Ömrümüm Kırkı

Bir zamandır yolda idi gölgesi.
Önce başı göründü, omuzları ve sonra gövdesi.
Yaklaştı, durdu;
gözüme, kirpiğime, saçıma, gülüşüme ,
canı kağıtta bulan sözüme,
har’ı imbikte süzen dilime,
az bulutlu güneşime
geldi sarıldı kırkım.

Ömrümün en devinimli, en hovarda, en filinta yıllarını ‘yaşanmışlar hanesi’ne yazdım. Elde ne var bilmeden, düne sırtımı dönmeden gidiyorum gündüz gece.

Küçük, mütevazi şeyler bekledim hayattan. Bir iş, bir eş, bir ev, bir çocuk, bir külah akide şekeri diler gibi daha geniş bir çemberde dolanmayı diledim bir de. Dilediğim kadar oldu ne olduysa, belki daha çok…

Herkes gibiydim işte.
Beğenilmek istedim, onaylanmak, güçlü görünmek,
özel hissetmek, başarmak, kendimden söz ettirmek…
Şu “gelecek” denen obur zaman beni yutmasın diye her gece adalet istedim Tanrı’dan.

Kalbimi kıranlar,
kalbini kırdıklarım, kalbini duymadıklarım oldu.
Gözüme görünmesin istediklerim,
beni görsün diye tepindiklerim,
gözüne görünmeyeyim diye yol değiştirdiklerim de.

Kırk yaz, kırk kış geçti başımın üzerinden
Baharları sayamadım;
bazı yıllar çoktu, bazısında hiç yoktu.
Güzler desen,
bazen kaç mavi mevsimi yuttu.

O küçük, oğlan saçlı, kara önlüklü, beyaz yakalı halimle okula ilk gidiş günümde kapı eşiğinde fotoğraf makinesine el sallayan çocuktan biraz artmış, biraz eksilmiş biriyim şimdi. İçimde, köşelerine iyice yerleşmiş  ağır suretlerimin arasında iştahlı merakıyla ve ilk günkü saflığıyla ortalıkta dolaşmaya devam ediyor o. Her an bir yetişkinin zılgıtını yiyebileceği endişesiyle bir görünüp bir kayboluyor. “Buna da şükür!” demeliyim; hala nefes alıyor.

O kadar yaşadık!  Ne oldu bunca yılda?
Everest’e çıkamadım mesela.
Ünlü bir düşünür, şarkıcı ya da oyuncu olamadım.
Tekne ile dünya turu,
bisiklet ile Guinness rekor denemesi, 
Harvard’da doktora yapamadım.
Çok para kazanamadım ve herhangi bir şeyde “çok başarılı” olamadım.
Nedeni ortada.
hiçbirini yapmayı ya da olmayı denemedim, hayal bile etmedim.

Onların yerine, muhitimdeki en  dik yokuşa tırmandım. Öğretmen, hiç ünlü olmayan bir yazar ve oyuncu oldum. Tekne ile koyları gezdim, bisiklet sürdüm, düştüm,  dizim kanadı, annem evde alıkoymasın diye su bulup yıkadım, geçti, yine sürdüm, yine düştüm. Bir sürü şeye heves ettim ve hiçbirinde yeterince konaklamadım. Bu yüzden hiç madalyam olmadı.

Ağladım,
kızdım,
öfkelendim,
okudum,
izledim,
dinledim,
öğrendim,
çok çalıştım, insan oldum;
sadece insan.

Ömrümün kırkındayım.

 Artık dünya kimse için birkaç insanlık yer değil. Bir hane içinde yüzlerce kişiyiz artık. Odalarımızın içinde, koltuklarımızın üstünde, bir gün bir yerde karşılaşma olasılığımızın asla olmadığı insanların hayatlarına dokunuyoruz. Herkesin en gülücüklü anılarına, en afilli deneyimlerine, en gidilesi konumlarına bakıp inceden iç geçiriyoruz. Yapamadıklarımız, aklımızdan geçirmediklerimiz üçer beşer önümüze düştükçe geçip giden zamana daha çok hayıflanıyoruz. Tüm bilyeleri cebindeki yırtıktan dökülüp gitmiş üzgün çocuklara dönüşüyoruz. Dönüşüyoruz, dönüşüyor bazıları, dönüşüyor-um ben de herkes gibi.Sonra gidip içimdeki en bilge kadını arıyorum. Onca gürültünün ortasında kendi köşesinden bakan, gören, dinleyen ve anladıkça daha çok susan. Onu duydukça yeniden gülümsüyorum.

Tam kırk yaşındayım.

Açlık ve yokluk çekmeden,  sıcak bir savaşın içinden geçmeden, ailesini çocuk yaşta yitirmeden, istismara uğramadan, eğitim hakkı elinden alınmadan, uzuvlarını kaybetmeden, talihsiz bir kazaya kurban gitmeden, aklını yitirmeden, yok sayılmadan, sevgiyi ve iyiliği duyumsama şansına erişen şanslı bir azınlığın içinde oldum. Her zaman hayıflanacak bir şeyler ve aşılacak engeller vardı. Bunların çoğu büyük acılar vermedi ya da önüme duvarlar örmedi. Hâlâ alacak çokça yolum, çözecek tonla düğümüm de olsa olduğum kişiden razıyım, sanırım. Keşke’lerim yok değil elbet. Sabırlı, toleranslı, deryadil, dingin bir iç haline varmak bu kadar zor olmasaydı keşke. Öfkede cimri, iyimserlikte cömert bir tabiatım olsaydı. Ve keşke yaşamın sahte seslerine sağır olsaydı kulaklarım.

‘Yaşamak’ her on yılda bir başka bir “olmak” haline dönüşüyor.

Genç olmak,
anlaşılır olmak,
güzel ve karizmatik olmak,
beğenilir olmak,
akıllı olmak,
üretken olmak,
saygın olmak,
ait olmak,
sözü dinlenilir, ismi güvenilir olmak,
huzurlu olmak,
sağlıklı olmak…

Tizden pese doğru ilerleyen bir gam[1] gibi her notada daha az bağıran ve nihayet sessizliğe varan bir “yolda olma hali” yaşamak. Şimdi ben bir piyanonun ortanın az ötesi bir oktavında tınlayıp duruyorum kendi ömrümün kırkında. İsyan makamından kabule, temaşadan tenhalığa, bekleyişten özleyişe, gürültüden sükûnete, “ne derler?”den “kime ne?” ye, korkudan cesarete, anlatmaktan anlamaya, görünmekten göstermeye doğru kalender bir ezgi çalıyorum. İçimde konaklayan her kadına biraz uğruyor ama çok kalmıyorum. An geliyor, ‘can’ımı gündüze çağıran ne varsa sarılıp teşekkür ediyorum, an geliyor dev kazanına gürültüyle dökülen şelale gibi köpürüyorum, göğsüm patlayacak oluyor. Ânın ayaklarımın altından  kaydığı, zamanın bir oda ve bir yastıklık koğuşa dönüştüğü falezlerde geziniyorum ve sonra nereden uçup geldiği meçhul ümitvar bulutlara değiyorum.

Kendi denizlerimin Poseidon’uyum. Dingin, dalgalı, fırtınalı, ılıman ya da ayaz her dem, her mevsim bende ve benimle biliyorum. Üç uçlu bir mızrak var elimde.  Dün, bugün ve yarın diz dize yaşıyor üstünde. Öfkelendiğimde ya da huzura erdiğimde her ‘zaman’ım nasibini alıyor bundan, şimdi daha açık görüyorum.

40’ım ve hâlâ fena halde şaşkınım. Hâlâ hangi şarkının notası, hangi niyetin  harcıyım bilmiyorum. Yaşamak için bilmek gerekseydi devam etmek çok zor olurdu. Bilmediğim ama bir şekilde sezdiğim içgörüsel bir yönelme ile gidiyorum bir yerlere. Yaşama ahlâkına hayranlık duyduğum ve her mısrasıyla yeniden vurulduğum Veysel gibi gâh ağlayıp gâhi güle, yetişmek için menzile gidiyorum gündüz gece.

Ömrümün kırkında,
denizin ortasında,
ben neredeyim, menzil nere,
gidiyorum gündüz gece.

Derya CESUR


[1] Müzikte tonal sistem içerisindeki dizilere verilen ad. Çıkıcı gamda ses giderek incelir (tizleşir), inici gamda ses giderek kalınlaşır (pesleşir).