söze ilk başlayan, ışığı yüzünde ilk hisseden olmak.
Bir müzik cümlesinin ilk motifini hayal etmek…
Mermere ilk kesiği,
tuvale ilk rengi ve kağıda ilk cümleyi atmak…
Çünkü güçlü başlangıçlar yapmadan beli doğrulmaz hiçbir eserin.
Çünkü,
ilhamını ilk hareketten alır gösteri.
İlk cümlenin arkasına saklanır heybetli bir şiirin en dile dolanan dizesi.
Yolu açmak, yoldan gitmekten zor olduğu için
bir başlangıç ya rezil ya da vezir eder sahibini.
İki insan arasında olan da bundan farklı değil sanki.
İçten bir gülümseme, güçlü bir tokalaşma, gözden göze akan sözsüz ama kararlı bir merhaba…
İlk temas…
Her şeyin güzel gideceği ya da hiçbir çabanın, o adı konulamayan asimetriyi düzeltemeyeceği an sinerjisi…
Belki de bu yüzden bir şeyi sonlandıran en önemli şeyin sırrını başlangıcında aramak lazım. İyi ya da kötü, sevgi ya da nefret fark etmeksizin bütün sonlar başlangıçlarından ilham alıyor gibi.
Fakat yine de tecrübeleri, istatistikleri yanıltan hal ve oluşlar var.
Yumurtayı kırdığımız andan itibaren asla doğru ilerlemediğimiz bir tariften, anlaşılmaz bir lezzet şölenine dönüşen deneysel bir kek misali…
Beyaz gömleğimize damlamış öğle yemeği arması ya da sıcaktan façası bozulmuş kalanımızla elini sıktığımız yunan heykeli adamlar ve tanrıça modeli kadınlarla süregelen mükemmel ilişkilerimiz var (!) 🙂
Hem o kadar seyrek bir mucize olsaydı bu, “Büyük aşklar nefretle başlar.” diye gezegensel bir vecizemiz olur muydu hiç?
Siz de fark etmişsinizdir;
onlarca cümle yazılmasına rağmen başlayamamış bir yazı var burada.
Giriş cümlesini, sıradan bir anahtar ya da toka gibi nerede unuttuğunu bilemeyen bir heveskarın geliştirme ve sonlandırma telaşı var.
Eğer hala okuyorsan yazılanları, yalnızca “Şanslıyım.” derim.
Eğer benzer bir illetin yamacındaysan,
direnmeyi bırakmanı salık veririm.
Keza,
bir tür zihin spazmıdır yaşadığın
ve
gidilmez ondan.
Suyun ortasında bacağını yaran bileyli ağrı gibi yalnız bir kriz anıdır.
Çırpındıkça kenetlenen bir tutunmadır bu, duygu krampıdır
gidilmez…
Kendini hareketsizliğe teslim etmek gelirse aklına,
belki o gider senden.
Kuşatacak bir yer kalmadığında,
bittiğinde savaş,
vazgeçer.
İlk cümlesini, okyanusun içine düşürdüğü damla gibi yitirmiş bir yazının sonundan medet ummak saflık olur.
Böyle anlarda heveskar hep aynı üç noktaya tutunur.
Aramızda , belli ki akşamları kullanılmak üzere küçük spotlarla çevrelenmiş ve dokunmasam orada olduğunu fark edemeyeceğim kadar temiz cam bir panel vardı. İkimiz de ayaktaydık. Ben, güneşin öğlen öfkesi altında gövdemi eğip bükerken , o mevsime ayarlı bir makinenin soğuttuğu mekanın içinde tüm karizmasıyla dimdik duruyordu. Uzun uzun seyrettim ve ikimizi birlikte hayal ettim. Çünkü hatırı sayılır zamandır beni böylesine heyecanlandıran ve sahip olma dürtümü böylesine kamçılayan başkası da olmamıştı. Fakat belli ki benim gibiler için fazla iyiydi. Üzerinden taşan asalet içerideki diğer kadınların da dikkatinden kaçmıyordu. Etrafında belirsiz daireler çiziyor, başka şeylerle ilgilenirmiş gibi yapıyor, dönüp dolaşıp bakışlarını onun üzerinde bırakıyorlardı.
O anda hızlı adımlarla orayı terk edebilir ve içimdeki kıskançlık duygusunu teselli edebilirdim. Olmamış sayabilir ve günün geri kalan sıcağını iki sokak ötedeki bistroda buzlu bir mojito ile bertaraf edebilirdim.
Yapmadım…
Öylece bekleyip, rahatsız edici bir kararlılıkla baktım ona. Bakmakla yetinebilir ve bu kabadayı arzunun façasını bozabilirdim.
Yetinmedim…
İrademi görünmeyen bir güce teslim etmişçesine kapıya yöneldim. Yavaş, güdümlü ve soğuyan adımlarla içeri doğru aktım.
Aktım; çünkü kızışan derimi karşılayan serinliğe doğru dökülürcesine bir geçişti bu. Bir tür cehennem provasının yaşandığı “dış”tan, cennetin salkın baharı “iç” e uzanan kısa ve kaygan bir yürüyüş…
Oradaydı.
Bir merdiven basamağı yüksekliğindeki platformun üzerinden geleni geçeni izliyordu. Gözlerimi ayırmadan yaklaştım yanına. Sanki hedefim başka bir şeymişçesine yönümü değiştirdim sonra. O sırada, ellerimin üst dersinde ılık bir dokunuş hissettim.
Yirmi yıl geçti.
Onunla ilk buluştuğum günü, ten tene değişimizi şimdi keyifli bir alışkanlıkla hatırlıyorum. İlk zamanlar, hep benimle olsun istedim. Hep onunda dolaşmak, sevene sevmeyene onunla görünmek ve onun cazibesinden nasiplenip, anlarımı haz dolu kıvılcımlarla süslemek…
Sonra…
Düştükçe zamanın kumları aşağı, daha az buluşur olduk. Haftalar, aylar koyduk aramıza. Arada bir aklıma geldiğinde şımarık bir özlemle koşuyordum yanına. Mevsimi geldiyse ve nostaljik bir sağanağa yakalandıysam hesapsız, arayıp buluyordum onu.
Bu birlikteliklerin, asla ilk zamanlardaki kadar cazip olmadığını iliklerime kadar hissediyor, fakat irtifa kaybeden duygularımı sahtekar bir oyunun arkasına gizliyordum.
O yalnızca, bir”ilk” in değişilmez hazzını hatırlatan sembolik varlığıyla kırıntı mutluluklar döküyordu önüme. Birlikteydik ve değildik. İstediğimde yanımdaydı ve istemediğimde yokmuş kadar uzak… Yirmi yıl önce o kapıdan hiç girmeseydim ve gidip o buzlu mojitoyu içseydim o heyecan baki kalır mıydı?
Bilmiyorum…
Ne değişti sahiden?
O, yılların ziyan getirmediği hoşluğu ile gülümsüyordu karşı karşıya geldiğimiz her keresinde.
Bense, ucu oyuncu bir kedinin ayağına dolanmış yün yumağı gibi, kontrolsüzce azalttığım zamanın içinde, ukala bir doyumsuzlukla sürüklendim yıllarca. Sahip olarak yok ettiğim diğer her şey gibi onu da attım sıradanlığın dipsiz çukurlarına.
Her ilk gibi yüksek dozda arzuladım, elde ettim ve tükettim.
Şimdi tam yirmi yıllık bir merceğin ötesinden onunla gittiğimiz yerleri, uzayan gecelerdeki dost sohbetlerini, yumuşak dokunuşlarının tenimde uyandırdığı hafiflik hissini, birlikte gülümsediğimiz fotoğrafları ve oturduğumuz odalara ilkbaharı getiren uyumlu rengimizi iç geçirerek anımsıyorum. Anlıyorum ki, olduğu gibi dursa da, zamanın içinde yaşlanan her şey aynı kaderi yaşıyor. Çünkü zaman, nesneler için belki yalnızca şekil bozukluğu yaratırken, faniler için başka türlü yok edişler yaratıyor.
Artık onu kendime yakıştıramıyorum.
Artık birlikte iken o günlerdeki kadar güzel değiliz. Artık, onunla olmaya cesaret edemiyorum. Çünkü değiştim. Yıllar epey şeyi başkalaştırdı gövdemde. Hantallaştım, ağırlaştım, renklerim bile değişti sanki. Yüzüm daha kavruk ve derim parlaklığını kaybedeli çok oldu. İçeride, nerede konuşlandığını bilmediğim ruhum ise daha büyük dönüşümler geçirdi.
Gidip yeni kapılardan geçti.
Aynı aynaların önünde başka tanışmaların heyecanıyla keyiflendi.
Sahip oldu, eğlendi, biriktirdi, eskitti ve vazgeçti…
Şimdi o, ilk günü aratmayan zerafetiyle duruyorken karşımda, oyunda kimin hile yaptığını yeniden sorguluyorum. Birlikte geçen tüm o zamanlarda nasıl ışıldadığımızı anımsıyor ve şimdi bir araya gelmeye zorlarsak nasıl bir ucube yaratacağımızı hayal etmeye çalışıyorum.
Sanırım herkes için bir gitme ve her şey için bir bitme vakti var.
İlerleyen yaşım, kalınlaşan belim, sarkan kol derim, gerginliğine veda eden gerdanım ve artık açmaya değil, örtmeye özendiğim bacaklarımla onu tamamlayamayacağımı biliyorum.
İşte bu duygularla son kez aldım onu karşıma.
Yanına yaklaşıp kokladım. Yetmedi, sarıldım
Sustu…
Her daim dalga dalga çağıldayan etekleri durgundu.
Askısından çıkartıp itinayla katladım.
Onun için hazırladığım kutuya dikkatle yerleştirdim. Üzerine küçükten de bir not iliştirdim;
“Benim için çok özeldi. Bir kadın olduğumu hissettiğim ve içinde kendimi yeniden keşfettiğim kırmızı ilkimdi. Lütfen ona özen gösterin.”
”Hiçbir şey yoktan var olmaz varken de yok olmaz.” Öğrencilik yıllarımda çokça duymuştum bu söylemi. Tabii üzerine çok da kafa yorduğumu söyleyemem. O dönemlerde kafa yormadığım hemen hemen her şey, bugünümün pişmanlık müzesinde birer eser olarak yer almakta. Müzeyi merak ediyorsanız eğer ziyarete kapalı olduğunu belirtmek isterim.
”Hiçbir şey yoktan var olmaz varken de yok olmaz.” Doğa Filozoflarından
biri olan Democritus’tan tutunda yukarıdaki söylemin sahibi Fransız kimyacı A.
L. de Lavoisier’e kadar birçok filozof, bilim insanı ya da sanatçı bu konuda
birikimlerini önümüze dökmüşlerdir. Lavoisier buna ”Maddenin veya
kütlenin korunumu kanunu” demektedir.
Yine 1969 yılında Âşık Veysel’le yapılan bir röportajda sunucu sorar: ”Çocuklarınıza
vasiyet olarak mezarınızın üzerine taş koyulmamasını, beton dökülmemesini
önemle vurgulamışsınız. Bu konuda neler söylemek istersiniz?”
Âşık Veysel cevap olarak: ”Eğer gözlerim olsa idi ben toprağı
göremeyecektim, toprağın özelliklerini bilemeyecektim, çiğneyip geçecektim
toprağı… Şimdi taş koymayın dediğimin sebebi şu; ben öldükten sonra üzerimde
otlar bitsin, çiçekler açsın. Taş kapatır, çimento kapatır. Hiç kimse istifade
edemez. Oradaki biten otlardan koyun yesin et olsun, kuzu yesin süt olsun, arı
yesin bal olsun. Ben orada taşın altında yatmak ile bir istifadem
olamaz.’’ der.
Birbirlerinden yüzlerce, hatta binlerce yıl zaman aralığında yaşayan tüm bu
insanların ”yoktan var, vardan yok olmaz” kavramı üzerine ifade ettikleri
düşüncelerinin ulaşmak istediği hedef hep aynıdır. Yollar farklı da olsa hedef
ortaktır.
Konuyu biraz daha açarsak eğer; ne demek bu ”yoktan var, vardan yok
olmaz” kavramı? Ben bir ağacı, bir ormanı yakar ve yok ederim diyebilirsiniz.
Koca ormanı yok ettiniz; evet ağaçlar işlevselliğini kaybedecektir fakat madde
yok olmayacaktır. Sadece duman ve küle dönüşecektir. Bir maddeye ne yaparsak
yapalım, hacmini, yapısını, kütlesini ve işlevselliğini değiştirebiliriz ancak
yok edemeyiz.
Mademki ”Hiçbir şey yoktan var olmaz varken de yok olmaz.” O zaman
var olunan ilk an neresidir? Tüm bilimsel veriler ve deliller göstermektedir ki
bu an ”Big Bang”dir. Yani Büyük Patlama. Evren bundan yaklaşık 14 milyar yıl
önce sıfır hacimden var edilmiştir.
Ünlü fizikçi Michio Kaku bilimsel keşiflerin gösterdiği gerçekleri kısa ve
özlü biçimde şu şekilde anlatmıştır: ‘‘Cisimler hareketlidir, o halde bir
ilk hareket ettirici vardır. Cisimler sebeplerle var olurlar, o halde bir
ilk sebep olucu vardır. Cisimler mevcuttur, o halde bir Yaratıcı vardır.”
Şu an bu yazıyı okumanızı sağlayan bilgisayar ya da telefonunuz, üzerinizde
bulunan elbiseniz, yudumlamakta olduğunuz çayınız, kahveniz, suyunuz, odanızı
aydınlatan ışığınız, etrafınıza bir göz atın; gördüğünüz her şey tam 14 milyar
yıl önce yaratıldı, var oldu. Sadece bu saydığımız, gördüğünüz cisimler mi?
Hayır, siz de, ben de tam 14 milyar yıl önce yaratıldık.
Kaldırın ellerinizi havaya, kapatın gözlerinizi, dokunun sağ elinizle sol
elinize… Okşayın! Tırnaklarınızı hissedin, eliniz üzerindeki tüyleri, kıvrımları.
Dokunun yüzünüze, hissedin kirpiklerinizi, dudaklarınızı, elmacık
kemiklerinizi.
Yolculuğa çıkın zaman içerisinde, öyle üç yıl öncesini düşünmek gibi değil;
milyonlarca, milyarlarca yıl içerisine açılan pencereden bakın. İzleyin ”O” anı.
Her şeyin başladığı, ”Var”edildiği o patlamayı. Savrulan o
parçalar şu an içinizde, okşadığınız kirpiğinizde saklı. Kulaç atın ”O” andan
geleceğe… İzleyin kızgın evrenin sakinleşmesini, ateşin soğumasını, güneşin,
dünyanın oluşmasını.
İzleyin toprağı ilk yarıp yeşeren bitkiyi, hissedin o ilk esen rüzgârı, o
ilk düşen damlayı, yükselen dağları, yeşeren bağları, azgın okyanusları. İlk
yüzen balığı, ilk uçan kuşu, ilk koşan memeliyi izleyin. Hissedin.
Tanışın ilk insanla, ilk dili konuşun, ilk dansı
yapın. İlk şarkıyı söyleyin, ilk şiiri okuyun.
Eğer bitirdiyseniz yolculuğunuzu… Açın gözlerinizi, seyredin kendinizi,
anlayın etten kemikten var olmadığınızı, anlayın yirmi, kırk, atmış, seksen
yaşında olmadığınızı… İşte, hissettiğiniz, gördüğünüz, içerisinde süzüldüğünüz
o zaman şimdi sizde saklı. Güneş, ay, yıldızlar sizde saklı. Âdem ile Havva
sizde saklı. Savaşlar, soykırımlar, ihtilaller, devrimler sizde saklı. Tarih,
Kimya, Felsefe sizde saklı.
”Ben o alıştığın koleksiyonculardan değilim genç adam!”
Koleksiyonculuk içerisinde para ve pul koleksiyonculuğu ilk akla gelenler.
Araba, kartvizit, kelebek, düğme, taş gibi daha birçok çeşidi mevcut. Sabır ve
kararlılık isteyen bir uğraş.
Benim uğraşım ise, işte bu koleksiyoncuları bulup ziyaret etmek ve
koleksiyonlarını incelemek. Son olarak ziyaret ettiğim bir plak koleksiyoncusu
vermişti gazete parçasına yazdığım cebimde duran adresi. Verdiği adreste ne tür
bir koleksiyonla karşılaşacağımı söylememişti. Neyse ki adresi bulmuş ve zile
basmıştım.
Kapıyı altmışlı yaşlarında bir adam açtı. Meraklı gözlerle beni tepeden
tırnağa süzdükten sonra o daha lafa girmeden ben seslendim:
”Merhaba, benim adım Özkan, adresinizi plak
koleksiyoncusu Suat Bey’den aldım. Sizi arayıp geleceğimi söylemiş olmalı.”
”İçeri gel genç adam” dedi
koleksiyoncu.
İki katlı müstakil evinin yaşı muhtemelen yüzün üzerindeydi. Eski, bakımlı
ve esrarengiz bir iç dizaynı vardı. Geçen her saniye heyecanım ve merakım
artıyor, neyle karşılaşacağım konusunda sabırsızlanıyordum. Salona açılan beş
kapıdan biri içerisinden geçerek geniş bir odaya girdik. Odanın üç duvarı
tavana kadar raf yaptırılmıştı. Her rafta aşağı yukarı aynı büyüklükte yüzlerce
cam kavanoz bulunuyordu. Cam kavanozların içinde ise sudan başka bir şey
göremiyordum.
”Evet genç adam, gördüklerinizin ne olduğunu anlamlandırmaya çalıştığınızın farkındayım. Ben kesinlikle ziyaretçi kabul etmiyorum aslında ama sizi kabul ettim. Nedenini ise ilerleyen zamanda öğreneceksiniz.”
”Nedir bunlar, ne koleksiyonu?” diyebildim kısık
bir ses tonuyla, ben her zamanki gibi sıcak bir sohbet eşliğinde bir para, pul,
davetiye ne bileyim bir kitap koleksiyonu incelerim diye gelmişken, şu an
karşımda yüzlerce cam kavanoz duruyordu. Merak ve heyecanımı yalnız
bırakmayarak yanlarına birde şaşkınlık ve tedirginlik dâhil olmuştu.
”Benim adım Azamat, Kırgız’ım, babam ve dedem
şamandı. Bana onlardan miras kalan bir uğraş koleksiyonculuk, ben o alıştığın
koleksiyonculardan değilim genç adam, öyle elle tutulur, gözle görülür cisimler
toplamam.”
”Peki, ne toplarsın?” diye yutkunarak
sorduğumda sesim iyice içime kaçmıştı.
”Ben, insanların ilk defa yaşadıkları özel anların
duygularını toplarım.”
Adamın psikolojik sorunları olduğunu düşünmeye başlamıştım. Tedirginliğim
yerini korkuya bıraktı. Bir an önce çıkmalıyım buradan diye düşünürken adam
konuşmaya devam etti:
”Mesela bebeklerin ilk gülümsemelerini, onlar
gülümsediğinde anne babalarının yaşadıkları ilk sevinçleri toplarım genç adam ya
da annesinin öldüğü haberini alan birinin ilk hissettiği acıyı, ardından
annesinin yokluğunda hissedeceği ilk yalnızlık duygusunu toplarım. Dediğim gibi
ben, insanların ilk defa yaşadıkları özel anların duygularını toplarım.”
”…!?”
”Duyduklarına inanmak kolay değil ama hissettiğinde
anlayacaksın.”
Koleksiyoncu rafın birinden bir kavanoz aldı eline ve bana uzattı… Kavanozu avucuma alır almaz kalbimde tarifsiz bir acı hissettim, ateşim çıkıyor, damarlarım kerpetenle yerinden sökülüyordu sanki, daha fazla dayanamayıp kavanozu koleksiyoncuya geri verdim. Hemen ardından başka bir kavanoz tutuşturdu elime, bu kez de tarifsiz bir huzur kaplamıştı ruhumu, yüzümde ılık bir gülümseme, gözlerimde şefkat dolu bir bakış belirdi. Kavanozu elimden alıp konuşmaya başladı koleksiyoncu:
”Hissettin bak, ilk kavanoz; annesini kaybeden birinin yaşadığı ilk acıydı diğeri ise bebeği kendisine ilk kez gülümseyen birinin yaşadığı ilk sevinç.”
Dehşet içerisindeydim. Nasıl olabiliyordu böyle bir şey? Artık şaşkınlığımı
ve tedirginliğimi kovalayıp bu eşsiz anın kucağına bırakmalıydım kendimi.
Koleksiyoncu beni raflar arasında dolaştırmaya başladı. Bu esnada anlatmaya devam etti:
”Bak buradakiler ilk kıskançlıklar, bir kadının sevgilisini, bir çocuğun kardeşini, bir annenin oğlunu, bir babanın kızını ilk kez kıskandıklarında yaşadıkları duygular ve daha niceleri. Bak burasıda korkuların olduğu bölüm; örümcek korkusu, yalnızlık korkusu, başarısızlık korkusu, karanlık korkusu gibi ilk kez yaşanılan korkular. Hemen yandaki bölüm fiziksel acı bölümü; ilk diş ağrısı, ilk bıçak kesiği, ilk böbrek taşı sancısı.”
Neler yoktu ki Azamat’ın koleksiyonunda, ilk kez yaşanılan anların
duyguları, sevinç, üzüntü, korku, şaşkınlık, öfke, şiddet, utanç, hayal
kırıklığı, vicdan azabı… Uzunca bir süre gezdik raflar arasında,
merakla inceledim her bir bölümü.
Zaman nasıl geçti anlamadım. Hava kararmak üzereydi. Artık gitmem
gerekiyordu.
Koleksiyoncu raflar arasından elinde bir kavanozla yanıma yaklaştı. Salona
geçtik, koltuklara oturduktan sonra üzerinde ”ayrılık” yazan
elindeki kavanozu bana uzattı. Avucuma aldım;
Nasıl tarif edilir ki o an kelimelerle, hani oksijensiz bir ortamda havayı
ciğerlerine çekersin de boğulduğunu hissedersin, ciğerlerin yanmaya başlar…
Hani arabada ya da uçakta aniden boşluğa düşersin de kursağın kalkar, hani bir
şey gelir oturur ya tam boğazının ortasına yumru gibi yutkunursun geri gitmez,
hani ağlamak istersin, bedenin titrer ağlayamazsın. Sanki ruhun dayanamaz çeker
gider de bedenin canlı bir kadavraya döner, sanki kışın ayazında jilet kesiği
yağmurlar altına atılmış, sırılsıklam titreyen takatsiz bir yavru kedi gibi
hissedersin ya kendini, aciz, çaresiz, kimsesiz. Nasıl tarif edilir ki o an
kelimelerle!
Sarsıla sarsıla ağlıyordum, gözyaşlarım ya kirpik uçlarımdan
bırakıveriyordu kendini boşluğa ya da yüzümden bir yol bulup çeneme
iniyorlardı. Ellerim, dudaklarım titriyor, kavanozu bile zor tutuyordum
avucumda. Bir zaman sonra hafifledim ve durgunlaştım. Tüm hislerim cımbızla
çekilmiş gibiydi ruhumdan. Kavanozu koleksiyoncuya uzattım. Tepkisizce
oturduğum koltuktan kalktım ve dış kapıya yöneldim. Hiçbir şey söylemeden demir
kapıyı açtım ve sokağa çıktım. Ardımdan duyduğum tek cümle şu oldu: ”Güle
güle evlat!’‘
Bir daha da uğramadım o koleksiyoncuya.
Ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi? Söyleyeyim.