusu…
Terk edilmiş iki katlı evin bacası tütsün istiyor gönlüm.
G e n i ş bir aile,
günlerden pazar,
kimi ararsanız orada;
Kızıl saçlı bir kız çocuğu sallanıyor akasya ağacının dalına kurulmuş salıncakta,
haylazlar denize girmemiş mi?
Kahvaltıdan önce ve çıplak hem de!
Kerpiçten fırın, sacayakları, mis gibi ekmeğe, köy peynirine kesmiş ortalık… Uzun ince parmaklı bir kadın piyano mu çalıyor,
bana mı öyle geliyor? Asmanın altında kır saçlı, kır bıyıklı, gözlüklü, tombul bir amca sabah kahvesini içiyor, ne höpürdetmek ne höpürdetmek… Gerçek? Gözünle görüp, elinle tuttuğun her şey gerçek işte! Gerisi;
Hayal… Sararmış perdeler,
bahçe kapısının besmele ile kitlenmiş paslı asma kilidi,
yıkılmış çitler,
bakımsızlık,
köhnelik,
küf kokusu,
kırılmış camlar…
Fırın da yok üstelik,
ekmekler de.
İnsan değil miyiz, uyduruvereceğiz ayaküstü…
Yoku varmış,
varı yokmuş gibi anlatacağız.
Zaman geçince,
başkasının ağzından kendi anlattıklarımıza inanacağız. Gözlerimizi aça aça,
önemli hissedeceğiz,
abartacağız bir tutam.
Kimi yalancı diyecek, kimi hayalperest… Görünmeyene inanmak, güzel! Gerçek?
Hüzün yahu! Ellerim ceplerimde,
adını öğrenemediğim, beynime tesadüfen yapışmış şarkının melodisi kulaklarımda,
ıslıkla çalmayı deniyorum… Bir kefal atlıyor, uzakta ağları topluyor yaşlı balıkçı.
Deniz güneşle konuşuyor,
rüzgar kendi telaşında.
Martı ne yapsın, şiirden anlamıyor… Geniş zamanlarda
Seksenler ve doksanlarda çocuk olanlardan hep aynı sözü duyarız: ”O yıllar başkaydı.” Bu cümle popüler bir kalıp mı yoksa milyonların ortak hasreti mi hep aklımı kurcalar durur. Çocukluğunu o yıllarda yaşayan biri olarak galiba benim de bu konuyla ilgili fikrim şu olacak: ”O yıllar başkaydı.”
Gece gece yine o başka yılların hayaletleri gezinmekte uyumaya çaba sarf eden gözlerimin önünde. Hayalet dediysem öyle korkutanlardan değil; ”Casper” gibi sevimli olanlardan.
O sevimli hayaletlere göz gezdirirken, televizyon ünitesi
üzerindeki cam leylek figürüne takılıyor gözlerim. Leylek üzerinde
sabitlendiğimi fark eden hayaletler çoktan koluma girip köyüme doğru yolculuğa
çıkarıyorlar beni. Saliseler süren o yolculuğun ardından doksanların içinde bir
yıla, o yıl içindeki bir haziran sabahına, o sabah vaktinde bir köy evinin
avlusuna bırakıveriyorlar beni.
Sabahın erken vakti, annem soba yakma telaşında iken ben
ise köyün içindeki yuvalarından kanatlanıp iri cüsseleriyle üzerimden bombardıman
uçakları gibi süzülen leyleklerin, yavrularına yiyecek bulmak için başlayan
mesailerine tanıklık etmekteyim. O zamanlar en çok ilgimi çeken kuşlardı
leylekler. İlginç ve heybetli duruşları, insandan korkmadan, gelin beraber
yaşayalım dercesine yuvalarını bizim yuvalarımıza komşu kurması, yeni doğan
insan yavrularını Allah Baba’dan teslim alıp annesine babasına getirmeleri
onlara olan ilgimin ana sebepleriydi.
Aşağı yukarı elli haneden oluşan küçük köyümüzde toplamda
altı leylek yuvası mevcuttu. Kış geldiği zaman köyümüzü terk eden leylekler ilkbaharla
beraber hep birlikte geri dönerler; horozların çöplük külhanbeyliği naralarına,
kırlangıçların koordine içinde icra ettikleri sabah serenatlarına, serçelerin
başıboş serseri melodilerine, leyleklerin yüksek desibelli, merminin havayı
yararken çıkardığı sese benzeyen lak lakları eşlik etmeye başlardı. Adeta
köyümüzün bereketi ve neşesiydiler.
Leylek yuvalarından biri cami kubbesi üzerinde, ikisi yüksek
gerilim hattı direkleri üzerinde, biri telefon direği üzerinde, ikisi de
evlerin üzerindeydi.
O yaz TEDAŞ ekipleri, gerilim hatlarına zarar verdikleri gerekçesiyle
iki yuvayı bozdular. Hemen ardından PTT ekipleri telefon hatlarına zarar
verdiği gerekçesiyle diğer yuvayı bozdular. Caminin tadilatı nedeniyle cami
üzerindeki yuva da bozuldu. Leylekler bozulan yuvalarını yeniden inşa etmek
için girişimde bulunup çaba sarf etseler de izin verilmedi. Sadece evler üzerindeki iki yuva kalmıştı.
Önceleri kimse önemsemedi bu durumu. Ne de olsa onlar yeni bir yuva yeri bulup
kurar diye düşünüldü. Kurmadılar. Daha mevsimleri gelmeden terk ettiler köyü.
Evler üzerinde yuvası bulunan leylekler de zamanları gelince ayrıldılar köyden.
Sonbahar ve kışın ardından tekrar yeşile büründü bütün
köy. İlkbaharın hafif serin sabahlarına ayrı bir heyecanla gözlerimi açar
olmuştum. Uyanıp yüzümü bile yıkamadan önce avluya çıkıp komşu evin üzerindeki
leylek yuvasına bakıyordum, dostlarımız gelmiş mi diye. Bugün… Yarın… Öbür gün…
Her gün aynı heyecan ve hasretle! Gelmediler. Ne yuvası bozulanlar geldi ne de
yuvası olanlar.
Bu durum köylünün dikkatini çekti. Tüm gündem leyleklerin
gelmemesi üzerineydi. Gelmezlerse köyün bereketinin kaçacağını düşünen
ihtiyarlar çare düşünmeye başlamışlardı bile. Bazıları birbirini suçluyor,
bazıları TEDAŞ ve PTT’ye ateş püskürüyordu. Haftalar geçti fakat leylekler
gelmedi. Muhtar durumu Tarım ve Köy işleri müdürlüğüne kadar iletse de ne
nedenini anlayıp çözebilen oldu ne de leylekler geri geldi.
Bu duruma canı çok sıkılan köyümüzün gurbetçilerinden
Osman Amca, o zaman için ciddi paralar harcayarak, eski yuvaların bulunduğu
direklerin yanına ve yakınlarına aynı yükseklikte ve üstlerinde kare bir
platform bulunan direkler diktirdi(Almanya’da görmüş). Bunların, leyleklerin
gelip üzerlerine yuva yapması açısından etkili olacağını düşündü… Hepimiz öyle
düşündük! Gelmediler.
Bir sonraki sene yine gelmediler…
Bir sonraki sene…
Bir sonraki sene…
Gelmediler.
İşte bu terk edip gidiş, büyümekte olan bir çocuğun bilinçaltına öylesine sert darbeler vurdu ki hâlâ o darbelerin ezdiği noktalar ilk gün ki gibi durmakta. Leylekleri mi bekliyorum bilmiyorum ama ben bu yaşıma geldim hâlâ bir şeyleri bekliyor hissiyatıyla yaşıyorum günleri. Belki de kaleme ve kâğıda olan sevdam, bu bekleyişin ektiği tohumların meyveleridir kim bilir? Belki de televizyon ünitesi üzerinde duran cam leylek figürü, çalışma odamda bulunan leylek temalı duvar kâğıdı, içine sıcak kahvemi koyduğumda bardak üzerinde yavaş yavaş beliren leylek baskısı belki de bu bekleyişin algım üzerinde oynadığı oyunların sonucudur kim bilir?
Aradan yirmi yılı aşkın bir süre geçti.
Geçen yıl Osman Amca öldü.
Diktirdiği direkler pas içinde hala beklemekte.
Leylekleri ise bir daha hiç gören olmadı.
Ve içimde al yanaklı bir köylü çocuğu var.
Lütfen söylemeyin; bebekleri hâlâ leyleklerin getirdiğini bilmekte…