O

Bibo no Aozora – Ryuichi Sakamoto

Bitiyor işte eylül.

Az sonra ekim gelip,

torbanın dibinde kalan yazdan azıcık üfleyip gidecek.

Sonra,

kasım görünecek yokuşun başından;

elinde baston şemsiye, başında fötr, boynunda kravatla

sepia bir zamanda salınıp, güzü ayaza itecek.

Bir kapı aralanacak peşinden.

Bir aralık ki, sırtı battaniyeli çocuklar

ellerinin buzunu, buharlı soluklarıyla çözecek.

Sobanın isinden griye çalmış duvarlarda,
üç beş yaprak kalacak takvimlerden.

Ayağı çıplak uykularda,

karbonmonoksit rüyalara dalarken battaniyeli çocuklar,

geri sayım sesleri yükselecek  gece yarısı

plastik çam ağaçlarına kırmızı toplar kondurulmuş evlerden.

Ve o

yerleşecek sokaklara,

kedinin patisine,

çatıdaki kiremite.

Arabanın direksiyonuna göz dikip

ellerimizden gövdemize yürüyecek sabahları.

Silecekle camın arasına ilişip çıtırtılı ahkamlar kesecek.

Kırmızı ışıkta mendil satan mülteci kadının,
terlikli ayağından sokulup etek uçlarına yerleşecek,

bozuk para için canını yolda bulan okulsuz keratanın
kabansız göğsünü kesecek.

O
yüz çizgileri oynamayan kaskatı bir adam gibi bekleyecek dış kapıda.

Derimizdeki  bedava sıcaklığın sosyalizmine son verecek.

Derya CESUR

Yolda…

Bir Garip Gün!

Uzun zamandır şehrime uğramayan yağmur, çok yağmasa da yağmur yağıyor dedirtecek kadar ıslatmakta yerleri. Hava kapalı. Gözlerim ofisimin penceresinden dışarıda bir noktaya takılıp kalıyor. Ardından hayallere dalıyorum yine… İnsandan ırak yerlerde deniz kıyısına kurduğum rejisör sandalyeme oturmuş kahvemi yudumluyor, mavi suların kumsala bir öpücük kondurup geri çekilirken çıkardığı sesleri dinliyorum. Ilık ılık esen imbat, mis gibi bir iyot kokusu hediye ediyor ciğerlerime. Ardından tok bir bayan sesi çalınıyor kulağıma:

”Özkan Bey yemek hazır!”  Ayşe ablanın sesi patlatıyor kurduğum hayal balonlarını.

Usul usul yağan yağmurun cazibesine yenik düşüp, yemek yemeden atıyorum kendimi dışarı. Şemsiyemi açmadan, ben de yağmur gibi usul usul yürümeye başlıyorum. Aralıksız olarak yanımdan geçen arabalara ve insanlara takılıyor gözlerim; ”nereye gider, nereden gelir bunca insan?” diye soruyorum kendime… Sonra yine kendim cevap veriyorum: ”Sen nereye gidiyorsun?”

Uzun bir yürüyüşün ardından, şehrimin çok büyük olmayan balık halinin önüne yaklaşıyorum. Balık tezgahlarının hemen bitiminde bulunan derme çatma balık ekmek dükkanına takılıyor gözüm. Karnımın acıktığını hissediyorum ve dükkanın masalarından birine oturup, yarım ekmek arası sardalya istiyorum.

Balık tezgahlarının önünde az da olsa bir hareketlilik mevcut. Çizme, kot pantolon, sırtında işletmelerinin adı yazılı kalitesiz naylon yelek, başlarında bere ve ağızlarında sigara kombinleriyle birçok çalışan gezinmekte ortalıkta. Organize oldukları belli olan üç beş kadar kedi de bir adım ileri, iki adım geri taarruz planlarıyla bize de ekmek düşer mi derdindeler.

Bir minibüs yanaşıyor tezgahların önüne… Birden hareketleniyor ortalık, yuvarlak kafaları ve çekik gözleriyle Orta Asya Türkmenlerinden oldukları belli üç beş genç koşarak minibüsün yanına geliyor ve kasalanmış balıkları indirmeye başlıyorlar. Hepsinin yüzünde hafiften hissedilen bir tebessüm görüyorum ve o tebessümün yüzlerinde meydana getirdiği yarıklar arasında saklı ağır bir hüzün. Yüzleri devamlı ayaza maruz kalmaktan allaşmış ve jelatinle sarmış gibi parlamakta. Sigortalarının yapılmadığına eminim, günlük yevmiye usulü çalışıp ülkelerinden büyük umutlarla geldikleri ülkemizde kazandıkları, umutları kadar büyük olmayan paraları, içinden bir tek sigara masraflarını çıkardıktan sonra binlerce kilometre uzaklıktaki ailelerine gönderdiklerine de eminim. Diğer işçilerden daha iştahlı çalışıyorlar çünkü biliyorlar çaresizliğin insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerini, kazandıkları kadarına şükredip diğer bütün sosyal hak ve insani etik değerleri çoktan çöpe attıklarına da eminim.

Tabii ben bunları düşünürken balık ekmeğimin yarısı bitmiş farkına varmadan.

Yan masama altmışının üzerinde olduğunu tahmin ettiğim, gömlek yakasının kirinden gömleğin renginin anlaşılamadığı, sanki tüm bedeni artık ölmüş ama sadece gözleri canlıymış gibi gök mavi gözleriyle bana bakan bir amca oturuyor. Ona doğru bakıyorum. Eliyle; ”sigara var mı?” diye sorduğunu tahmin ediyorum. Kullanmadığımı söylüyorum. Yine eliyle; ”Allah kahretsin!” demek istediğini anladığım bir hareket yapıyor.

Ekmeğimi bitiriyor ve yanında verdikleri ıslak mendille ellerimi siliyorum. Bu sırada balık tezgahlarına doğru tek başına bir bayan yanaşıyor. Tüm dikkatimi istemsizce ona yönlendiriyorum. Sadece ben değil herkes dikkat kesiliyor bayana… O kadar eğreti duruyor ki o ortamda ve o kadar dikkat çekiyor ki. Uzun topuklu ayakkabılarıyla taş döşeli zeminde durmakta zorlanıyor. Dizlerine kadar inen beyaz paltosu ile kestane rengi olduğunu düşündüğüm salınmış uzun saçları öylesine uyumlu bir görüntü çiziyor ki. İnce bir bilek ile başlayıp, kusursuz bir oranla kalınlaşarak devam eden bacakları dizlerine kadar gözüküyor. Paltonun kapattığı, beline kadar olan bölümünü de ben tahmin etmeye çalışıyorum. O kadar dikkatli bakıyorum fakat bacaklarında çorap var mı yok mu bir türlü kestiremiyorum. Bayanın, kendi tezgahına yanaşıp balık aldığı esnaf, mutluluk içinde ağzını yaya yaya bayana bir şeyler anlatıyor. Bayana doğru uzattığı balığın gözlerini, solungaçlarını falan gösteriyor. Taze oluşundan bahsediyor olmalı…

Bayanın da ara ara bana baktığını fark ediyorum. Kaşmir bir pardösü içinde, düzgün bir saç sakal tıraşı, oradakilerin hava şartlarının deforme ettiği yüzlerinin aksine doğal renginde bir yüz ile derme çatma balık dükkanı önünde eski ve kirli bir masada oturan genç adam da bayana eğreti gelmiş olmalı muhtemelen. Ya da ben egomu tatmin etmek için böyle düşünüyordum.

Bayan, balık poşetini ince ve kusursuz parmakları ile sakınarak tuttuktan sonra dikkatli adımlarla oradan uzaklaşıyor.

Ardından ben de kalkıyorum ve hesabı ödemek için dükkanın içine giriyorum. ”Abi senin on beş lira” diyor servis yapan adam. ”Eee az önce başkasından on lira aldın!” diyorum giderek artan bir ses tonuyla. ”Ha! Senin yarımdı dimi abi, pardon yanlışlık oldu, on lira abi!” diyor bu sefer adam. İçimden: ”seninki yanlışlık değil yavşaklık aslında da neyse” diyorum. Bir pakette sigara alıp çıkıyorum dükkandan. Sigarayı masada oturan amcaya verip balık tezgahlarına yanaşıyorum. Yarım kilo sardalya tarttırıp onu da kedilerin önüne döküyorum. Biraz önce organize şekilde bir balık kapıp paylaşabilir miyiz diye düşünen kediler, bolluğu görünce birbirlerini paralıyorlar. Paylaşmayı bir anda unutuyorlar. Ne kadar da tanıdık bir görüntü.

Balık halini geride bırakıp aynı sakinlikle devam eden yağmur altında, ben de aynı sakinlikle iş yerime doğru yol alıyorum. Balık hali geride kaldıkça ne kediler, ne Türkmen Gençler ne de o yaşlı amca kalıyor aklımda. Bir bir buharlaşıyorlar.

Aklımdan tek buharlaşmayan o güzel bayan oluyor. Dert oluyor içime…

Bacaklarında çorap var mıydı, yok muydu?

Hiçbir zaman öğrenemeyecek olmamın anlaşılamaz can sıkıntısı içerisinde usul usul yağan yağmur altında usul usul yürümeye devam ediyorum.

Özkan SARI

Ceviz Oda (Bölüm 1)

Köklü ağaçları mitolojik gök tanrıları gibi eğip büken ve kıyıyı döven üç insan boyu yükseklikteki dalgaları izlerken, “Böylesini görmeyeli yirmi yıl olmuştur” diye geçirdi içinden. Titrek nefesler alan pencerenin önünde dururken, sessizliğe tatlılıkla eşlik eden ateşin, yün bir battaniye gibi sırtını sarışını hissetti. Dışarıda, fırtınaya yakalanmanın talihsiz zamanlamasını paylaşan ve cüssesine güvenli bir yer bulmak için telaşla yer değiştiren insanları, kedileri, köpekleri ve diğerlerini düşündü. Duyulur duyulmaz bir şeyler mırıldandı; “Sabah haberlerini izlememeliyim.”

Sonra bu yıkıcı manzaraya arkasını dönüp yanan ateşe yöneldi. Köze dönmek üzere olan odunları demir maşa ile karıştırıp yenilerini aralarına yerleştirdi. Fırtınayı unutmak için güzel bir film, güzel bir müzik ya da güzel bir uyku arasında tercih yapabileceğini düşünürken güzel bir kitapta karar kıldı. Birkaç dokunuşla odaya dolan ve sanki, insanın dünya üzerinde var olduğu her çağa ait olabileceği hissini çağıran o tatlı melodiye minnet duydu.

Neredeyse yüz elli yıllık geçmişiyle yüksek oda tavanına kadar uzanan, yılların ağaç raflar arasına hapsettiği saman kağıt, deri ve reçine kokularıyla zamansız bir dekor gibi bütün odayı saran kütüphanede dikkatlice gözlerini gezdirdi. Ata mirası antika el yazmaları, uzun yolculuklar sırasında duraklanan limanlardan, kıyıda köşede derin bir uyku halinde bekleyen sahaflardan heybeye katılan, onlarca dil ve yüzlerce farklı konuda yazılmış yüzlerce ciltlik kitap… Yazarlarına, ülkelerine ve konularına göre özenle dizilmiş ve aynı titizlikle bunca yıldır tüm koleksiyonculardan, tüm devlet kurumlarından ve meraklı bakışlardan gizlenmiş yaklaşık beş bin kitaplık bir kütüphaneydi burası. Çocukluğunun en büyülü muhitiydi bu oda. Büyüklerin azarlarına maruz kaldığında, utandığında, gürültülü yetişkin sohbetlerinin arasında oyunlarına yer bulamadığında kaçtığı inziva yeriydi.

“Kokular…”diye mırıldandı.”Bize geçmişten kalan en güçlü hatıralar…”Bu odayı en çok büyükbabasıyla paylaşmayı severdi. Zaten ikisininden başka da kimsenin uğrak yeri değildi. Onu, en az kitaplar kadar eski ceviz masasında, büyüteçli gözlüğüyle satırların arasında zamanı unuttuğu, gerçekliğini kaybettiği görüntüsüyle hatırlardı. Boydan boya ceviz ağacından imal edilmiş ve yapımı iki yıl sürmüş olan bu kütüphane için “En büyük zenginliğim.” derdi büyük babası. Onun, her köşesi ayrı bir notada gıcırdayan emektar koltuğunun üzerinde, dünyanın kalanından kendini kurtarıp ülke ülke dolaştığını hissederdi. Bir kitabın başında saatler geçirir, gelip soranlar için, “Evde yok deyin.” diye salık verirdi.

Bunlar olup biterken ve büyükbabasıyla aynı masum yalana alet olurken on yaşında bile yoktu adam. Ancak sesler, görüntüler ve kokular dün yaşanmışçasına taptaze önündeydi işte. “Belli ki bu inziva sever yanımı ondan almışım.” diye düşündü ve ortak tanıdıkların “İşte, yine onun gibi yaptın.” dediği türden bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. Ondan kalan bu eşsiz hazinenin son otuz yıllık bekçisiydi ve garip bir şekilde, o gezgin çelebinin tüm fizik ve inanç kurallarını yıkıp arada bir hazinesini ziyarete geldiğini düşünürdü.

Adam sepia anıların arasında gezinirken pencerelerin iyice yükselen titremeleriyle kendi yaşına döndü. Pek de barışamadığı bugüne… Fırtına şiddetini artırmış, iyice ürkütücü bir görünüm almıştı. Şöminedeki ateş son demlerini yaşıyor ve artık iyice yaşlanmış olan kedi sallanan sandalyenin minderine kıvrılmış, gamsızlığın huzurlu düzlüğünde uyuyordu. Gidip ateşe birkaç odun daha attı. Büyükbabasının da çocukluğunu geçirdiği bu iki asırlık taş konağın her köşesinden bir anı filizleniyor ve her biri duvardan duvara gerilmiş iplerin üzerinde asılı duran fotoğraflar gibi tüm canlılıklarıyla konağı dolduruyorlardı.

Bu eve on yıldır kendisinden başka biri girmemişti. Onlarca yıl kalabalık ailesini, komşularını, akrabalarını ve daha nicelerini ağırlamış olan bu koskoca konak, şimdi yalnızca ona ve uyuklamaktan başka hobisi olmayan miskin bir kediye çatılık yapıyordu. Nerede durursa dursun, eve ait tüylü bir dekor hissi veren bu sakin mizaçlı hayvana karşı sıcak bir duygu yükseldi içinden. Bu eve ilk geldiği günü çağırdı hafızasından. Dışarıda şubat karı birikmişti. Gazete ile kahvaltılık nevale almak için dışarı çıkmış ve geri döndüğünde kapının önünde bulmuştu onu. Küçük, ıslak ve muhtemelen aç gövdesine kuru bir kovuk bulmaya çalışıyordu. Temkinli bir sıradanlıkla kapıyı açıp içeri girdi. Dolaptan çıkardığı sütü ocakta ılıtıp bir kaseye boşalttı. Hayatı boyunca sokak hayvanlarıyla hep mesafeli durmuş biri olarak bir şeyleri yanlış yapabileceğinin iç sıkıntısını hissetti. Fakat soğuk bir kış günü için ılık bir sütün güzel bir başlangıç olacağını tahmin etmişti.. Yavru kedi kendisine uzatılan kaseye tedirgin birkaç bakış atmış ve muhtemelen “daha kötü ne olabilir ki?” diye düşünüp başını süte daldırmıştı. İştahlı yudumlarının arasında başını kaldırdıkça adamın sevecen bakışlarıyla karşılaşmış, bir içmiş, bir ısınmıştı.

Ürkütmekten korkan bir kibarlıkla aldı onu adam ellerine. Narin, yeni tüylenmiş derisini kuru bir havluya sardı.Baktı ona kedi. Endişeyle, minnetle, sükunetle ve çaresizlikle baktı. Hayat çizgilerinin birleştiği anı kutsayan şükran dolu bir mırıltı çıkardı. Adam “Peki.” dedi. Kalender, çizgi gibi bir gülümseme belirdi yüzünde. “Hoşgeldin!”

On yıllık yarenlik sonrasında elde, malum sonu bekleyen ihtiyar bir kedi ve geceleri hatıralarına sarılıp yatan orta yaşlı bir münzevi vardı. Kedi bunca yıl her sabahı, aynı cam kenarında karşılamıştı. Mevsimler gelip geçmiş ve baktığı sokak, zaman içerisinde pek çok değişime uğramıştı. Her sabah evden çıkıp giden sahibini, her aksam aynı camın ardında beklemişti. Bir kez bile olsun uzatmamıştı kafasını kapıdan dışarı. Davetkar sokak kedilerine kanıp, tek sefer bile olsa merakına yenik düşmemişti. Yetinmişti kedi. Birlikte yaşlandığı bu tuhaf adamın elindeki sıcaklıkla, onunla paylaştığı ve belki ondan daha çok sahiplendiği sandalyenin huzurlu kucağıyla…

Feci şekilde patladı gökyüzü. Uykunun derinlerinde dolaşan kedi aniden sıçradı ve asla alışkanlığı olmadığı şekilde sağa sola koşup eşyaları devirmeye başladı. Aniden ışıklar söndü. “Trafoya yıldırım düşmüş olmalı.” dedi adam ve kediyi sakinleştirmeye çalıştı.” Lamba!” dedi sonra. Odadan çıkıp ışıldağın olduğu kata inmeyi gözü almadı. Eski gaz lambası geldi aklına. Rafların tozunu aldığı bir gün dolaplardan birinin içinde gördüğünü hatırladı. Köze dönmek üzere olan ateşin cılız ışığında, el yordamıyla aramaya başladı. Kedi, ayaklarının altında kendisinden hiç duyulmamış tizlikte sesler çıkarıyordu. Acıdı adam. Son demlerini yaşadığını bildiği ve kendisine yıllarca sadakatle arkadaşlık etmiş olan bu varlığa karşı bu kez derin bir üzüntü hissiyle doldu. “Sakin ol kızım, ben buradayım.”

Kedi, adamın söyledikleri anlamışçasına huzurla kıvrıldı olduğu yere. Adam, yalnızca dokunma duyusuyla yaptığı arama sırasında yere birkaç şeyin düşmesine engel olamadı fakat sonunda elleri lambayı kavradı. Ağır adımlarda köz haline gelmiş ateşe doğru yürüdü. Lambanın fitilini şömineye uzatmasıyla oda dingin bir aydınlığa kavuştu. “Aynen büyükbabamın zamanlarındaki gibi.” dedi ve kuyruğuna sarılarak büzülmüş hayvanı kucağına alarak büyükbabasından kalan emektar koltuğa oturdu. O sırada ayağının çarpmasıyla, bir şeyin eski evrak dolabının altına doğru sürüklendiğini fark etti. Kediyi masanın üzerine bırakıp lambayı aldı ve dizlerinin üstüne çöküp eğilerek, ışığı dolabın altına doğru yaklaştırdı. Dolap ve zemin arasındaki açıklık çok dar olduğundan hiçbir şey göremedi. Adam elini kör bir hamleyle dolabın altına doğru uzatarak bilinçsizce sürüklediği nesneyi bulmaya çalıştı. Üçüncü hamlenin sonunda nihayet küçük, metal bir nesnenin sertliğini hissetti. Çıkarıp ışığa doğru tuttu. Pas rengi almış ve estetik ayrıntılarından oldukça eski olduğu anlaşılan bir anahtardı elinde tuttuğu. Bunu daha önce hiç görmediğine emindi. Yıllardır bu evin tüm dolaplarını, tüm çekmecelerini elinden geçirmiş, her ayrıntılarını ezberlemişti. Kilitli olan bir yerler olmadığına yemin edebilirdi. Üstelik bu anahtar, konakta bulunan hiçbir diğer anahtara benzemiyordu. Biraz öncesine kadar çılgınca ortalığı birbirine katıp şimdi kıpırtısız kesilen kediyi kucağına alarak yeniden koltuğa oturdu. Eski lambanın mütevazi ışığıyla aydınlanan masaya iyice yaklaşıp anahtarı üzerine bıraktı. “Bak!” dedi parmaklarının arasında keyiften yün yumağına dönen kediye. “Yeni bir hikaye başlıyor bu gece.”

Derya CESUR