Yürürsün… Fakir mahallelerden geçerken kapı önlerinde oynayan çocuklara takılır gözlerin. Bu semtin çocukları soğuktan üşümez ki! O yüzden çıplaktır ayakları ve bahtlarına inat pembedir yelekleri…Kız çocuklarının terlikleri de pembedir ve bazılarının ismi de Pembe’dir. Sokaklar çamurludur ama evler mavidir. Mavi evlerde Pembe kız çocukları. Dilini çıkarırsın birine, o da. Birine nanik yaparsın, o da. Ilık bir şeyler akar içine, hüzün de istersen, biraz öfke, biraz da ne arkadaş bu dünyanın hali! Gözlerin dolar, güçsüzlüğüne, çaresizliğine…Soluklanmak için oturduğun bir kahvede çayını karıştırırken zamanın kulağını ileriye büker birileri, bardağı tutan ellerin kırışır, tek katlı mavi evler silinir. Pembe evleniyordur! Mercedes’tir gelin arabası. Damadın patronu iyi adamdır, çizik istemem demiştir anahtarları uzatırken. Telaşla, çember olacak gibi plastik iskemleler dizilir sokağa. Hava kararır, uzun beyaz kabloya sıralanmış sarı ampuller aydınlatır misafir yüzlerini. Saçlar yaptırılmış, ayakkabılar boyanmıştır. Boyun bağları bağlanmıştır en delikanlısından. Müzik başlar… Bitince de hayatlar değişir. Pembe’nin pembe çocukları olur. Olacak tabi ya. Kumral, komik bir adam geçiyordur mahalleden, elinden bir şey gelmediği için önce dil çıkarıyordur çocuklara arkasından nanik yapıyordur. Çocuklar da ona. Ilık bir şeyler akıyordur adamın içine. Hüzün de istersen, biraz öfke, biraz ne arkadaş bu dünyanın hali!
&&&
Hikâyeyi böyle bitirmek istemedim. Kalemin elimde olmasının rahatlığı da var bir taraftan. Başka hayatlarda başka Pembe kızlar düşledim. Güzel meslekler biçiyorum Pembe’ye… Birinde doktor! Sözde hastalanmışım, doktor nerelisiniz diye soruyor, kasabalıyım, aaa o da kasabalı, isminiz ne, Pembe! Başkasında, başıma olmadık işler gelmiş avukata düşmüş yolum. İsmi ne? Pembe Tesadüfe bakar mısınız, aynı kasabadanız! Uzak ülkelerden birinde Işık’ın mezuniyet törenindeyiz, uçaktan korkuyorum ama nasılsa binmiş, gitmişim onca yolu. Gelin sizi en sevdiğim profesörle tanıştırayım diyor. O da Türk. İsmi ne? Pembe! Hem kasabalı. Baksana sen Allah’ın işine! Bizim mahalleden, kumral, komik bir adam geçerdi diyor. Dil çıkarır, nanik yapardı… Biz de ona! 4 ŞUBAT 2020 ÇORLU Ali Gülcü
“Acı:
görülen, duyulan ve başkaları üzerinden anlaşılan bir duygu değildir! Acı bireyseldir
ve sadece hissedilir. Hissettiğinizde de başkalarının acılarını anlamaya
başlarsınız!”
17 Ağustos
1999 Marmara depremi meydana geldiğinde 13 yaşımdaydım. Televizyonlar, yaşanan felaketin
görüntülerini aralıksız aktarıyordu. Büyük bir merakla ekran başına geçiyor,
ekranın bir köşesinde yazan ve kısa aralıklarla değişen ölü sayısının artışı
konusunda kendimce tahminler yapıyordum. O zamanlar, yaşanan bu felaket benim
için bir anlam ifade etmiyordu. Ölen insanlar ise sadece sayıdan ibaretti.
O yılın
Eylül ayı içerisinde okullar açılmış, ilk ders zili çalmıştı. Sekizinci sınıfa
başlamıştım. Marmara depremi tüm sıcaklığını koruyor, evde, sokakta ve okulda
tüm gündemi deprem oluşturuyordu.
Okulun
açıldığı ilk hafta, deprem tatbikatları yapmaya başladık. Sınıflarda
oturduğumuz bir anda öğretmenlerimizden bazıları koridorda deprem! Diye bağırıyor,
biz de güle eğlene okul binasını terk edip okul bahçesinde toplanıyorduk. Bu
bizim için bir oyundu ve çok eğleniyorduk.
Okulların
açılmasının üzerinden üç ay geçmiş, Aralık ayına gelmiştik. Soğuk bir Pazartesi
günüydü… Ders işlendiği bir sırada kapı açıldı ve içeriye okul müdürüyle bizim
yaşlarımızda bir kız çocuğu girdi. Kızın sağ bacağı sargılı ve sağ kolunda da
bir koltuk değneği vardı. Ders öğretmeninden müsaade isteyen okul müdürümüz
bizlere döndü ve:
“Evet
arkadaşlar; sizleri yeni sınıf arkadaşınızla tanıştırmak için geldim. Başak arkadaşımız
bundan sonra bizim okulumuzda, sizin sınıfınızda okuyacak. Arkadaşımız Kocaeli’nden
geliyor, geçirdiği küçük bir ameliyat nedeniyle sağ bacağını bir müddet
kullanamayacak. Arkadaşımızla iyi anlaşacağınızı, ona yardımcı olacağınıza
eminim. Başak! Hadi kızım tanıt kendini arkadaşlarına.”
Başak, koltuk
değneklerine dayanıp bir adım öne çıktı. Gayet sakindi. Yüzünde herhangi bir
duygu ifadesi yoktu. Fakat bakışlarındaki derinlik hemen anlaşılıyordu. Belli ki deprem dolayısıyla buraya gelmişti,
bunu anladığımı belli etmek için arkadaşlarımla göz göze gelip birbirimize göz
kırpıyorduk. Zor bir matematik problemini çözmüşçesine kibirlice göğsümüzü
kabartıyorduk.
Ve Başak
konuşmaya başladı:
“Herkese
merhaba! Adım Başak, soyadım Tunç. Anneannem buralı ve artık onunla birlikte bu
şehirde yaşayacağım. Buraya Gölcük’ten geldim. Yalnız geldim. Yalnız geldim
çünkü annem, babam ve kardeşim gelemedi. Onlar artık yok!”
Başak
konuşmasını bitirdikten sonra, kısa bir süre sessizlik oldu sınıfta. Sessizliği
okul müdürünün tok sesi bozdu:
“Tamam
kızım. Hadi geç otur şu boş sıraya. Çocuklar! Hepinize iyi dersler.” Dedi ve
sınıftan ayrıldı.
Sonraları
öğrendik ki Başak’ın ailesiyle oturduğu bina yıkılmış. Ailesi kurtulamamış.
Kendisinin kolon altında kalan bacağına bir dizi ameliyat yapılmış.
Günler
geçtikçe Başak ile iletişim kurmaya başladık. Bizim için bir eğlenceye dönüşen,
depremle ilgili yaşadıklarını ve gördüklerini anlatmasını istiyorduk. Dersin
dışında ve sıradan kısa muhabbetler dışında hiç konuşmadı Başak. Depremle
ilgili de hiçbir şey anlatmadı. Okul çıkışlarında kendisini, genellikle krem
renkli uzun bir palto giyen, eşarplı ve gözlüklü yaşlı bir teyze bekliyordu.
Sabahları da okula o bırakıyordu. Anneannesiymiş. Bir müddet sonra Başağın
bacağı iyileşti, koltuk değneğini de attı. Yine de her sabah ve akşam o yaşlı
teyze hep okulun kapısındaydı.
Ortaokuldan sonra
liseyi de aynı okulda, aynı sınıfta okuduk. Çok nadir yarım tebessümleri
dışında Başak’ı ağız dolusu gülerken hiç görmedim. Ağlarken de hiç görmedim. Hâlbuki
ne çabuk ağlardı sınıfımızın kızları. Yazılıdan tam puan alamayan Hande her
seferinde ağlardı, arka sırasında oturan Ümit saçını her çektiğinde Gülçin
ağlardı. Sınıfın yakışıklısı İsmail onunla konuşmuyor diye Çiğdem ağlardı, hem
de salya sümük. Ama Başak’ı hiç ağlarken görmedim.
Lise de
bitti ve mezun olduk. Sınıfımızdan altı kişi üniversiteyi kazandı. Bu altı
kişiden biri ben, biri de Başak’tı. Lise mezuniyeti için organize edilen baloda
son kez bir aradaydık arkadaşlarımızla. O günden hatırımda kalan en net
karelerden biri ise en dıştaki masalardan birinde oturan, krem renkli
paltosuyla, eşarplı ve gözlüklü yaşlı teyzeydi. Nedense gözüm sık sık ona
takılıyordu. Gözlüğü masanın üzerindeydi, takmamıştı. Takmamıştı çünkü gözlük
varken silemiyordu gözyaşlarını.
Gecenin
sonunda sınıf arkadaşlarımızla son kez bir araya toplandık ve fotoğraf
çekildik. Ardından nemli gözlerle veda ettik birbirimize.
Bugün 17
Ağustos 2019…
Marmara
depreminin üzerinden dile kolay tam yirmi yıl geçmiş. Yirmi yıl önce anlam
veremediğim o felaket şimdilerde zihnimin içerisinde taptaze duruyor. O
insanların yaşadıklarını anlamak için çaba sarf ediyorum, bir inşaat mühendisi
olarak aynı acılar yaşanmasın diye doğanın ve fiziğin kurallarına göre hareket
ederek atıyorum her adımımı.
Şimdi beş
yaşında bir kızım, üç yaşında bir oğlum var. Kızımın adı Saadet, oğlumun adı
Halil… Kızım hiç görmediği anneannesinin, oğlum hiç görmediği dedesinin adını
taşıyor.
Bugün
mezarlarını ziyaret ettik. Ben de hiç tanımadım onları. Ama yıllardır her
gelişimde hüngür hüngür ağlarım mezarları başında.
Biri var ki
onu ağlarken hiç görmedim: Eşim Başak! Sakince duasını eder ve sessizce
uzaklaşır oradan. Yıllardır olduğu gibi…
Bugün olduğu gibi… Sessizce…
Bugün bir
şey daha öğrendik ve ilk size söylüyorum: Bir kızımız daha olacak!
Sağlıkla kucağımıza
alabilirsek eğer adı şimdiden hazır: Ayşe!
Mekânı cennet
olsun, krem renkli paltosuyla, eşarplı ve gözlüklü yaşlı bir teyzenin adı!
Her şeye
rağmen hayat devam ediyor…
Yaşıyoruz ve
yaşlanıyoruz!
Sessizce…
Özkan SARI
*Deprem felaketlerinde yaşamı son bulan ve geride yarım kalan tüm insanların anısına… Saygıyla…
Hani o meşhur şarkılardaki “gök mavi, dağlar yeşil/cennet ülkem Türkiye’m”, “Havasına, suyuna, taşına toprağına, bin can feda bir tek dostuna” falan kanser ağrısı çeken adama verilen aspirin gibi artık.
Okuyalım diyoruz, ilkokuldan üniversiteye derken yalnızca bir kuşakta katlediliyor emeklerimiz.Sorular çalınıyor, sınavlar tekrar ediliyor, çaresizlikten isyan damarlarımız şişmiş olsa da paşa paşa dönüyoruz köşe başlarını. Hele hele bir de Havva kızıysan baştan bir mağlubiyet var zaten. Geriden gelip turu geçmek kolay mı? Kazandığımız okulların kapısından döndürüldük başlarımızdaki örtüler yüzünden, ikna odalarında sıkıştırıldık. Aynı düşünceleri paylaşan ademler kapılardan sorunsuz geçip devam ederken hayatlarına, biz savrulduk ve öfkemizle kavrulduk. Kız çocuğu sokakta fazla kalmaz, genç kız dediğin kafasını gözünü kaldırıp dolaşmaz. Dini bütün dediğin kadın başını örter, öyle kendi kendine iş yapmak yok, bulunur bir münasip aday kurdurulur yuva. Bir kısım şanslılar kendi tercihlerini yaşayabildiklerine inanadursun onlara da fahri anne-babaları nasıl yaşamaları gerektiğini söyler. Nasıl giyineceklerini, kaç çocuk yapacaklarını, çocukları yapınca hangi aydan itibaren eve kapanacaklarını belirler ve uymayanlara edep dersi verirler. Buna karşın Ademoğlu istediği gibi giyinmekte, istediği mekanlarda gezinmekte, eve istediği zaman gelmekte ve karşı cinsi hakkında atıp tutmakta özgürdür.
Ben hiçbir kadının erkeklerin nasıl davranması, nasıl yaşaması gerektiğiyle ilgili dini telkinlerde bulunduğuna tanık olmadım. Kadınlar, kendilerine çizilen sınırlara sağdık kalmakla ya da karşı çıkmakla o kadar meşguller ki erkek cinsini tartışmaya açmaya fırsat bulamıyorlar. Ya da haşa! Yakışır mı hiç kadın kısmına erkeğe edep dersi vermek? Bir kadın tacize uğradıysa yüksek ihtimal kendi hafif meşrepliğindendir, kürtaj olmak istediyse kendinin ve çocuğun tüm hayatını mutsuz kılma ihtimalinden değil, katilane duygularına engel olamadığındandır. Velhasıl bu memlekette Havva kızı olmak çok menen bir iştir. Kadının insan olma halini dikkate almayan akıl, aksi düşünenlere hayatı zehir etmektedir.
Artık en büyük direnişimiz “insan “ kalabilmek. Hayatlarımızı “doğru” dediğimiz şeyler adına yaşayabilmek. İnançlarımızı, değerlerimizi “diğerinin” incinmesine izin vermeden var edebilmek.. Ancak, sözde her aklı başındanın bunu savunduğunu görüp, özde hala böyle bir temelimiz olmadığı kabusuyla yaşıyaruz nicedir. Her şey olduğundan farklı görüntülenmeye çalışılsa da içimizde bir yer bu ilizyona karşı savunma geliştiriyor. Yalancı çobanın doğru söyleme ihtimali intihar ediyor. Gülüşüne güvendiğimiz birkaç insanoğlu dışında kalanlar Hollywood filmlerinde derisinin arkasını kestiremediğimiz kötü uzaylı- iyi insan tereddütünü yaşatıyor. Hani mümkün olsa da baksalar kalp haritamıza keyifleri yerine gelir mi diye düşünüyorum. Keza istenilen kırgınlık, acı, umutsuzluk, endişe, öfke yaratmaksa, ve tüketmekse yaşam enerjisini “berikinin”, alkışlar hak edene gelsin !
Bütün bu hissiyatın nedeni yaşanmış yıllar hanesinin artmasına da yorulabilir; bakıyorum da çocuklar sokak aralarında hala aynı kuvvetle bağırıp, bisiklet kornalarını öttürüyorlar. Dünya muhtemelen ben annemin karnındayken de birilerinin başına yıkılmıştı. Darbe ertesi çocuğu olduğuma göre ben gaz sancısı çekerken birileri karanlık odalarda işkenceden artan acılarından ağlıyordu. O günlerde de bir çok anne kayıplara karışan, tutuklanan çocukları için can çekişiyordu. Demem o ki tek farkımız, endişe duyduğum çocuğun henüz doğmamış olması.
Ateş düştüğü yeri yakar derlerdi; hala derler. Artık düşen ateşin çeperi çok geniş. Kendi değerlerini, haklarını savunan insanların başına gelenlerin ateş dalgası yediğimiz yemeği boğazımıza diziyor. Konuşamamak, çığlığımızı bırakamamak depremlerimizi çoğaltıyor. Öyle birkaç günlük falan değil, bir ömürlük isyan biriktiriyor ruhumuz. Otuz küsür yaşında emekliliğe özeniyoruz. Suç bu! En ağırından hem de. Varetmediğiniz bir yaşamı elimizden almak suçu. Beden dilinde cinayet. Ruh dilinde karşılığı yok!
Doğduk bir kere..
Yaşanacak bu ömür elden geldiğince ve siz ruh çürütücülerine rağmen !
Yanlış anlaşılmasın. Yazı dilinde çok kara gelebilir kelimeler.
Sesi yok satır aralarının, yüzü yok… Anlamlı şeyler adına yaşamak hayali hala canlı.
Kanlı bir savaşın delik deşik duvarları arasında olsak da değişmez bu durum.
Hani ne diyordu usta;
“Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.