Ölü Tırnağa Bakarken

Önce rengi değişti,
ardından yavaş yavaş dokusu.
Her gün biraz daha kurtuldu tutunduğu deriden.
Az kalmıştı ayrılmaya, azıcık acır gibi oldu.
O da bitti son kertede.
Küçük ve hızlı bir çekiş,
sonra kopuş…

Bozulma ne zaman başladı bilmiyorum.
Bir tür enfeksiyon mu yoksa çokça yaşayıp unuttuğum o meşhur çarpmalardan biri yüzünden mi?
“Üfff amma da acıdı!” gibi şeyler söylendiğim ya da çarpmanın şiddetinden yalnızca bir kenara çömelip neredeyse ağlayacak olduğum zamanlardan bir hatıra olabilir pekâlâ.
Neticede, koptu gitti işte.
Birden değil, ağır ağır. Farkına varmadım bile.

Son günlerde dalıp gitmeye fırsat bulduğum her boşlukta aynı soru dönüp duruyor zihnimde.
“Tam olarak nerde başlamış olabilir?”
Hayır, tırnağın ölümü değil; içinde sürüklendiğimiz bu toplumsal afazi.[1]
Birbirimizi anlamaz hale gelmeye tam olarak nerde başladık?
Cebimizdeki  kelimeler ne zaman yabancı oldu?
Ne zaman bölüştük  kutsalları?
Din benim, bayrak senin, vatan onların ne zaman oldu?
Tırnak etten, söz değerden,  zikir fikirden ne zaman ayrı düştü?
“Burada” diyebileceğimiz bir yer var mı?
Ya da “gün/ay/yıl” diye yazabileceğimiz bir vakit?

Şehirler gece başka olur.
Binalar uyur, pencereler uyanır sanki.
“Ne çok pencere var!” derim bir uçağın içinden bakıyorsam.
Bir deniz kenarından ya da hakim bir tepenin yol kenarından…
Her pencereden başka manzara görünür.
Kimileri işlek, ışıklı caddelere, ferah ufuklara, çiçekli bahçelere; kimileri metruk sokaklara,  beton duvarlara, küfürlü kaldırımlara bakar.
Bin pencereden bin ülke görünür aslında.
Baktığı yere benzer o penceredekiler de. Baktığı sokak, cadde, ufuk dönüştürür insanı.
Önce evleri, sokakları, kaldırımları, şırıl şırıl caddeleri, vitrinleri kurar;
sonra karşısına geçip baka baka onlara benzer insan.
Yaptığı şeye dönüşür yani; güzelse güzel, çirkinse çirkin olur çıkar.

Ölü bir tırnağı çöpe atmadan önce hakkında uzun uzun düşünecek ruh haline nasıl eriştim bilmiyorum. “Bunun hakkında bir şey yazabilir miyim?” diye sesli bir cümle bile kurdum. Klavyenin karşısına geçmek için çok daha ‘canlı’ temalar bulabilirdim oysa. Nesneden düşünceye mi ilerledim, düşünceden nesneye mi vardım? Belki her ikisi de.

Tek bildiğim, başlangıcın silikliği.
Bozulmanın küçük,
dünyanın dönüşü gibi  hiçbir fenalık hissi uyandırmadan yavaşça
ve geri dönüşsüz şekilde ilerlediği.

Cevabı kestiremese de “Ne olacak?” diye soruyor insan. Tırnağını kaldırıp atan ayak parmağıma eğilip bakıyorum.  Tadilattan sorumlu kan hücrelerim çoktan işe başlamış. Yakında bana yeni ve sağlıklı bir tırnak yapacaklar. Bunu bildiğinden olsa gerek, parmağımın herhangi bir gerginliği yok. Geleceğinden kaygılı ve korku içinde olduğuna dair bir izlenim edinmedim. Aynı bilgeliğin ona hükmeden beynime de nasip olmasını çok isterim. İnsanlığın on binlerce yıllık yolculuğunda sayısız  çöküş ve diriliş hikayesi var. Önce küçük topluluklara, kabilelere ve sonra daha geniş sınırlara, binlerce kişilik şehirlere, oradan  kıtalara yayılan imparatorluklara yürüdük. Sonra dünya savaşları ile yine daha küçük sınırlara çekildik. Bu afazinin birlikte olma kabiliyetimizi gün geçtikçe azalttığı, bizi ayıran şeyleri bizi birleştiren şeylerden daha önemli yaptığı ortada. Bir zamanlar büyük ‘biz’ e inanmış bir topluluğun şimdilerde küçük ‘biz’lerde  nefes alıp verdiği, dilini anlayamadığı ‘öteki’ne rastlamamak için yolunu değiştirdiği de aşikar. “Öteki” kapımızın, bahçemizin, mümkünse mahallemizin dışında kalsın istiyoruz. Ancak homojenleşme sosyal medyada olduğu kadar kolay olmuyor. Dilediğimizi tek bir dokunuşla özel alanımızdan dışlayabildiğimiz sanal dünyanın tersine, gerçek hayat bize hayat görüşümüze denk arkadaşlık ya da komşuluk önerileri ile gelmiyor. Bu yüzden ‘öteki’ ile temsil bulan her davranış, imaj ya da söz öbeği kaldırımda karşılaştığımız ‘gerçek insan’a yüksek dozlu  “seni istemiyorum” imaları göndermemize neden oluyor.

Birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.

Konu sevdiğimiz renklerin,  tuttuğumuz takımların, ait olduğumuz ekonomik sınıfların haddini çoktan aştı. “Öteki” herkes için geleceğin önünü tıkayan bir tehdide dönüştü. Yalanla doğru, güzelle çirkin, siyahla beyaz, cennetle cehennem arasındaki değişmez zıtlık “biz” ve “onlar” arasına yerleşti. Taraflar kendilerini güvende hissetmek, ‘diğerleri’ni dışarıda bırakmak için özel güvenlikli kapalı sitelere, benzerlerini kucaklayacağı şehirlere, derneklere, sosyal medya gruplarına yöneldi. Tahammül sınırında kırmızı sirenler çalıyor.

Bir ülkeyi savunan askerler zorunlu durumlarda, hayati olanı korumak güdüsüyle geri çekilir. Bitkiler kuraklık zamanlarında büyümeyi bırakır ve dışarıdan aldıkları en küçük enerjiyi hayatta kalmak için kullanır. Yılanlar büyüdükçe eski derisinden soyunur, yeni dokular yaratır.  Organizmalar hastalıklı uzuvlarını tamir edemezlerse ondan kurtulur. Tırnak olmadan parmak, parmak olmadan ayak, ayak olmadan vücut yaşıyor. Ta ki, hayati olanlar tehlikeye girene dek…

Hayati olanlar ‘değerlerimiz’di.
Çözünüyorlar.
Erime ne zaman başladı bilmiyorum.
Artan yoksulluk mu, yoksa tek derdi çoktan seçmeli sınavlarda öğrenci koşturmak olan eğitim kurumları mı sorumlu?
Bilmediğini bilmenin erdem olduğunun unutulması, alime saygısızlık, bilgi süslü cehalet, bireyci anlayışın karizmasındaki artış ve toplumsaldan vazgeçiş, hedonizmin önlenemez yükselişi, metruk sokaklara ve küfürlü kaldırımlara bakan pencerelerin çoğalması gibi şeyler olabilir pekâlâ.
Neticede, çözünüyor işte.
Birden değil; ağır ağır ve gönül bile bile.


[1]  Afazi: Konuşamama, söz yitimi, insan beynini diğer canlılardan büyük oranda ayıran en önemli özelliklerden birisi olan “lisan” özelliğinin bozulması durumu. Toplumsal afazinin teşhisi ve tanımı geniş anlamda ilk defa yazar Alev Alatlı tarafından yapılmıştır. Toplumsal afazide sorun, iletişimde kullanılan kelimelerin anlamlarındaki muğlaklıktır. Kelimelere, kendilerini kullanan kişiler tarafından muhtelif bağlamlara göre farklı anlamlar yüklendiğinde, ortaya iletişimi engelleyen özel bir söz yitimi tipi çıkmaktadır. (Sinan Canan / Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler)

Derya CESUR
Eylül 2021

İnsanlık Hali

İnsan olmak zor.
Öyle mecazen filan değil; vücuden, ruhen.

Doğum oldukça karmaşık bir dizi mucizevi oluşumdan meydana gelse de, doğan için, ciğere giren oksijenin yarattığı yaygaralı bir ağlayıştan başka bir şey değil.  Mesele ondan sonra başlıyor.
İnsan, muhtaçlığı en uzun süren canlı.  Herhangi bir dört ayaklının dakikalar içinde ayakları üzerinde durabilme yeteneğine karşılık, doğrulup nihai pozisyonunu alması için ortalama 1yıla ihtiyacı var. Annesinden emdiği sütü burnundan gelmeden  sindirebilmesi için bile aylar geçiyor. Kendi başına beslenebilmesi için 5, kendini temizleyebilmesi için 6, kendi başına yemeğini hazırlayabilmesi için 12, ebeveynlerinden bağımsız bir hayat sürebilmesi için 20 yıl  – ki bu rakamlar iyimser bir ihtimal dahilinde yazılmıştır- beklemesi gerekiyor.

Fiziksel dayanıklılığımızın durumu da ortada. Donandığımız kıyafetler, silahlar, korunaklı çatılar ve geliştirdiğimiz teknoloji olmaksızın oldukça savunmasız durumdayız. Binlerce yıllık tarihimizin belki yalnızca son birkaç yüzyılında doğaya karşı elimizi güçlendirebildik. Ondan öncesi, onun kurallarına ve tanıdığı olanaklara biat etmekle, kaynaklarını keşfetmekle ve bu hiyerarşiyi tersine çevirmenin yollarını aramakla geçti. Sonrası, on bin yılların toptan intikamını alır gibi bir sömürü… Ve kurbandan efendiliğe evrildiğimize neredeyse inanıyorduk ki, görünmez bir organizma gelip parlak tahtlarımızı tepetaklak ediverdi. Yani, elde var hüsran.

Rekabet…
Sürekli öğrenmek ve gelişmek zorundayız. Bu durum doğadaki diğer tüm canlılar için geçerli olsa da, bizim öğrenme mecburiyetlerimiz hayatta kalıp soyumuzu devam ettirmekten çok daha karmaşık  duygusal dinamiklere dayanıyor. Türümüzün gerisinde kalmamak, yırtıcılara yem olan yavru antilobun kaderini yaşamamak için koşup kaçmaktan fazlasına ihtiyacımız var. Durmadan yenilenen dünyanın içinde iki kol ve iki bacağımızla otururken fark yaratamadığımızı anladığımızdan yüksek hızla güncellenmek zorunda hissediyoruz. Tüm bunlar “çocuk insan” için anlamlı olmasa da anne, baba ve öğretmen insanlar gereğini yapmakta gecikmiyorlar. Okullar, özel dersler, kurslar, ödevler içinde geçen 12-16 yıldan söz ediyorum.  Bu süre, bir aslanın krallıktan emekliye ayrıldığı süre ile neredeyse eştir. Üç yaşından sonra olgunlaşıp başka sürülerdeki hemcins akranlarıyla mücadele verdikten sonra çalılar arasında oturup avının ayağına gelmesini bekleyen, hiçbir özel çaba harcamadan sahip olduğu kamuflaj ve güç üstünlüğünün avantajıyla karnını doyurup keyfine bakan bu yakışıklı hayvandan daha mı şanslıyız şimdi? Hadi hakkını yemeyelim, doğal dengeleri yok sayıp yaşam alanlarına müdahale ettiğimizden beri onun da işi zor.

İkilem…
İnsanın çok boyutlu açmazı…
Hayvanların ahlaki ikilemi yok. Onların kodlanmış sezgisel hareketleri var. Beslenirken, çiftleşirken, alan belirlerken ve bu dizgiyi tekrarlayıp dururken yargılanma korkusu yaşamıyorlar. Vicdanlarından onay almadan, doğru-yanlış seçimleri yapmadan ömürlerini tamamlıyorlar. İrade ile yaratılan bizler ise dolaylı ya da doğrudan edindiğimiz her bilgiyi iki ayrı formda işliyoruz;  mantık ve diğer şeyler. Duygular, dürtüsel, anlık arzular… Kabul edilebilir olmakla hazza ulaşmak arasındaki daimi savaş alanı… Doğamızın bastırdığı anlık dürtülerle dış dünya tarafından hatları çizilmiş “makul insan” davranışları arasında bitmeyen bir gelgite mahkumiyet… İd ve süper egonun sonsuz sezonluk mücadelesi…  

Dış dünyanın uzman sesleri sağlıklı yiyeceklere davet ediyor ama biz tatlılara, hamburgerlere, kızarmış yiyeceklere iç geçiriyoruz.  Güzel ya da yakışıklı bir sevgiliyi hayal ederken düzenli geliri olan makul adama ya da kadına ikna olmaya çalışıyoruz. Gezgin olup dünyayı göresimiz varsa da, tıp okuyup doktor çıkmanın herkesi mutlu edeceğini düşünüyoruz. Sıkıcı toplantılarda egosu Everest ile yarışan patronları dinlerken masaya yumruğumuzu vurup “ Bıktım senin bu zırvalarından, al da işini başına çal!” demeye heveslenip sahte bir tebessümle “Tabi efendim” gibi şeyler mırıldanıyoruz. Yani biz –zavallı insanlar- aslında olduğumuz kişi ile olmamız gereken kişi arasında epey hırpalanıyoruz. Seçme özgürlüğü bize pahalıya patlıyor.

Bağlı hayatlar…
Güzel hediyelerle donatıldığımızı inkar edecek değilim. Seçmesek de, içine doğduğumuz çatıda gözlerimizin içine gülücüklerle bakan türdeşlerimizle başlıyoruz hayata.  İnmediğimiz kucaklar, tatlı ninniler, pamuk pamuk yastıklar, yorganlar… Konforumuza diyecek yok.  (Bakın ne de çiçekli konuşuyorum; yoksulluğun, öksüzlüğün, evsizliğin,  şiddettin, istismarın, şefkatsizliğin önünden bile geçmiyorum. Mevzu ev kedisi ile titreyen sokak kedisi mevzusu değil çünkü. Mevzu, bizim sebebi olmadığımız bir insanlık hali.) Böyle başka canlılar yok mu? Var elbet. Yastık yorgan durumu değişkenlik gösterse de filler var, primatlar var, bazı kuş türleri var. Benim gözdem penguenler. Çocuk bakımında gösterdikleri eşitlikçi tutum nedeniyle  onları ilk sıraya koyuyorum.

E yani?
Birbirine bağlı hayatların kuşkusuz güven veren, huzurlu, keyif dolu bir yanı var. Ancak sevgi ve umut gibi güçlü duygularla bağlanmanın türümüzü çok acıtan, girdaplı halleri de var.  Birini ne kadar çok seversek kaybının getirdiği kederi o kadar çok duyumsuyoruz. Bir sınava ne kadar çok çalışırsak, kazanamadığımızda o kadar şiddetli üzülüyoruz. Bir işi ne kadar istersek, tercih edilmediğimizde o kadar büyük bir hayal kırıklığına gömülüyoruz. Bizi neşeye ya da kedere boğan çoğu şey birbirimizle ilişkimizden doğuyor. O kadar birbirine geçmiş hayatlarımız var ki, acı duymamak, üzülmemek, umutsuzluğa düşmemek mümkün değil. Kontrol edilemez şekilde birbirimizi etkiliyoruz. Bu etki iyi ise iyi; kötü ise… biliyorsunuz işte!

Aş, eş, iş, geçim, onaylanma ihtiyacı yollarında geçen yılların sonunda bizi bir ödül bekler mi peki?
Elbette !
Yeni bir kariyerimiz olur. Boncuk gözleriyle baktığı, yumoş elleriyle dokunduğu ve dişsiz damağıyla ısırdığı her şeyi anlamaya çalışan bebek insan için  Dünya Oryantasyonu Danışmalığı…
Sonra her şey başka bir gövde ve ruhta tekrar eder.

“Eskiden” diye başlayan beylik cümleler kurmak istemiyorum. Her çağın kendine has kolaylık ve zorlukları vardır muhakkak. Ancak emin olduğum tek bir şey varsa, giderek daha kalabalık bir hayata dahil olduğumuzdur. İletişim olanaklarının artmasıyla haber aldığımız sekizinci göbekten akrabalarımız, ana okulu arkadaşlarımız, hiç haz etmesek de aynı iş yerinde çalışıyoruz diye sosyal hesaplarımıza dahil ettiklerimiz ve ve ve….. Bağlı hayatlarımızın getirdiği türlü bağımlılıklar…
Sonra,
ortalama ömrümüzün henüz üçte biri geride kalmışken herkesten ve her şeyden kaçıp kimsesiz,
sessiz bir yerlere sığınma arzusu…  


Vakitsiz gidişlere,  gerçekleşmeyen düşlere yanarken,
konuşmaktan hiç bıkmayan bir şeytana karşı sağır taklidi yaparken,
birbirinin kanına ve ruhuna musallat olan türdeşlerimi izlerken, bu yamyamlığı anlamaya çalışırken,
varlıkla yokluğun, erdemle ahlaksızlığın, hastalıkla sağlığın, cahillikle bilgeliğin ara sokaklarında gezinirken,
dikenli çitlerden atlayıp yaralar aldığımda  inancın soyut ama güçlü yasalarına  dayanırken,
bir gün aniden karanlığa ve sessizliğe gömüleceğimi düşünürken,
umut ederken, medet umarken, insaf dilerken, düşünüp düşünüp dipsiz kuyulara dalış yaparken, düşüp dizlerimi kanatırken, adaletsizlikten, hızdan, sözden, hedeflerden yorulan kalbimi boşaltmak için desibeli yüksek isyanlar savururken, bilirken, görürken, isterken, istemezken, olduramazken, hayal edip yapamazken…
İşte o zaman,
savanasındaki gölgede uzanıp yelesini savuran o aslana özeniyorum; krallığına değil, sakin ve serin aklına. Tüm iradesini hayatta kalmaya ve neslini sürdürmeye odaklamış olmasına.   Basit ve anlaşılır dünyasına…

İnanç…
Nefsle yükselen kötüyü ve vicdanla ışıldayan iyiyi nasıl konumlandıracağımızı belirleyen en güçlü sistem…
Ahlaki ikilem anlarının zor seçimini yaparken bizi erdemli eyleme zorlayan objektif dayanak…
İçimizdeki ilkele baskı kurarken, gelişmeye hevesli parçamıza huzur veren…
Bu hedonistik yüzyılda, yerküre üzerindeki her türlü inanç sisteminin çeperi daralmış, esvabı yıpratılmış, akçesinden özüne yer bırakılmamış olsa da, dinler, belirledikleri temel ilkelerle içimizdeki bize özgün cennet özlemini ya da cehennem kaygısını  canlı tutarak bizi temiz kalmaya, zararlı olan fikir ya da eylemden uzak durmaya ve  bu yanıyla ‘insan’lığı giyilmesi zor bir kostüm yapmaya devam ediyor.
Kuşkusuz Tanrı’nın güzel hediyeleri de var insana. Bülbül öten gül bahçeleri var, biliyorum.
O bahçelere gidenler, gidemese de yakından görenler, göremese de uzaktan duyanlar, duyamasa da hikayelerini  dinleyenler ve elbette o bahçelerden bihaber ölenler var.
Hiç gidemeseydim, duyamasaydım ya da hayal edemeseydim devam da edemezdim. Evrende bunu gözeten bir denge var. O dengeyi görmek, varlığını hissetmek kararlı ve gayretli bir iradenin işi. Bunca dünya yükünün altında ezilirken anlayamayız bazen.

Hasılı kelam, insan olmak zor.
Öyle mecazen filan değil; vücuden, ruhen.