Metafor

Önemsedikçe önemsizleşirsin” dedi karga.
“Yaklaşırsan küçülür, görmezden geldiğin kadar büyürsün!”
Manavın önünde unutulmuş, manzarasız, keyifsiz bir bankta oturuyor başka herhangi bir yerde olduğumu düşlüyordum.
Çocuk parkı boştu ve fırının önünde kuyruk vardı.
Balık lokantaları ne zaman açılacak acaba?
Berberleri, müzisyenleri, sonundan endişe duyanları, yarın nasıl bir güne uyanacağını bilmeyenleri, tevekküle sarılanları, içten içe isyan edenleri düşündüm bir süre.
“İzle beni” dedi karga.
“Sadece su içmek için nelere katlandığımı gör ve nasıl bir hayatım var, tahmin et.”
Sokak hayvanları için bırakılmış eski gri leğeni ve içindeki kirli suyu işaret etti kanadıyla.
“Temkinli olmak lazım.”
Su içene yılan bile dokunmazmış, dedim.
Gevrek, yaşlı bir kahkaha attı.
“Sen öyle san. Su içerken öldürülen kaç karga var biliyor musun?”
Gözleri gri leğende çöp tenekesinin üzerine kondu bekledi.
Başka bir banka ilişti yine bekledi.
Epey zaman geçtikten sonra yere çimlerin üzerine kondu, içinde kirli su bulunan gri leğenin etrafında ağır adımlarla geniş bir çember çizdi.
Tehlike olmadığını düşündüğü anda gri leğenin kenarına kondu, siyah gagasını kirli suya daldırdı.
Suyu içerken gözleri gökyüzündeydi.
Karganın yanına dört yaban güvercini kondu aynı anda.
Peynirci en muhteşem günlerini yaşıyor diye geçirdim içimden. İnsanlar taşıyabildikleri kadar peynir ve yumurta alıyor.
O sırada kasabanın renkleri kayboldu, üstü açık bir araba geçti caddeden.
Beyaz şapkalı, siyah fularlı, güneş gözlüklü iki kadın el salladı arabanın içinden.
Boş bulundum, ben de el salladım. Pişman oldum sonra acaba bana mı el sallamışlardı?
Önce bir cızırtı geldi, plak bu dedim, belediye hoparlörlerinden Elvis Presley’in sesi duyuldu.
It’s Now or Never.
Yıl 1961!
“O yıl neredeydin” diye sordu karga.
Bilmem doğmamıştım henüz.
“Güvercinleri gördün değil mi? Ben etrafı o kadar kolaçan ettikten sonra geldiler ve siz onları bizden daha çok seviyorsunuz.”
Sokağa çıkmanın yasak olmadığı güneşli bir gün arabayı kapalı spor salonunun önüne bırakıp kasabanın sokaklarında yürümüştüm.
Bugünü değil de geçmişi gösteriyordu gözlüklerim!
Her nasılsa, hayaletleri, gitmişleri ve bugünün insanlarını ayırt edebiliyordum.
Kimi nasıl hatırlıyorsam, o halleriyle karşılaşıyordum.
Tanıyıp selam verenler oluyordu, bir yerden çıkaracakmış gibi bakanlar, yüzünü çevirenler ve görmezden geldiklerim.
Tam şurada bir kafeterya vardı eskiden. Merdivenlerden çıktım, ikinci kata oturdum. Kalabalıktı ve uğultu vardı içeride. Doğum günümdü o gün.
Sade bir kahve söyledim.
Sıradaki şarkıyı doğum günü hediyesi tuttum kendime.
It’s Now or Never.
“Mesajı alamamışsın” dedi karga.
Aldım ama masadan kalkmaya cesaretim yoktu.
“Hayat sana daha ne yapsın? Sahi 1971’de neredeydin?”
Bilmem doğmamıştım henüz.
Bankaların önünde sosyal koruma mesafesinde bekliyordu insanlar.
Mutsuzdular.
Biraz sonra gençten birinin karşısına oturacaklar ve borçlarının ertelenmesini isteyeceklerdi. Sanki olan bitenin sorumlusu kendileriymiş gibi utanacaklar, yere bakacaklar ve ertelemenin bedelini kabulleneceklerdi.
Böyle zor zamanlarda öylesine sorduğu bir soruda muhatabının içini görebiliyor insan.
Kibri, riyakarlığı, kıskançlığı ve zavallılığı.
Silmek ve unutmak lazım!
1981’de ilkokula gidiyordum.
“Sormadan cevapladın” dedi karga.
“Şimdi gitmem lazım! Ne demiştim?”
Önemsedikçe önemsizleşirsin.
Yaklaşırsan küçülür, görmezden geldiğin kadar büyürsün!
“Şarkıdaki gibi ya şimdi ya da asla!”
O üstü açık arabadaki el sallayan kadınlar kimdi?
“Bilmem, doğmamıştım henüz!”
3 MAYIS 2020
Ali Gülcü

Zaman Düşer Ellerimden Söze

Aramızda , belli ki akşamları kullanılmak üzere  küçük spotlarla çevrelenmiş ve dokunmasam orada olduğunu fark edemeyeceğim kadar temiz cam bir panel vardı. İkimiz de ayaktaydık. Ben, güneşin öğlen öfkesi altında gövdemi eğip bükerken , o mevsime ayarlı bir makinenin soğuttuğu mekanın içinde tüm karizmasıyla dimdik duruyordu. Uzun uzun seyrettim ve ikimizi birlikte hayal ettim. Çünkü hatırı sayılır zamandır beni böylesine heyecanlandıran ve sahip olma dürtümü böylesine kamçılayan başkası da olmamıştı. Fakat belli ki benim gibiler için fazla iyiydi. Üzerinden taşan asalet içerideki diğer kadınların da dikkatinden kaçmıyordu. Etrafında belirsiz daireler çiziyor, başka şeylerle ilgilenirmiş gibi yapıyor, dönüp dolaşıp bakışlarını onun üzerinde bırakıyorlardı.

O anda hızlı adımlarla orayı terk edebilir ve içimdeki kıskançlık duygusunu teselli edebilirdim. Olmamış sayabilir ve günün geri kalan sıcağını iki sokak ötedeki bistroda buzlu bir mojito ile bertaraf edebilirdim.

Yapmadım…

Öylece bekleyip, rahatsız edici bir kararlılıkla baktım ona. Bakmakla yetinebilir ve  bu kabadayı arzunun façasını bozabilirdim.

Yetinmedim…

İrademi görünmeyen bir güce teslim etmişçesine kapıya yöneldim. Yavaş, güdümlü ve soğuyan adımlarla içeri doğru aktım.

Aktım; çünkü kızışan derimi karşılayan serinliğe doğru dökülürcesine bir geçişti bu. Bir tür cehennem provasının yaşandığı “dış”tan, cennetin salkın baharı “iç” e uzanan kısa ve kaygan bir yürüyüş…

Oradaydı.

Bir merdiven basamağı yüksekliğindeki platformun üzerinden geleni geçeni izliyordu. Gözlerimi ayırmadan yaklaştım yanına. Sanki hedefim başka bir şeymişçesine yönümü değiştirdim sonra. O sırada, ellerimin üst dersinde ılık bir dokunuş hissettim.

  Yirmi yıl geçti.

Onunla ilk buluştuğum günü, ten tene değişimizi şimdi keyifli bir alışkanlıkla hatırlıyorum. İlk zamanlar, hep benimle olsun istedim. Hep onunda dolaşmak, sevene sevmeyene onunla görünmek ve onun cazibesinden nasiplenip, anlarımı haz dolu kıvılcımlarla süslemek…

Sonra…

Düştükçe zamanın kumları aşağı, daha az buluşur olduk. Haftalar, aylar koyduk aramıza. Arada bir aklıma geldiğinde şımarık bir özlemle koşuyordum yanına. Mevsimi geldiyse ve nostaljik bir sağanağa yakalandıysam hesapsız, arayıp buluyordum onu.

Bu birlikteliklerin, asla ilk zamanlardaki kadar cazip olmadığını iliklerime kadar hissediyor, fakat irtifa kaybeden duygularımı  sahtekar bir oyunun arkasına gizliyordum.

O yalnızca, bir”ilk” in değişilmez hazzını hatırlatan sembolik varlığıyla kırıntı mutluluklar döküyordu önüme. Birlikteydik ve değildik. İstediğimde yanımdaydı ve istemediğimde yokmuş kadar uzak… Yirmi yıl önce o kapıdan hiç girmeseydim ve gidip o buzlu mojitoyu içseydim o heyecan baki kalır mıydı?

Bilmiyorum…

Ne değişti sahiden?

O,  yılların ziyan getirmediği hoşluğu ile gülümsüyordu karşı karşıya geldiğimiz her keresinde.

Bense, ucu oyuncu bir kedinin ayağına dolanmış yün yumağı gibi, kontrolsüzce azalttığım zamanın içinde, ukala bir doyumsuzlukla sürüklendim yıllarca. Sahip olarak yok ettiğim diğer her şey gibi onu da attım sıradanlığın dipsiz çukurlarına.

Her ilk gibi yüksek dozda arzuladım, elde ettim ve tükettim.

Şimdi tam yirmi yıllık bir merceğin ötesinden onunla gittiğimiz yerleri, uzayan gecelerdeki dost sohbetlerini, yumuşak dokunuşlarının tenimde uyandırdığı hafiflik hissini, birlikte gülümsediğimiz fotoğrafları ve oturduğumuz odalara ilkbaharı getiren uyumlu rengimizi iç geçirerek anımsıyorum. Anlıyorum ki, olduğu gibi dursa da, zamanın içinde yaşlanan her şey aynı kaderi yaşıyor. Çünkü zaman, nesneler için belki yalnızca şekil bozukluğu yaratırken, faniler için başka türlü yok edişler yaratıyor.

Artık onu kendime yakıştıramıyorum.

Artık birlikte iken o günlerdeki kadar güzel değiliz. Artık, onunla olmaya cesaret edemiyorum. Çünkü değiştim. Yıllar epey şeyi başkalaştırdı gövdemde. Hantallaştım, ağırlaştım, renklerim bile değişti sanki. Yüzüm daha kavruk ve derim parlaklığını kaybedeli çok oldu. İçeride, nerede konuşlandığını bilmediğim ruhum ise daha büyük dönüşümler geçirdi.

Gidip yeni kapılardan geçti.

Aynı aynaların önünde başka tanışmaların heyecanıyla keyiflendi.

Sahip oldu, eğlendi, biriktirdi, eskitti ve vazgeçti…

Şimdi o, ilk günü aratmayan zerafetiyle duruyorken karşımda, oyunda kimin hile yaptığını yeniden sorguluyorum. Birlikte geçen tüm o zamanlarda nasıl ışıldadığımızı anımsıyor ve şimdi bir araya gelmeye zorlarsak nasıl bir ucube yaratacağımızı hayal etmeye çalışıyorum.

Sanırım herkes için bir gitme ve her şey için bir bitme vakti var.

İlerleyen yaşım, kalınlaşan belim, sarkan kol derim, gerginliğine veda eden gerdanım ve artık açmaya değil, örtmeye özendiğim bacaklarımla onu tamamlayamayacağımı biliyorum.

İşte bu duygularla son kez aldım onu karşıma.

Yanına yaklaşıp kokladım. Yetmedi, sarıldım

Sustu…

Her daim dalga dalga çağıldayan etekleri durgundu.

Askısından çıkartıp itinayla katladım.

Onun için hazırladığım kutuya dikkatle yerleştirdim. Üzerine küçükten de bir not iliştirdim;

“Benim için çok özeldi. Bir kadın olduğumu hissettiğim ve içinde kendimi yeniden keşfettiğim kırmızı ilkimdi. Lütfen ona özen gösterin.”

Seni sevdim, çok sevdim.

Ne güzel elbiseydin…

Derya CESUR