Üçüncü dünya harbi bu. Gövdeler ayakta, ruhlar aman dileniyor süngüler ucunda.
Cennete heves edip cinnete konuyor us. Ölümden önce lakin ‘yaşamak’tan öte, sahtelikten peydah bir bataklığın önünde, hayatın kurumlu dibinde sallıyor beyaz bayrağı kara kirler içinde.
Nagalip bir yarış bu; varılmaz yol, çıkmaz sokak. Kurmaca, kalpazan, ard arda çalıp duran ölümsüz bir nakarat. Yalanın dili munis, dansı kıvrak ve cephe cephe düşüyor hakikat .
Köylü ufaktan başlamış fındığa. Havalar göz açtırmıyor ki toplasın ağacın yükünü ! Arada derede kafalarını kaldırıp bakıyorlar yoldaki yabancıya. Sağa sola “Kolay gelsin.” diye diye yürüyor. ”Kimin nesi acaba?”
Buralarda kimse yürümek için yürümüyor. Birbirlerine ya da evden bahçeye gidiş
gelişler dışında benim gibi kafasını döndüre döndüre gezene zor rastlanır.
İşsiz güçsüz şehirli kadınlar işte !
Hasbelkader düşünce bir köye yolları, ayaklarına sporları çekip, ellerinde kameralarıyla kendilerini detoks etkili keşiflere savururlar. Gördükleri her çiçeğin yakın plan fotoğrafını çekip, altlarına doğa temalı hashtagleri sıralayarak sosyal medya şovları yapmayı pek severler.
Uzaktan izlemeye,
koklamaya bayılır, “Gel biraz da sen
topla” deseler, “Ayağıma yüzüme bir
şeyler dolanır şimdi.” deyip savuşturmayı ustalıkla becerirler. Hadi
genelleme yapmayayım, ben biraz öyleyim.
Turist gibi ilerliyordum ki, telefonun yanımda olduğunu
hatırladım. Çalma listemin en öncelikli piano albümlerinden birine dokunup
inişe geçtim,
ve başladı şiir.
İlk defa bu kadar iştahlıyım hakikate.
İlk defa bu kadar farkındayım neye baktığımın.
Sağlı sollu bahçelerin ortasından,
yağmurla karılmış toprağı az önce desenlemiş tekerlek
izlerinin üzerinden,
sisli tepelerin karşısından ve fazla samimi olmaktan
çekindiğim uysal damlaların altından yürürken anlıyorum ki, tüm duyularımla, var
olan tek gerçeğe dokunmaktayım.
Kokuyor Ağustos
taze yaprak, ıslak toprak,
biraz tezek, biraz
çiçek…
Değiyor bulutlar çıplak kollarıma çise çise.
Gelip geçiyorum tentesinin altında çay molası vermiş
kadınların, çocukların, erkeklerin yanı başından.
Temkinli bir samimiyetle “Sağol “diyorlar “Kolay gelsin !” lerime. Bir ev seçiyorum
rampanın başından, “Oraya varınca dönerim”
diyorum.
Artık çıkış zamanı…
Önce tırmanıp yavaşça, sonra düze değiyorum.
Cürmünden büyük sesler çıkaran bir lombardin yaklaşıyor, bir
el uzanıyor kol hizama. Düşünmeden uzattığım benimkine al yanaklı bir elma
konuyor. El kimin bilmiyorum; lakin aldığım en manidar hediye.
Yaklaşıyorum haneye.
Yol ayrımına gelince şemsiyeyi tepemden indirip yüzümü göğe
çeviriyorum.
Kollarımı iki yana
açıp, kalem ucundan hallice yağan yağmurun yaprakta, toprakta ve gözlük
camımdaki şıp, pıt ve çıtlarını
dinliyorum.