
Her şey normaldi.
Ya da değildi, bize öyle geldi.
Öğleyi biraz geçmişti vakit. Bitmeyen işlere 1 saatlik oksijen arası verilmişti. Hiç acele edilmeden, bir öncelik güdülmeden, tüm zamanları cebe indirmiş gibi çıkıldı evden. İki aydır şantiye alanına dönmüş, çamur peyzajlı bahçe aşılıp park halindeki aracın yanına gidildi, hep olageldiği hızla kapılar açılıp içine girildi, tek kurtuluş denize doğru alışıldık manevralarla yola çıkıldı.
Güvercinli bir kumsalda kış güneşine yüz çevirip yerleşildi sonra. İki çay, iki simit, bir de sıcak çikolata konduğunda masaya, bolca gökyüzü ve 8 santigrat derece vardı havada. Dizlere şallar, başlara bereler, boyunlara atkılar eklendi. Aylardan Ocak, günlerden çarşamba demeden oturuldu bir müddet. “Şöyle soğuk işlemeyen birer sokak battaniyesi mi alsak?” dedi kadın. “Eve geçince bakalım,” dedi adam.
Başkaca insanlar vardı; gövdelerini taşıyacak başkaca bir yer bulamayınca soğuk falan demeden su kenarında salınmaya gelen. Oturuyor, yürüyor, ayakta durup etrafa bakınıyorlardı. Merkezi hopalörden “ düğün dernek demeyin, evlerde bir araya gelmeyin, meydanları gereksiz yere işgal edip eve virüsle dönmeyin” anonsları yapılıyordu.
Tüm bunlar olur, köpekler koşturur, havalı karton bardaklarda gezinen köpüklü kahveler soğurken “Şu kuşlar ne güzel hayvanlar,” diyordu kadın. “ Maviye ne de güzel yakışıyorlar.” Sonra derken, derken, azıcık durup birazcık üşürken, ıslak kumlara diz çöküp hükümdarlık kalesini inşa etmeye çalışan çocuk dünyanın derdini zerre kadar umursamazken buluta takıldı Güneş. İşte o zaman, daralıp da kaçılan ev azıcık özlenir gibi oldu. İstemeye istemeye hareketlendi ortalık. Sandalyeler toplandı, portatif masa katlandı. Çocuk ellerdeki incecik kumlar üstünkörü silkelendi ve namı-diğer yarım porsiyon o beklenen anı müjdeledi; “çişim geldi!”
“Eve gidiyoruz, tut biraz, “ dedi kadın, “Tutamam, vallahi de tutamam” güzelliği ile sohbet devam etti. Söylene söylene, çekiştire çekiştire, “Ben sana dışarı çıkmadan önce git demedim mi?” tekrarları ile ezberini pekiştirdi kadın. Beş dakika sonra aksiyon sahneleri sona erdi, nihayet arabaya dolup direksiyona geçildi.
Yolda yine aynı şarkı çalındı. Yarım porsiyon “Telefon !” dedi neredeyse buyurarak. Tam porsiyon olmanın özgüveniyle kadın “hayır” dedi; falan, filan ve feşmakan araya girdi.
Az önce ayrıldığı yerin az ötesine park edildi araç. Bahçe kapısından içeri girerken iki adamın başlarını yukarı kaldırıp bakındıkları görüldü. Sonra, zaten darmadağınık olan inşaat alanında yeni bir yıkıntı fark edildi. Bir saat önce arabanın ayrıldığı boşluğun tam ortasında. Korkuluk parçalanmış, yakınındaki araç hasar görmüştü.
“İskele düştü,” dedi adamlardan biri. “Ne zaman?” diye soruldu, “Siz çıktıktan üç beş dakika sonra ,” denildi. İskele dediğin, üç yüz kiloluk boylu poslu çelik kütle.
-Birine bir şey oldu mu peki?
-Olmadı çok şükür. Balkon camları kırıldı sadece. İşçiler halatta asılı kaldı, iyiler.
Öyle bir müddet bakakalındı haliyle. İlk defa üçün beşin hesabı yapıldı. Canı koruyup malı da gözeten, kucağında kıvrılıp huzur bulunan tek güce minnet duyuldu. Şükür taşı konduğu yerden alındı, sıkı sıkı tutuldu.
Öğleyi biraz geçmişti vakit. Bitmeyen işlere 1 saatlik oksijen arası verilmişti. Hiç acele edilmeden, bir öncelik güdülmeden, tüm zamanları cebe indirmiş gibi çıkıldı evden.
Her şey normaldi.
Ya da değildi, bize öyle geldi.
Derya CESUR