Tarif etmemi ister misin ne yöne dönsen içinde bir yerlere batan o dikeni?
Hayat o kadar büyük bir lokmaydı ki, yutamadın. O lokmayı başkalarıyla paylaşmak, bölüşmek, küçük parçalara ayırmak istedin. Ve kimi davet ettiysen, çaldı gitti hepsini değil mi?
Adam
Hayatı yutmaya niyetlenmedim ben. Yalnızca, onda erimekten kurtulmayı diledim. Ben pamuklu, parfümlü cümleler düşlerdim, sen, şimdi olduğunca, dikenlerini kuşanıp gelmeyi severdin. Gündüzümü karanlığa boğardı kadife perdelerin, açardım, dayanamaz, uzanıp örterdin. İstedim, kaybettim, gittim.
Sular temizlenince ve “ama”sız telaşlara kapılınca kalbim yeniden denedim. Her giden götürdüyse de bir şeyler seninle olduğu kadar hiç eksilmedim.
Anatomi kelimesine bayılırım. Nedenini ise bilmiyorum. Belki kulağıma hoş geldiği içindir. Sıkça da kullanırım. ‘Bir bekleyişin anatomisi’, ‘Bir ayrılığın anatomisi’, ‘Bir yalnızlığın anatomisi’ adında yazılarım mevcut.
Şimdi de; ‘Bir ilişkinin anatomisi’ çerçevesinde kendimce bir şeyler karalamaya çalışacağım. Neden böyle bir yazı yazmaya niyetlendiğimi de son cümlede açıklayacağım.
Hadi gelin günümüzden yaklaşık otuz ya da otuz beş yıl
öncesine gidelim.
Küçük bir Anadolu şehrinde aynı dakikalarda iki bebek
dünyaya gözlerini açar.
İlk bebeğin bacak arasında boylamasına bir yarık mevcuttur. Doğum yapan ve henüz kendine gelememiş kadının kulağına eğilen ebe şöyle der: -Bir kız bebeğin oldu. Olsun; sağlıklı olsun, üzülme- Doğumu yapan kadının duyguları karmakarışıktır. Yaşadığı fiziksel sancıya, kendi kanından, canından dünyaya getirdiği bir varlığın sevincinin yanı sıra, neden hissettiğini anlayamadığı bir hüzün, bir mahcubiyet ve bir eksiklik hissi eşlik eder. Az sonra içeriye büyük bir heyecanla kadının kocası girer. Kızını kucağına aldığında onunda duyguları karmaşık bir hal alır. Heyecanı hızla azalır. Sevinçlidir ama istemsiz bir üzüntü çöreklenir kalbinde. Bilinçaltından öylesine azgın dalgalar dövmeye başlar ki sakin kıyılarını, bir anlam veremez. Doğan kız bebeğin sevincinin gölgesinde, koyu bir hüzün saklanmaktadır. Adı ise Ayşe olur.
İkinci bebeğin bacak arasında ise ince ve kısa bir et parçası mevcuttur. Doğum yapan kadının kulağına eğilen ebe şöyle der: -Hadi gözün aydın bir oğlun oldu. Evine bereket getirsin- Doğumu yapan kadının yaşadığı fiziksel acıyı, hissettiği yoğun sevinç azaltır. İçgüdüsel olarak duyduğu mutluluğa, neden hissettiğini anlayamadığı katmerli bir gurur ve zafer hissi eşlik eder. Herkesin göğsü kabarıktır ve ailede bir şenlik havası başlar. Adı ise Ali olur.
Günümüzde bile hala bilinçaltlarımızda on binlerce yıl
öncesinde yaşayan atalarımızın izlerini taşımaktayız. Bilinçaltımız
sandığımızdan çok daha derin ve geniştir. Kız bebek dünyaya getiren ailenin, kabul
etmek istemeseler de yaşadığı hüzün ile erkek bebek dünyaya getiren ailenin
yaşadığı gurur; bilinçaltlarında kodlanmış geçmiş gelenek ve yaşanmışlıkların
dışa vurumudur. Bir geleneğin, kültürün, köklü biçimde değişmesi(eğer değişim
için gerekli adımlar atılırsa) on yıllar hatta yüz yıllar sürmektedir. Her ne
kadar artık günümüzde şartlar değişmiş olsa da eski toplum yapımızda geniş
aileler olarak yaşamaktaydık. Dünyaya gelen bir erkek çocuk; aile için hem iş
gücü, hem de ataerkil düzen içerisinde soyun devamı için döl gücü olarak
görülmekteydi. Kız çocuklar ise başka bir ailenin soyunu devam ettirecek ve başka
bir ailenin iş gücüne katkı sağlayacaktı. Kısacası onu yetiştirmek için
harcanacak zaman ve kaynak, boşa harcanmış olacaktı.
İşte nesillerdir bilinçaltımıza kodlanan bu gelenek,
zaman içerisinde erkeğin kutsallaştırılmasına, kadının ise önemsizleştirilmesine
neden oldu.
Kadın soru sormamalıydı. Evden dışarı çıkmamalıydı. Okumamalıydı. İnsan içinde konuşmamalıydı. Başı aşağıda olmalı, gözü sağda solda olmamalıydı. İki bacak arasında olduğu düşünülen ‘namus’u için yaşamalıydı. Gezip görmemeliydi, doğurduğu çocuklara bakmalı, kocası istediğinde altına yatmalıydı. Ve ne yazık ki bırakın erkekleri, kadınların bile zihnine bu böyle kodlandı… Ve kısır döngünün çarkları, öyle cılız müdahalelerle durdurulamayacak biçimde dönmeye başladı.
Erkek ise mutlak güçtü. Her şeyi o bilir, o karar verirdi. Henüz daha küçükken amcalara gösterilen pipisi üzerinden egosu beslenmeye başlar ve alkışlanırdı. Hovardalığı kendi annesi ve kız kardeşi tarafından bile normalleştirilir, ‘namus’ kavramı erkeğin diyarlarında bulunmazdı.
Zaten fiziksel olarak erkek karşısında güçsüz olan kadın,
mental olarak da erkek karşısında kendini güçsüz, yetersiz ve çaresiz
hissetmeye başladı… Erkek ise kendini tek hâkim güç!
İnanın o kadar çok vurgulamak istediğim nokta var ki
yazmaya kalksam küçük bir kitap olabilir. O kadar uzun olursa da biliyorum ki birçoğunuz
yazının sonunu getiremeyeceksiniz. Çünkü zaman değerli değil mi? Okumaya zaman ayıramayacak
kadar değerli. Bunun içindir ki beş dakikalık bir video klip milyonlarca
izlenirken, beş dakikalık bir yazı en fazla onlarca kez okunuyor. Konudan
bağımsız sanmayın bu paragrafı, aksine yakinen ilgili. Neyse, buraya kadar
gelenler için devam edelim.
İşte o Ali ile Ayşe birbirini gördü, sevdi(ya da sevdiğini sandı) ve evlendi. Önceleri her şey güzeldi. Birbirlerinin gözlerine bakarak Ali Kınık’ın ‘Ali Ayşe’yi seviyor.’ Şarkısını söylüyorlardı. Ali, Ayşe’nin alnını öpüyor ve ‘kadınım’ diye sesleniyordu.
Çok zaman geçmeden her şey değişmeye başladı. Ali kendi
dünyasında kendi koyduğu kurallar çerçevesinde ve kendi istediği şekilde
yaşamaya başladı. Ayşe ise Ali’nin dünyasında, Ali’nin istediği şekilde. Ali’nin
ve Ayşe’nin bu aşamadaki durumlarını açmama gerek yok sanırım. Zaten benim
olduğu gibi sizin de çevrenizde Ali ve Ayşe’ler oldukça fazla.
Bir müddet de böyle devam etti. Ayşe yaşadıklarına daha fazla dayanamayıp başı önde eğik olması gerekirken, başkaldırdı Ali’ye… Ali’nin bilinçaltından çıkıp gelen karanlık güçler, ona gücün ve otoritenin kendisi olduğunu, değerli olanın kendisi olduğunu hatırlattı. Nasıl olurdu da bir kadın kendisine başkaldırabilir di? Ayşe’nin önce o kalkan başını ezdi Ali. Ayşe ayrılmak istedi Ali’den. Olamazdı. Kadın böyle bir karar veremezdi. Erkek isterse ayrılırdı ama kadın yapamazdı. Ayşe Ali’ye aitti. Ne olursa olsun itaat etmeliydi. Çünkü Ayşe’yi hem annesi hem de babası öyle yetiştirmişti. Ali ise otoritesini tesis etmeliydi, sahip olduğu bir varlık ona karşı gelmemeliydi. Çünkü Ali’yi hem annesi hem babası öyle yetiştirmişti. Nasıl yani? Ayşe Ali’den ayrılıp bedeni başka bir erkeğin bedenine mi değecekti?(Ali’nin onlarcasına değmişken). Ölümle tehdit etti Ali Ayşe’yi, çok sevdiğini söyledi(sevmenin ne olduğunu bilmeden) Ayşe ise kararını vermişti.
Ve dün, Ali Ayşe’yi bıçaklayarak öldürdü.
Ve bugün, Ali Ayşe’yi av tüfeğiyle vurarak öldürdü.
Ve yarın, Ali Ayşe’yi boğarak öldürecek.
Unutmayın! Bir şey bir kere oluyorsa şans, ikinci kez
oluyorsa tesadüf, üçüncü kez oluyorsa istikrardır.
İşte size ‘bir ilişkinin anatomisi’
Özetle;
Ya benimsin, ya kara toprağın!
Özkan SARI
Not: 2018 yılında 440 kadın, 2019 yılı ilk dört ayında
ise 139 kadın öldürüldü. Bu yazıyı yazma nedenim ise cinayetlerin her geçen gün
giderek artması. Ve ne yazık ki bu vakaların tüm sosyo-ekonomik çevrelerde
gözükmesi.