Sıkışma

Kapıyı kimse çalmasa.
Telefonla kimse aramasa.
Hayatlarımıza yeşil bir nur gibi inip, şimdilerde yüzlerce insanlık kalabalığıyla boğazımı sıkan iletişim kabusu  hayatımdan çıksa…

Işığa ulaşamayan sabahlara kurulmuş düş budayıcı bir çalar saatle başlayıp, odadan odaya adımlayarak ve yine de hiç tamam olamadan tükettiğimiz günlerden uyanmak istiyorum;
 uyanıp, bu yorgun rüyayı tövbelerle savurmak…

Hayır,
tesadüf değil bu kıyamet.
Ancak haftalar sonra randevu alınabilen psikolog ajandaları, bizim yerimize ne yiyip ne yapacağımıza, kimlerle konuşup gezeceğimize hükmeden ve kültür mantarı gibi her kovuktan baş veren yaşam koçları, rahat (!) bir hayata giden yollar bunca kısalmışken göğsümüzden hiç düşmeyen asalak can sıkıntısı, şımarıklık değil.

Değil;
çünkü şeylerin arasında seyreldik biz.
Çalan zillerin,
susmayan dillerin,
duvarların,
caddelerin,
bildirimlerin,
e-maillerin,
üst üste istiflenmiş mahremiyet yoksunu evlerin,
ekranlardan gözümüze, kulağımıza , oradan ruhumuza düşüp sabır katili olan haberlerin kimliksizliğinde epridik.
Sahte gülüşlü öz çekimlerin,
zamanın saniyelik vuruşlarında buluştuğumuz parmak uçlarından beğenmeler dilendiğimiz sanallıkların içinde eridik.

Bitmeyen işlerin,
oh demeye yetmez günlerin,
hep yarına çalışılan gecelerin,
utangaç hayırların,
keyifsiz evetlerin çemberinde daraldık.

Ofların arasında kaldık biz.
Yakalanmaz modanın,
yaşam düşmanı gıdaların,
onu yiyin bunu  yemeyin insanlarının,
gün geçmeden birbirini yalancı çıkaranların,
istikrarla haddimizi  hatırlatanların,
bitmeyen savaşların,
göçüklerin,
çürümüş demirlerin,  insafsız virüslerin,
cehalet dostu felaketlerin,
kan donduran ölümlerin ortasında kendimizden azaldık.

Sıkıştık biz,
otobüslerde, metrolarda, kaldırımlarda,
evlerde, avmlerde, ofislerde,
kornalı küfürlü trafiklerde.
Gölgelerimizin hışırtısından
yaşamın gerçek seslerine sağır kaldık.

Biz
şeylerin hükümferma olduğu sahte bir dünya yarattık,
sonra geçtik karşısına, hayran hayran bakındık.
Şimdi,
günün ortasındaki herhangi bir anda göğüs kafesimizi sıkıştırıp en yakın pencereye acele adımlar attıran tüm bu heybete bakıyorum da,
dev hortumlar gibi önüne geleni girdabına çeken bir canavardan öte değil gözümde.

Koskocaman, taş kapaklı bir kitabın sayfa aralarında yaşayan kağıttan adamlar, kadınlar ve çocuklar gibi, kurmaca bir hikayenin içinde kısılıp kaldık.

Lakin, bu kurmaca değil vahim olan.
Dertli durum, onun bir kurmaca olduğuna ikna olup, ona rağmen yaşamak.

Saat: öğleden sonra bir vakti beş geçe…
Kapıyı kimse çalmasın,
telefonu sessize aldım, arayan bulmasın.
Oda sessizliğe,
gün ışığı perdeye,
canım kendime kalsın.

Derya CESUR
Şubat 2020

Müzik: Wings To Fly – Taubasa Wo Kudasai

Çocuk

Hey çocuk!

Henüz daracık bir kapı aralığından izlediğin dünyada hayal gücün ne de büyük.

Bak çocuk!

Ardına kadar açık bir kapıdan seyrettiğim dünyada hayal gücüm ne de sönük.

Açma kapıyı çocuk…

Çıkma dışarı!

#özkansarı

Açılacak o kapı,

çıkılacak dışarı,

ne var ne yok bakılacak!

Bakılmazsa; içeride kıyametler kopacak.
Gidince uslanacak merak,
belki pişman olunacak.

Lâkin baş bilecek ki, hayat acıtarak sevecek çocuklarını…

Başka türlü, yaşanmamış sayılacak!

#deryacesur

demlikedebiyat.com

Kaybolanlar

Tenhada kaybolunca çabuk buluyorlar yalnızları. Kalabalıklar içerisinde ise zor. Kalabalıklar içerisinde çabuk buluyorlar kendini asanları, tenhada ise zor.

Seviyorum huzur bulamasam da kalabalıklar içerisinde kaybolmayı ve seviyorum kalabalıklar içerisinde kaybolanları. Kalabalıklar içerisindeki yalnızları, kalabalıklar içerisindeki yalnızlığımı. Neden seviyorsun diye soranlara, sevdirenlere sorun diyorum. Nedenini onlar biliyordur, ben sadece seviyorum.

Yalnızlar mı oluşturuyor omuzları yürürken birbirine değen fakat ruhları birbirine sonsuz uzaklıkta ki kalabalıkları? Ya da kalabalıklar mı doğuruyor nur topu gibi yalnızlıkları ve yalnızları? Okumaya çalışıyorum kaybolanların basılı mecralarda değil fakat yüzlerinde yazılı olan biyografilerini. Peki, başkaları da okumaya çalışıyor mudur beni gördüğünde içimdekileri? Gözlerimden anlamaya çalışıyorlar mıdır huzursuzluğumu, yalnızlığımı, alışmışlığımı, unutamamışlığımı…

Kalabalıklar içerisinden ayrılıp ücra bir sokaktaki kahve dükkânının en ücra masasında buluyorum huzuru, sandalyeme oturmuş, alışık olmayanın midesini tarumar edecek koyuluktaki kahvemi yudumlarken ve gri dumanı ciğerlerime çekerken. Kahve dükkânının müzik kutusundan süzülüp Laura Pergolizzi misafir oluyor o an masama, ”Söyle, kaybettiklerim! Sende mi kaybedildi?” Diyor. Ciğerlerimde seyrüseferini tamamlayan dumanı notalarına üflüyorum. Bulduğum o huzuru daha dükkândan çıkmadan düşürüyorum. Biliyorum nerede düştüğünü; ya kahvenin son yudumunda ya sigaranın son külünde ya da şarkının ”Lost on you(Sende kayboldu)” nakaratında. Fakat biliyorum kahve dükkânının kapısından dışarı çıkaramayacağımı. Başkası alıyor mu acaba düştüğü yerden ve o başkası benim yapamadığımı yapıp çıkarabiliyor mu kapıdan dışarı? Var mı acaba hiç düşürüp kaybetmeyen? Ya da ben miyim sadece ara sıra bulup sonra yeniden zayi eden?

Kendini üç liralık iple asan insanla, binlerce liralık silahla vuran insan aynı ölüm duygusunu mu yaşıyor acaba? Ya da silahla vuran daha fiyakalı mı oluyor? Ya da tetiği çekmenin basitliğinin yanında, uzunca süre ipini hazırlayan daha mı karizmatik? Ruhları, bedenlerini terk edip işte huzur! Diyerek yedi kat göğe mi yükseliyor; yoksa yakıtı insanlar ve taşlar olduğu söylenen yedi kat cehenneme mi alçalıyor? Neden birisi de geri dönüp anlatmaz ki ne olduğunu? Kararsız onlarca kaybolmuşa bir kapı aralasınlar…

Huzuru kaçınca mı kaybolur insan; ya da kaybolunca mı huzuru kaçar?

İnsanlığını kaybedip kendi kaybolmayan neden daha çok bu dünyada; ya da insanlığına sarılıp kendini kaybeden neden daha az? Neden huzur ve insanlık barınamaz aynı anda kaybolmamış ruhlarda?

Ve sen! Ey Kıyamet!

Sen gelince mi bulunacak insanlık; ya da bulununca mı insanlık, geleceksin sen?

Gelmedi mi daha gelme vakti?

Ve sen! Ey alışılmış ama unutulmamış!

Söyle, Kaybettiklerim! Sende mi kaybedildi?

Özkan SARI

Oyun

Sence de

Bir tepeden aşağıya gürültüyle yuvarlanan kayalara benzemiyor muyuz?

Önüne ne çıkar ve yol nerede biter bilmeden yer çekimine mecburen boyun eğen, irili ufaklı “şeyler” topluluğu olabiliriz pekala.

Bana sorsalardı eğer, kalmak isterdim o tepenin başında.

Olimpos’un dev Tanrı heykelleri gibi öylece durup seyretmek isterdim alem-i cihanı.

Bilinmeyene aldığım yola tercih ederdim o şiirsel yalnızlığı.

Kimse sormadı.

Ah Aphareka!

Merak ediyorum, böyle kıyametlerce nereye sürüklendiğimizi ve de ömrümüzü hangi sanrı uğruna hunharca tükettiğimizi.

Kalmadı insanın ayak sürdüğü hiçbir yerde sükunet

Baş semaya, ayak toprağa kıyasıya hasret

Betonlarca mesafe koyduk aramıza hakikat ile.

Ve şimdi avuçlarca kapsül yutuyorsak,

Sonsuz bir hevesle doldurup çantalarımızı, bir türlü tamamlanamıyorsak,

Şarkılarımız ucuz kadın çorapları gibi tek kullanımlıksa,

Aşklarımız plastik ve ruhlarımız bu denli teslimse kibire

İşte bu yüzden,

Bu melun ilizyondan elbet.

Başımı gövdeme sığdıramadığım zamanlarım var Aphareka.

Uykularımı vagon vagon bölen,

Ne yana çevirsem aklımı, gelip orada sivrilen dikenli dallarım var.

Bin perdeli bir oyunu sahnelemeye mecbur edilen oyuncular değil miyiz sence de?

Dekorun büyüklüğü ve ışıltısı karşısında oynadıkça küçülen ve geçip arkasına bakmayı asla düşlemeyen biz değil miyiz?

Suflörler konuşuyorlar fısır fısır ve sıralıyoruz ard arda repliklerimizi.

Ezber şart!

Doğaçlama yapanı atıyorlar oyundan.

Aklına estiği gibi konuşamazsın

Aklına geldiği anda susamazsın bile.

Bak birazdan müzik başlayacak ve bizim için yaptıkları kareografiye göre dans edeceğiz.

Bir adım öne, üç adım geriye,

İki adım sağa, tam tur dönüş ve

REVERANS!

İşte bu sevgili dostum;

Her şey ,

Herkes yerli yerinde

Her şey,

Yalnızca perde açık kalsın diye.

Bu kör edici ışıktan, bu dinledikçe insanı gerçeğinden eden uğultudan, yorgun bedenlerimizi ızdıraba sokan bu dipsiz keşmekeşten sen de yorulmadın mı?

Senin de hasret değil mi kulakların gezegenin sahi ve ahenkli sesine?

Bir başyapıtın üzerinde, eline geçenin rastgele ve kabaca salladığı boya fırçasının enkazına benziyor dünya.

Aslını görmek namümkün,

Hissetmek cefa.

 

Derya CESUR