Üçüncü dünya harbi bu. Gövdeler ayakta, ruhlar aman dileniyor süngüler ucunda.
Cennete heves edip cinnete konuyor us. Ölümden önce lakin ‘yaşamak’tan öte, sahtelikten peydah bir bataklığın önünde, hayatın kurumlu dibinde sallıyor beyaz bayrağı kara kirler içinde.
Nagalip bir yarış bu; varılmaz yol, çıkmaz sokak. Kurmaca, kalpazan, ard arda çalıp duran ölümsüz bir nakarat. Yalanın dili munis, dansı kıvrak ve cephe cephe düşüyor hakikat .
İhanet nerede? Entrikacı kadınlar, intikam alanlar, ötekinin ayağını kaydırmak için gece gündüz plan yapanlar nerede? Ardı arkası kesilmeyen sansasyonel olaylar, eli kanlı katiller, bıçkın oğlanlar, müthiş zengin holding sahipleri, milyon liralık karizmatik arabalar nerede? Tuzak kuranlar, kızı ötekine kaptırmamak için kırk takla atan tilki zekalı, pis bakışlı adamlar ve bir diziyi dizi yapan her ne ise işte onlar nerede?
Yok! Ben böyle diziye dizi mi derim? Ne derim peki? Olsa olsa masal.
Yemyeşil, masmavi şeyler, yakınlaşmalar, güçlenen bağlar, geniş ve mutlu sofralar, renkli festivaller, country, küçük tartışmalar, kendini sorgulamalar, hatalar, gönülden dilenen özürler, gülümseyen çocuklar, çiçekli bahçeler, ayrılıklar ve buluşmalar aşk, başarılar, başarısızlıklar ve ve ve bizde ne kadar yoksa, o kadar iyilik ve güzellik.
Dünyamı Türk dizilerine kapatalı epey oluyor. Dijital platformlar çıktığından beri uydu yayınını da takip etmiyorum. Ulusal yayından uzak durduğumdan beri daha huzurlu olduğumu söylesem? Bu Amerika-Kanada ortak yapımı aile draması Sherryl Woods’un aynı adlı kitap serisinden uyarlanmış. Dizinin tanıtımını yapacak falan değilim. Yalnızca bendeki izdüşümünü paylaşmak derdindeyim. Bu neden önemli? Sanırım iyi hissetme halimin genişlemesini istiyorum. Gerçeğiyle ve kurgusuyla içimizi kazıyan; çekişmenin, kavganın, yalanın, intikamın, şiddetin ve geri kalan tüm o sevimsiz şeylerin iyi olma halimizi, bir tatlı huzurumuzu nasıl da kötürüm yaptığını daha güçlü şekilde anlamamı sağlayan bu deneyimi başkaları da yaşasın istediğim için yazıyorum.
Bizde iyi huylu, huzurlu olan satmıyor. Haber programlarımızı düşün. Bir an hayalinde o saatlere geri gitmeye çalış. Ne geliyor gözlerinin önüne? Hadi biraz da televizyonlarımızdaki dizileri getir aklına. Entrikayı, yalanları, tehditleri, ihanetleri çıkarırsak toplamdan ne kalıyor geriye? Peki bize ne oluyor bunca yıkıcı duygunun ve eylemin izleyicileri iken? Ben söyleyeyim; içimizdeki ‘iyi’ soluyor, silikleşiyor, kötücül hisler hükümferma oluyor. Gün be gün tahammülsüz, bedbin, umursuz insanlara dönüşüyoruz. Güzele, iyiye, merhamete körleşiyor kalbimiz. Her şeyin daha iyi olabileceğine, huzurlu bir ömür geçirebileceğimize, sevgimize karşılık sevgi, vefaya karşılık vefa göreceğimize dair umudumuz buharlaşıyor. Güvenmiyoruz kolay kolay kimselere. Uzatılan elin içinde iğne var mı diye bakıyoruz. Canımız yanacak diye kimselere kolay kolay yaklaşamıyoruz. Gelen geçen acıtmasın diye çıplak ruhumuza kat kat örtüler kuşanıyoruz. O kadar dökülüyor ki neşemizin pulları, biri çok güldüğünde bunu çok yersiz ya da edepsiz buluyoruz.
Eee? Konunun Chesapeake Shores’la ilgisi?
Bir televizyon yapımı da diğer her şey gibi doğduğu ülkenin nabzını tutuyor. Hayati sorunlarını çözmüş, varoluş kavgalarını bitirmiş, tek gerçek derdi üremek ve neslinin devamını garantiye almak olan bir topluluktan eli sustalı, beli silahlı, iyi duyguları felç eden senaryolar çıkmıyor demek ki! Bu yerli yerinde ama fazlasıyla durgun hayata aksiyon olsun diye Hollywoodvari dramalar da yapıyor olabilirler ancak büyüteci sıradan insan ilişkilerine, geniş aile hikayelerinin üstüne tutmaktan vazgeçmiyorlar. Çiftleri, aile bireylerini ve hatta kasabalıyı birbirine bağlayan köprüler kuruyorlar. Turtaları ya da çikolatalı kekleri dayanılmaz olan bir kafe ve her iş kolundan insanın mesai bitimi uğradığı, birbirine rastladığı bir barları oluyor mutlaka. Muhteşem manzaralı banklarda, hamaklarda ya da her köşesinden şirinlik akan iç mekanlarda buluşup birbirini onarıyor insanlar. Başka bir gezegendeki ulaşılmaz bir hayata bakar gibi izliyorum ben de. İçimde ölmeye yatmış iyimserlik tohumları, yeşeriyor ansızın. Ülkemdeki bitmeyen gerilim filmini duraklamaya alıyorum. İçimin kuytu yerlerinden “Onların da hayatları kusursuz değil, inan bana” diye teselli veren o cılız sese “Kusursuzluk isteyen kim? Kusur dediğin de hayata dahil. Benim düşüm, insanın özündeki ‘iyi’nin hala oralarda bir yerde olduğuna inanmaya devam etmek.” diyorum. Gerçeği söylemek gerekirse iyi niyetin, anlayışın ve masumiyetin bunca hakim olduğu bir yerleşkenin varlığına ben de inanmıyorum. Olsun! Zihnime saldığı iletiler o kadar ferahlatıcı ki hakikatle ilgilenmiyorum. Bunca hapislik, bunca kem söz, politik savaş, ekonomik çıkmaz, hainlik, aldatmaca ve daha sayamayacağım kara hakikat içinde kendi içine doğru küçüle küçüle nokta kadar kalan iyimserliğimi gecenin içindeki ateş böceği gibi parlatan ne varsa elimle, ayağımla, gözümle, kulağımla, dilimle, kalemimle tutunuyorum ona.
İnsanı insan yapan şey akıldan öte. İnsanı mutlu yapan şey maddeden, güçten, şöhretten öte. İnsanı sağlıklı yapan şey gençlikten, zenginlikten, yediğinden içtiğinden öte. İnsanı insanca yaşatan, onu üretken, tatminkar, huzurlu yapan şey çalışıp kazandıklarından öte.
Ne olduğunu söylemem yersiz olur, küstahlık olur. Senin, benim ve diğerinin yanıtları belki aynı, belki yakın, belki uzak olur. Yazının başlığını not al ve izle isterim. Belki bazı yanıtlar sen izlerken, bana olduğu gibi sana da görünür olur. Abby, Trace, Jess, Bree, Mick, Megan, Connor, Nell ve diğer herkes başka bir teline dokunur, hikayeleri düğümlerini gevşetir belli mi olur?
Evden işe, işten eve, akın akın şehirlere, yorgun yorgun köylere, ülkeden ülkelere, bir ilişkiden diğerine bir mutsuzluktan benzerine gidip duruyoruz nefes nefese.
Hayattan gitmeleri çıkarsak geriye kaç kalır?
Geceden gündüze, bugünden geleceğe, aşktan evliliğe, yeni yeni sevmelere, biraz sevip, çokça ölmelere, yollara, buluşmalara, her dilin ayrı notadan coştuğu gürültülü karışmalara, pek bir ciddi toplantılara, pek bir trend kafelere, restoranlara, tiyatrolara, sinemalara, okullara, tatillere, pikniklere, sanat evlerine, spor salonlarına gitmesek?
Olmaz! Olmuyor.
Odadan odaya, sandalyeden masaya, kanaldan kanala, Instagram’dan Facebook’a, yataktan buzdolabına, kaldırımdan yola, yoldan yine kaldırıma giderek yaşanmıyor hayat.
Bir şeyler yaşanıyor haliyle; lakin ne olduğu henüz bilinmiyor.
Ne oluyor da, gidince yaşanır oluyor hayat? Ne oluyor da, kalmaktan daha serin, daha muteber bir hal doluyor göğsümüze? Bildiğim bir şey yok; ancak sezdiğim şeyler var desem?
“Gitmek” geniş cüsseli bir eylem. Öyle tek bir bakışla görülemeyecek kadar enli boylu.
Başka bir iş için, başka bir ev için, başka bir muhit, şehir, ülke, yaşam biçimi, başka bir insan için… Başardığım için, başaramadığım için, kızdığım, küstüğüm, bıktığım, hayal bozumu yaşadığım, uzaklaşmak istediğim, körleştiğim ve sağırlaştığım için, katlar çıkmak için, tepeler, doruklar görmek için giderken aslında tek bir şeyin peşinde olduğumu hissediyorum. Tahmin ettin mi? Evet, ümidin.
Yeni pencerelerde, sokaklarda, tabelalarda, masalarda bekleyen; henüz ayak değmemiş bir pistte başlayacak tertemiz yarışlarda, henüz hiç kızılmamş, küsülmemiş, bıkılmamış odalarda, yeni tanışılacak yüzlerde, işitilecek seslerde, meraklı bakışlarda bekleyen ümidin ardına takılıyor iradem.
İyi huylu dahi olsa değişmeyen bir tekrar ile geçen günler, aylar ve yıllar giderek semiren dikenler büyütüyor geçtiğim koridorlarda. Oturduğum koltuklar, baş koyduğum yastıklar, baktığım duvarlar, duyduğum sesler ruhuma dert oluyor. ‘Yeni’nin taze kokusu, keşfedilmemiş potansiyeli çeliyor aklımı. İşte o vakit bir ‘gitmek’ geliyor ki, “dur” diyebilene aşk olsun.
Zordan kolaya, çoktan aza, buradan oraya, gerçekten kurguya, dardan feraha doğru başlıyor bir yolculuk sonra.
Kararı kendi kalbinden çıkmışsa, “gitmek” en büyük özgürlüğü değil midir insanın?
O özgürlük ki, kendimi evden, işten, katı gerçekten, rekabetten, gürültüden, tek düzelikten, sıkışmadan, dayatmalardan, ebe seçilip durduğum bir oyundan çıkarmak istediğimde yanımda belirip “Hadi!” diyor; “Tut elimi.”
‘Şimdiler’ bir garip lakin. Şimdilerde, gitmek büyük olay. Şimdi en çok ‘kalmalar’ mühim. işte kalmalar, evde kalmalar, akılda kalmalar, çevrimiçi, aktif, yalnız ama yine de mutlu kalmalar; pek tabi en mühimi, sıhhatte kalmalar.
Birbirimize değmeden, diz dize gelip gülmeden, el ele verip halay çekmeden nasıl hayatta kalacağımızın deneyi yapılıyor dışarıda. “Gitmeyin,” deniliyor; “kalmaya devam edin.”
Tüm bunlar olup biterken, gezegen bizi hapsedeli neredeyse 1 yıl oluyor. Otura otura, dura dura dönüşüyoruz. Bizi ‘kalmaya’ zorlayan görünmez bir organizmayla eş zamanlı olarak mutasyona uğruyoruz. Eskiye ait küçük düşler görüyor; içinde, “inşallah önümüzdeki sene” gibi şeyler geçen umutvar cümleler kuruyoruz.
Dalıp gidiyoruz, zamanlı zamansız. İçimizden sessiz; lakin tıka basa yüklü trenler geçiyor, uzun uzun ardlarından bakıyoruz.
Avluya çıkış saatlerinde göğe bakma duraklarına koşuyoruz. Soğukmuş, yağmurmuş demeden atıyoruz gövdelerimizi dekor diye bıraktığımız mavinin, yeşilin kucağına. Kısacık bir anlığına da olsa maskeleri sıyırıp kokluyoruz rüzgarı. “Ne güzel!” diyoruz milyar yıllık göğe bakıp . Daha çok ‘gitme’li hayaller kuruyoruz; üstümüzde kanat kanat bir coşku uzanırken.
Sonra, gün ortası zamanlardan birinde soğan doğruyoruz tezgahta. Soğanın acısına sığınıp sıkıntıyı da döküyorken gözden, mutfak camına bir kumru uğruyor. Manzarayı mühürlemek ya da henüz başlanmamış bir yazının sonunu getirmek için ‘di’li geçmiş zamandan bir şarkı çıkıp geliyor, derinlere dalıyoruz.
“Uçmasam da göklere Bir kuş olsam pencerede Perdeyi kapatsan da Ben seninle Bir ses buldum isminde Bin renk buldum yüzünde Bu bir zaman denizi Biz nereye?”
Hayattan gitmeleri çıkarırsak, geriye habis bir hapislik kalıyor; gün be gün daha iyi anlıyoruz.
Öğleyi biraz geçmişti vakit. Bitmeyen işlere 1 saatlik oksijen arası verilmişti. Hiç acele edilmeden, bir öncelik güdülmeden, tüm zamanları cebe indirmiş gibi çıkıldı evden. İki aydır şantiye alanına dönmüş, çamur peyzajlı bahçe aşılıp park halindeki aracın yanına gidildi, hep olageldiği hızla kapılar açılıp içine girildi, tek kurtuluş denize doğru alışıldık manevralarla yola çıkıldı.
Güvercinli bir kumsalda kış güneşine yüz çevirip yerleşildi sonra. İki çay, iki simit, bir de sıcak çikolata konduğunda masaya, bolca gökyüzü ve 8 santigrat derece vardı havada. Dizlere şallar, başlara bereler, boyunlara atkılar eklendi. Aylardan Ocak, günlerden çarşamba demeden oturuldu bir müddet. “Şöyle soğuk işlemeyen birer sokak battaniyesi mi alsak?” dedi kadın. “Eve geçince bakalım,” dedi adam.
Başkaca insanlar vardı; gövdelerini taşıyacak başkaca bir yer bulamayınca soğuk falan demeden su kenarında salınmaya gelen. Oturuyor, yürüyor, ayakta durup etrafa bakınıyorlardı. Merkezi hopalörden “ düğün dernek demeyin, evlerde bir araya gelmeyin, meydanları gereksiz yere işgal edip eve virüsle dönmeyin” anonsları yapılıyordu.
Tüm bunlar olur, köpekler koşturur, havalı karton bardaklarda gezinen köpüklü kahveler soğurken “Şu kuşlar ne güzel hayvanlar,” diyordu kadın. “ Maviye ne de güzel yakışıyorlar.” Sonra derken, derken, azıcık durup birazcık üşürken, ıslak kumlara diz çöküp hükümdarlık kalesini inşa etmeye çalışan çocuk dünyanın derdini zerre kadar umursamazken buluta takıldı Güneş. İşte o zaman, daralıp da kaçılan ev azıcık özlenir gibi oldu. İstemeye istemeye hareketlendi ortalık. Sandalyeler toplandı, portatif masa katlandı. Çocuk ellerdeki incecik kumlar üstünkörü silkelendi ve namı-diğer yarım porsiyon o beklenen anı müjdeledi; “çişim geldi!”
“Eve gidiyoruz, tut biraz, “ dedi kadın, “Tutamam, vallahi de tutamam” güzelliği ile sohbet devam etti. Söylene söylene, çekiştire çekiştire, “Ben sana dışarı çıkmadan önce git demedim mi?” tekrarları ile ezberini pekiştirdi kadın. Beş dakika sonra aksiyon sahneleri sona erdi, nihayet arabaya dolup direksiyona geçildi.
Yolda yine aynı şarkı çalındı. Yarım porsiyon “Telefon !” dedi neredeyse buyurarak. Tam porsiyon olmanın özgüveniyle kadın “hayır” dedi; falan, filan ve feşmakan araya girdi.
Az önce ayrıldığı yerin az ötesine park edildi araç. Bahçe kapısından içeri girerken iki adamın başlarını yukarı kaldırıp bakındıkları görüldü. Sonra, zaten darmadağınık olan inşaat alanında yeni bir yıkıntı fark edildi. Bir saat önce arabanın ayrıldığı boşluğun tam ortasında. Korkuluk parçalanmış, yakınındaki araç hasar görmüştü.
“İskele düştü,” dedi adamlardan biri. “Ne zaman?” diye soruldu, “Siz çıktıktan üç beş dakika sonra ,” denildi. İskele dediğin, üç yüz kiloluk boylu poslu çelik kütle.
-Birine bir şey oldu mu peki?
-Olmadı çok şükür. Balkon camları kırıldı sadece. İşçiler halatta asılı kaldı, iyiler.
Öyle bir müddet bakakalındı haliyle. İlk defa üçün beşin hesabı yapıldı. Canı koruyup malı da gözeten, kucağında kıvrılıp huzur bulunan tek güce minnet duyuldu. Şükür taşı konduğu yerden alındı, sıkı sıkı tutuldu.
Öğleyi biraz geçmişti vakit. Bitmeyen işlere 1 saatlik oksijen arası verilmişti. Hiç acele edilmeden, bir öncelik güdülmeden, tüm zamanları cebe indirmiş gibi çıkıldı evden.
Ülkemin kadınlarına, kaybolan çocuklarına, toprağa düşen askerlerine, hunharca zarar verilen sokak hayvanlarına, kuşlara, ormanlara…. Vaktinden önce dünyadan AY-I-RILAN, yarım bırakılan tüm hayatlarına…
Açtı beyaz kanatlarını güvenle süzüldü boşluğa. Baktı….Baktı… Küçük gözlerinden içeri doldu dünya. Mavi mavi attı kalbi, yeşil yeşil cıvıldadı sesi.
Bahardı. Çiçekler patlıyordu renk renk, sarılara, morlara boyandı dili. Çağıl çağıl nehirlerden içti, fısıl fısıl rüzgarlardan geçti, düzlere, bayırlara, bir çobanın ayak ucuna değdi diri gölgesi.
Uçtu…Uçtu… Kondu bir şehrin akşam üstüne. Ne nehirler, ne ağaçlar… Alı solmuş, güneş yanığı çatılar, elektrik telleri, uğul uğul sokaklar…
Yoruldu, bir nefeslik bıraktı pençesini bitmemiş bir duvar üstüne. Niyeyse, çekildi içinin maviliği, aktı gitti sıvasız tuğlalar üzerinden.
Açtı genç kanatlarını uçtu…uçtu…. Derken, ne oldu nasıl oldu, sol yanından acıdı. Ilık bir kırmızı kustu kar beyazı kanadı. Yankısız, yarım vuruşluk bir tık sesi duyuldu. Hala aklındaydı başı, toz toz buluttu etraf. Kaldırıp boğazından tutan el çamurdu. “Buldum !” diye bağıran ses davul davuldu. Son kez baktı gökyüzüne, uyudu.