Saatimin alarmını sana kurmuşum bilmeden. Beklemiş durmuşum da içine pil koymadan o hiç çalmamış, ben ise hiç uyanamamışım. Rüyalar görmüş, hayra yormuşum durmadan.
#özkansarı
Vakti gelmemiş uyanmanın, rüyalardan düşüp de gerçeğe karılmanın. Saatler hep sevdada dursun, hayali de yeter yare uzanmanın.
Sokaklar ıslak, yağmur kasabayı dövmeye devam ediyor. Sokak lambalarının ışığında balık tutmaya çalışan umuda olta atmış balıkçılardan başka kimse yok. On sekizlik peynir tenekesinin içine ateş yakmışlar, ısınmaya çalışıyorlar. Biri dalmış elindeki çakı ile oynuyor, biri radyosu ıslanmasın diye naylon torbanın içine sarmış, biri yemleri değiştiriyor. Selam verip ellerimi uzatıyorum ateşe doğru, dönüp bakıyorlar sadece, konuşmuyorlar. Gece hep efkârlı şarkılar çalar radyolar. Gece, küflenmeye başlamış, efkârlı insanlar uyumaz, uyuyamaz çünkü. Ferdi Özbeğen’in sesi yağmura karışıyor… Bu deniz kenarında sabaha kadar balık bekleyecekler ve günün ilk ışıklarıyla elleri boş toparlanmaya başlayacaklar, onlar da biliyor. Üşüyecekler, ıslanacaklar, radyonun pili bitecek, tenekenin içinde yanan ateş sönecek. Evleri sıcacık oysa, yatak yumuşacık. Uyku tutmadıktan, ağız tadı olmadıktan sonra kuş tüyü döşek olsa kaç para? Oltalar çantalar ellerinde dönerken “hadi” diyecekler, “birer çorba içelim.” Camları buğulu sobası yanan bir çorbacıdan içeri girecekler, biri sirkesi sarımsağı bol işkembe isteyecek, biri kelle paça, biri mercimek. Ceplerinde kalmış buruşuk paralarla ödeyecekler hesabı. Eyvallah der gibi ellerini kaldıracaklar çıkarken. Sıradan ve normal insanlar işlerinde gitmek için uyanırken, trafiğe çıkarken, “bu saatte kalkılır mı, karanlık…” diye söverken onlar ışık girmesin diye odalarının kalın perdelerini çekecekler. Uyumak için yatacaklar elbette ama uyumak ne mümkün! Apartmanların kapıları açılacak defalarca. Asansörün sesi karanlık, perdeleri çekilmiş odaya girecek vınlayarak. Merdivenlerden koşar adımlar inecek. Arabaların motorları çalışacak, servis minibüsleri gelecek, çocukları götürecek. Temizlik yapmaya başlayacak kadınlar, elektrik süpürgeleri kulakları dürtecek. Televizyonların sesi açılacak sonuna kadar. Bir kadın şarkı söyleyecek bulaşık yıkarken, bir genç kız bakkala seslenecek… Çamaşır ipine bağlanmış bir sepet inecek aşağıya, çamaşır ipine bağlanmış bir sepet çıkacak yukarıya. Eski günleri düşlerken, eski arkadaşlar gelirken akıllarına, pişmanlıklar, ahlar da giriyorken işin içine içleri geçecek biraz, fakat uyumak ne mümkün! Uyku ile uyanıklık arasında geçen bir hayat, hayalle gerçeğin arasına sıkışmış demektir. Hangisi hayal? Hangisi gerçek? Bazen ne zor sorular olur. O yüzden anlatmaya başlamadan önce gözlerini bir noktaya sabitler, azıcık da susar balıkçılar. Balığın kılçığını ayırır gibi, hayali, gerçekten ayırmaya çalışırlar. Mümkün olduğu kadar tabi!
Evlerde, apartman dairelerinde, perdeleri çekilmiş karanlık odalarda onlardan başka kimse olmaz mı? Kimi olur, kimi olmaz. Hayale bağlı, gerçeğe bağlı… Bu kadar yatmak yeter diye düşünüp tekrar çekerler üzerlerine pul pul pantolonları, boğazlı kazakları… Aylardan aralık ya, yine yağmur yağıyordur kasabaya, yine eski tanıdık, bildik bir koku sinmiştir sokaklara. Balıkçıya gidilir, yemlik istavrit, sardalye alınır. Manav daha görünce limon kasalarının yerini işaret eder, kasalar tekmelerle kırılır. Normal ve sıradan insanlar işten dönüyordur, bir taraftan da sövüyorlardır “karanlıkta işten mi dönülür” diye. Mahallelerin dar sokaklarını binek otomobiller dolduruyordur sağlı sollu. Servis minibüsleri çocukları indiriyordur çığlık çığlık. Yemekler pişmiştir, elleri yıkamak lazımdır sofraya oturmadan önce. Normal ve sıradan insanlar tam da olması gerektiği gibi (!) pijamalarını giyip, zorlu bir günü atlatmanın memnuniyetini yaşar ve televizyonu en iyi gören koltuğu kaparken… Radyonun pilinin bittiği akla gelir. Cepten çıkarılmış buruşuk paralar pile dönüştürülür. Tüm yüzler bilindiği, tüm sözler dinlendiği için ne kimse ile konuşulur ne de yüzlere bakılır. Sokak lambaları, teneke, kediler ve hayaletler bırakılan yerdedir. Yemler hazırlanır, oltalar atılır, radyo ıslanmasın diye naylon torbanın içerisindedir. Gece hep efkârlı şarkılar çalar radyolar. Gece, küflenmeye başlamış, efkârlı insanlar uyumaz, uyuyamaz çünkü. Kırmızı yağmurluklu, merakla bakan kıranta bir adam gelir, selam verip tenekede yanan ateşe uzatır ellerini. Ferdi Özbeğen’in sesi yağmura karışıyordur…
Yapay kuluçkalarda
olgunlaşmasını beklediğim yumurtalar gibi değil de ardı ardına sıraya girmiş
tırtılların seremonisi gibi bir bir kanat çırpışlarının sesleri duyuluyor
kelimelerimin. Sen siyahsın, beyazsın deyip yargılamadan hiçbirini…
Sana
yazarken çocuk hissediyorum kendimi.
Smokin
giydirip, öyle okunduğunda kimsenin anlamadığı cümleler kurmuyorum mesela,
aksine üstü başı kirli, gülüşü sihirli, kendisi sabi kelimelerimi
tutuşturuyorum el ele…
Sana
yazarken sonbahar hissediyorum kendimi.
Öyle vakur,
güneşiyle ısıtan, beyazıyla göz kamaştıran, yeşiliyle neşe katan mevsimler gibi
değil de bir yanı yaprak döken, bir yanı sararıp solan, bir yanı hüzne boğan,
bir yanı yağan, bir yanı esen, bir yanı özleyen… Bak; işte ben! Diyebildiğim
sonbahar gibi…
Sana
yazarken çıplak hissediyorum kendimi.
Öyle esvaba
bürünmeden, yalancı kokular sürünmeden, derinleşmiş çizgilerimi gizlemeden,
saçlarımı taramadan; anadan üryan. Dokunur da ayva tüylerin tenime, değer
göbeğin göbeğime, bedenimin titremesini, kanımın kaynamasını duy diye…
Ne
göründüğüm gibi olabiliyor, ne de olduğum gibi görünebiliyorum bu hayatta… Işık
vuran yüzeylerim aydınlık oluyor da diğer yanım hep karanlıkta kalıyor.
Karanlıkta bir çocuk dolaşıyor, geçerim de aydınlık tarafa; büyürüm diye
korkuyor. Sana yazarken göründüğümü değil, olduğumu emanet ediyorum sayfalarda…
Aydınlığımı görüyorsun da gel dolaş diye karanlığımda!
Merak etme
okumuyor kimse, önceleri sayfa sayfa saklardım da şimdilerde buruşturup
atıyorum çöpe…
Sana yazmak,
bana yazmak gibi…
Çok
uzaktaymışsın da ama bir o kadar yakın gibi…
Sanki hep
varmışsın da aslında hiç yokmuşsun gibi…
Zebercet
simalı bir resepsiyon görevlisinin olduğu, karanlık bir Ekim akşamının,
karanlık dar sokaklarında bir otel odasından yazıyorum sana bu satırları.
Birazdan da buruşturup atacağım çöpe… Merak etme okumuyor kimse, bilmiyor da
sana yazdığımı.
Sana
yazarken hissetmiyorum kendimi.
Bedenim burada
da ruhum sanki astral bir yolculukta,
Ben hep
yazıyormuşum da sen hep okuyormuşsun gibi…
Sanki hep
varmışsın da aslında hiç yokmuşsun gibi!
Sabahın
olmasını sabırsızlıkla bekledi. Alarmın vakti gelip çalmasına izin vermeden
tilki uykusundan uyandı genç adam.
Zaman
kaybetmeden yatağını toplayıp lavaboya yöneldi. Yüzüne çarptığı soğuk suyun süzülüşünü
ve kendini izledi aynada… Gergin bekleyişin sessizliğini kendi sesi bozdu:
“Kimsin sen be adam?”
Son
zamanlarda hiç birine cevap bulamadığı soruların işkenceleriyle geçmekteydi günleri.
Kim olduğunu bilmediğini düşünüyordu. Geçmişini ve bugününü bir bütünlük
içerisinde kavrayamıyor, anıları birbirinden kopuk canlanıyordu zihninde… Bir
kaza geçirmişte tüm hafızasını yitirmiş gibi!
Çok fazla
insan da tanımıyordu. Ev sahibesi Ferhunde Hanım, devamlı uğradığı kahve dükkânının
sahibesi Sibel Hanım ve ara ara mahallesinde denk gelip karşılaştığı birkaç kişi.
Peki ya gerisi? Bir de hiç görmediği, tanımadığı ama varlığını hissettiği, sanki
kanında, teninde, terinde dolaşıyormuşçasına biri daha vardı; bir insan, belki
bir varlık, belki bir his, tanımsız ama var olduğuna emin olduğu…
Yatak odasına geçip dolabını açtı. Renk renk takım elbiseleri, desen desen kravatları asılıydı. Neyi görse, nereye baksa uyuyan sorulardan biri uyanıveriyordu zihninde. “Bu kadar takım elbiseyi ne zaman, nereden aldım?” diye düşündürüyordu o uyanan sorulardan biri… Ve daha nicesi! İçlerinden birini seçip giyindi genç adam. Çekmecesinden de elbisesiyle uyumlu bir saat seçip taktı. Çıkış kapısı kenarında duran şemsiyeliğinden siyah renkli şemsiyesini alıp dışarı çıktı.
Konuşmalıydı…
Anlatmalıydı tüm olan biteni, yardım istemeliydi, istemekle kalmamalı yardım
dilenmeliydi. Gidecek yeri de, dertleşecek kimsesi de yoktu Sibel Hanımdan
başka!
Her geçen an
adımları hızlanıyor, etrafa karşı olan algısı köreliyordu. Altında yürüdüğü
kavak ağaçlarının sonbahar senfonisini fısıldadıkları hışırtılarından başka ses
yoktu etrafta, varsa da genç adam duyamıyordu, başka bir hareket varsa da
göremiyordu. Sağır bir sessizliğin içinde, kulak yırtarcasına bağıran sorular
dengesini bozuyordu… Bir de O’nu hissediyordu. Hüzün ve heyecan aynı anda hücum
ediyordu gönlüne, bir şey vardı, ya da biri, zulmünü de şefkatini de hâkim
kılıyordu genç adamın üzerine.
Karmaşık
duygularına korku da eklenmişti Sibel Hanım’ın kahve dükkânına vardığında. Her
zaman oturduğu masaya geçip beklemeye başladı. Çok zaman geçmeden Sibel Hanım
göründü mutfak kapısında, tebessümle yanaştı genç adamın yanına:
“Hoş geldin Tarık!”
“Hoş buldum abla fakat hiç hoş değilim. Yalvarırım yardım et bana!”
“Seni ilk kez böyle görüyorum. Neyin var?”
“Dinle öyleyse abla. Seninle çok uzun zamandır tanışıyoruz. Belki de şu gördüğün tüm masalarda farklı zamanlarda oturduk… İnsana, kitaplara, yazarlara, çizerlere, sanata, felsefeye, hayata, aşka dair uzun sohbetler ettik. Bazen birbirimize hak verdik, bazen de fikirlerimiz ters düştü, sonuçta hiç kırmadık birbirimizi. Mutluydum abla… Kim olduğumu biliyordum… Ne olduğumu biliyordum.
Sonra bir şeyler oldu. Geçmişimi hatırlamaz oldum. Nerede doğdum, nerede büyüdüm, annem kim, babam kim, nerede eğitim aldım, nerelerde yaşadım, kimlerle tanıştım, neler yedim, nereleri gördüm, hangi kitapları, hangi şiirleri okudum, hangi müzikleri dinledim? Liste uzayıp gidiyor… Sonunu ise göremiyorum. Kimim ben abla, neyim ben?
Biri var abla; bir insan, belki bir his, belki bir hastalık, belki bir… Belki bir… Bilemiyorum abla, ama hissediyorum. Ben bir kuklayım da o da oynatıcım, ben bir kuluyum da o da yaratıcım. Yaram da o merhemim de, derdim de o dermanım da. Ben onun içinde, o benim içimde sanki… İradem elinde… Hükmüm dilinde sanki!
Sona yaklaşmış, ateşi sönmek üzere olan bir mum gibiyim abla. Ben kimim, O kim?”
Sibel Hanım’ın
az önce tebessüm içerisinde olan yüzünde bir tedirginlik belirdi. Bir şeyler
anlamışçasına gözlerine kararlı bir bakış gelip yerleşti. Genç adam ise
anlatmaya devam etti:
“Dikkatini muhakkak çekmiştir abla, eskiden kelimelerim bir yılkı atı sürüsü gibi özgürce akar giderdi, cümlelerim ünlü ressamların tablolarıyla yarışırdı. Şimdi konuşmakta ve kendimi ifade etmekte bile zorlanıyorum. Yürüdükçe, yol aldıkça sanki arkamda kalan her şey siliniyor; ağaçlar, evler, bulutlar, yollar… Geriye bakmaya korkuyorum. Geriye dönüp karşımda koca bir boşluk bulmaktan korkuyorum. Yalvarırım yardım et!”
Sibel Hanım
tüm olan bitenin farkına vardı. İstemsizce gözleri buğulandı, dudaklarına ince
bir titreme dadandı. Kahve getirmek için genç adamdan müsaade isteyim mutfağa
yöneldi. Henüz mutfak kapısına ulaşamamıştı ki iki eliyle ağzını sıkıca
kapattı. Engel olamadığı ağlama hissine direniyordu, genç adam duysun
istemiyordu. Mutfağa girer girmez bıraktı ağzını kapatan ellerini. Ve bıraktı yere
ayakta tutmakta zorlandığı bedenini.
Kahve yapma
süresinin çok ötesinde geçiverdi zaman. Genç adamın gözleri sık sık mutfak
kapısını gözlüyordu. Az sonra açıldı o kapı, tebessüm eden yüzüyle ve ellerinde
tuttuğu iki fincanla geri döndü Sibel Hanım.
“Al bakalım Tarık kahveni, en sevdiğinden; şekersiz, az sütlü”
“Teşekkürler… Eee abla! Ne diyorsun bu duruma?”
“Hepimiz geçiyoruz böyle zamanlardan. Dönemsel bir depresyon seninkisi, merak etme yakında bir şeyin kalmaz.”
Sibel Hanım
fincanı ağzına götürdüğü anların dışında ellerini masanın altına saklıyordu. İçinde
bulunduğu durumun stresi, tedirginliği ve hüznü içinde parmakları birbirinden
bağımsız çok hızlı hareket ediyordu. Çok
fazla konuşup genç adamın şüphelenmesini istemiyordu. Kısa ve telkin edici
cümlelerle bir an önce bu buluşmanın son bulmasını istiyordu. Öyle de oldu.
Genç adam az da olsa kendini rahatlamış hissetti. Müsaade isteyip kalktı
masadan. Kapıya yöneldi, tam çıkmak üzereyken geriye dönüp Sibel Hanım’a
seslendi:
“Biri var abla… Sanki ben onun maşuğuyum da o benim aşığım!”
Son sözleriydi
bu genç adamın.
Sibel Hanım genç adamı bir daha göremeyeceğini biliyordu. Anlatmak istedi tüm olan biteni fakat birileri anlatmasını istemedi: “Biz birer öykü karakteriyiz sadece… Gerçek değiliz, bu senin içinde bulunduğun son öyküydü. Senin, varlığını hissedip, anlamlandıramadığın ve adına aşk denilen o duyguyu sana yaşatan, “Biri var abla” dediğin ve kendi yarattığı karaktere âşık olan o kişi; bizi yaratan kişiydi. Sana öylesine âşık oldu ki; gerçeği ve kurguyu birbirinden ayıramaz oldu. Sana öylesine âşık oldu ki; ilgi duyarsın da gönlün kayar diye başka bir kadın karakter yaratıp seninle karşılaştırmaktan bile korktu. Gözlerine benim gözlerimden baktı, sözlerini benim kulaklarımdan dinledi. Her yeni öykümüzde daha da bağlandı sana, gün geldi; durumu klinik bir vakaya dönüştü. Eskisi gibi yazamaz oldu, tedavi gördü. Sana her şeyi anlatmak istedi ama yapamadı. Sonrasında her yeni öyküde hafızanı silmeye başladı, her şeyini sildi zihninden. Ama bir şeyi hep bıraktı; senin onu hissedip, beslediğin duyguları. Sen onun içindeydin, o senin içinde. Bu son öykü Tarık… Bu bir veda!” Diyemedi Sibel Hanım. Tek yapabildiği, yol aldıkça arkasında kalan her şeyin silindiği, yol aldıkça yok olup giden Tarık’ı kahve dükkânının penceresinden izlemek oldu.
***
Yazar Deren
Hanım, kâğıda düşen ve mürekkebi dağıtan gözyaşları eşliğinde son cümlelerini
yazdı:
Köylü ufaktan başlamış fındığa. Havalar göz açtırmıyor ki toplasın ağacın yükünü ! Arada derede kafalarını kaldırıp bakıyorlar yoldaki yabancıya. Sağa sola “Kolay gelsin.” diye diye yürüyor. ”Kimin nesi acaba?”
Buralarda kimse yürümek için yürümüyor. Birbirlerine ya da evden bahçeye gidiş
gelişler dışında benim gibi kafasını döndüre döndüre gezene zor rastlanır.
İşsiz güçsüz şehirli kadınlar işte !
Hasbelkader düşünce bir köye yolları, ayaklarına sporları çekip, ellerinde kameralarıyla kendilerini detoks etkili keşiflere savururlar. Gördükleri her çiçeğin yakın plan fotoğrafını çekip, altlarına doğa temalı hashtagleri sıralayarak sosyal medya şovları yapmayı pek severler.
Uzaktan izlemeye,
koklamaya bayılır, “Gel biraz da sen
topla” deseler, “Ayağıma yüzüme bir
şeyler dolanır şimdi.” deyip savuşturmayı ustalıkla becerirler. Hadi
genelleme yapmayayım, ben biraz öyleyim.
Turist gibi ilerliyordum ki, telefonun yanımda olduğunu
hatırladım. Çalma listemin en öncelikli piano albümlerinden birine dokunup
inişe geçtim,
ve başladı şiir.
İlk defa bu kadar iştahlıyım hakikate.
İlk defa bu kadar farkındayım neye baktığımın.
Sağlı sollu bahçelerin ortasından,
yağmurla karılmış toprağı az önce desenlemiş tekerlek
izlerinin üzerinden,
sisli tepelerin karşısından ve fazla samimi olmaktan
çekindiğim uysal damlaların altından yürürken anlıyorum ki, tüm duyularımla, var
olan tek gerçeğe dokunmaktayım.
Kokuyor Ağustos
taze yaprak, ıslak toprak,
biraz tezek, biraz
çiçek…
Değiyor bulutlar çıplak kollarıma çise çise.
Gelip geçiyorum tentesinin altında çay molası vermiş
kadınların, çocukların, erkeklerin yanı başından.
Temkinli bir samimiyetle “Sağol “diyorlar “Kolay gelsin !” lerime. Bir ev seçiyorum
rampanın başından, “Oraya varınca dönerim”
diyorum.
Artık çıkış zamanı…
Önce tırmanıp yavaşça, sonra düze değiyorum.
Cürmünden büyük sesler çıkaran bir lombardin yaklaşıyor, bir
el uzanıyor kol hizama. Düşünmeden uzattığım benimkine al yanaklı bir elma
konuyor. El kimin bilmiyorum; lakin aldığım en manidar hediye.
Yaklaşıyorum haneye.
Yol ayrımına gelince şemsiyeyi tepemden indirip yüzümü göğe
çeviriyorum.
Kollarımı iki yana
açıp, kalem ucundan hallice yağan yağmurun yaprakta, toprakta ve gözlük
camımdaki şıp, pıt ve çıtlarını
dinliyorum.