Bohem Bir Martı

Bohem Bir Martı “Neden sürekli denize bakıyoruz” diye sordum martıya .
Kanatları büyük, gagası keskin, gözleri kırmızı bir martıydı!
“Geçmişte kalan yüzleri, sesleri hatırlamak için gözlerini denizden ayırmayanlar da vardır ama çoğu yüreği soğusun, derdini unutsun diye bakar. Bazısı denizin sırrını merak eder, sahile vuran dalgaların sesine karışmış fısıltıları duymaya çalışır. Denizin saklayacak bir şeyi olmadığı gibi sırrı da yoktur oysa! Bildiğin su işte! Sen fazla takılıyorsun bu konulara…Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık! Gördüğün gibi ben de yaşlı bir martıyım. Sen de meraklı bir insansın. Siz insanlar saklayamayacağınız sırların peşinden koşuyorsunuz. Bırakmanız lazım bu gizem arayışlarını, hangi yoldan giderseniz gidin tüm yollar aynı meydana çıkıyor. Siz farklı yollar tutarsanız farklı hayatlar yaşayacağınızı düşlüyorsunuz…
“Kendi kendimizi kandırıyoruz yani?”
“Aslına bakarsan içten içe başkalarının da sizi kandırmasını istiyorsunuz. Yalan güzelse inananı çok olur derler… Balinalar sardalya sürülerini kovalıyor. Deniz kaplumbağaları kumların arasına bırakıyor yumurtalarını. Bir gün yirmi dört saat. Siz de umut ediyorsunuz. Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!”

Basit düşünüp basit yaşayan, sabahtan akşama kadar ne bulursa yiyen bu çok bilmiş bohem martıyı dinleyecek değildim elbette…(!) Ellerimi şortumun ceplerine sokuyor yaz rehavetiyle sahilde yürümeye başlıyorum.

Geçmiş zamanda bir gün küçük bir sahil kasabasına düşmüştü yolum. Soluğu salaş bir balık lokantasında almıştım. Yedim, içtim, uzun bir süre benden başka masa kalmayana kadar oturdum. Garsonlar, hadi arkadaşım bizim de evimiz var, der gibi bakmaya başlayınca hesabı istedim. Küçük, oymalı, süslü bir tahta kutunun içerisinde getirdiler. Elimi montumun cebine attım, cüzdanım yok! Üzerimi değiştirirken otelde arabanın anahtarlarıyla beraber televizyonun üzerine bıraktığım geldi aklıma. Sıcak bir rüzgar esti içimde, yüzümün kızardığını hissettim. Gecenin kör yarısı arayacağım kimse yoktu, üstelik balık lokantasına da ilk defa geliyordum. “Cüzdanımı otelde unutmuşum” dedim beyaz gömlekli garsona. Utanıyorum, sıkılıyorum bir taraftan. “Alıp gelebilirim. ”Patrona haber verecek, iş büyüyecek, rezil olacağım derken gülümsedi delikanlı“ Yolun buralara yine düşer ağabey!” dedi, döndü gitti. Çok geçmeden sade bir Türk kahvesi bıraktı masanın üzerine, sanki hesabı ödemişim, yüklü de bir bahşiş bırakmışım gibi. Ne adımı sordular ne telefon numaramı istediler. On yılı geçti hala gidiyorum o salaş balık lokantasına…

Gideceği yere gidiyor, döneceği yere dönüyor insan! Yolun nerelere düşeceği belli olmuyor. Kendi kendime gülüyor soluklanmak için kumsala serpiştirilmiş şezlonglardan birine oturuyorum. Çok geçmeden koltuğunun altında kirli mavi bir minderle öğrenci olduğunu tahmin ettiğim genç kız dikiliyor tepeme. “Ağabey tutar mısın ucundan şezlongu şemsiyenin gölgesine çekelim? ”Elli lira karşılığında eski hasır şemsiyenin gölgesine, kirli mavi minderin üzerine yerleşiyorum. Nasıl sıcak, denize girenler, sohbet edenler, kitap okuyanlar ve kulaklıklarıyla müzik dinleyenler var. Tepsisi elinde, parmak arası terlikleriyle midyeci geliyor. Orta yaşlarda, saçları seyrek, hafif göbekli, bıyıklı bir adam. İşaret edince, açıp limon sıktığı midyeleri tombul elleriyle uzatmaya başlıyor. Laf olsun diye işlerin nasıl sorusunu soruyorum.

“Bereket versin ağabey nafakamız çıkıyor da son meseleleri biliyorsun işte. Haram yemek günah ağabey! Yalan söylemek de günah! Hırsızlık yapmak günah, kibirli olmak da başkasının hakkını yemek de günah! ”


Laf uzamasın, keyfim kaçmasın diye “Memleketin meselesi bitmez” diyorum midyeciye, kabukları sayıyoruz on iki tane yemişim, iki de kendinden açıyor. Havluyu, öte beriyi koyduğum çantadan şnorkeli, gözlüğü alıyor denize giriyorum. Leylekleri toparlanmış göç ederken gördüm bugün, gelişlerine sevindiğim kadar gidişlerine hüzünleniyorum. Bir yaz daha bitiyor. Sizi bilmem ama anlamadım ben bu senenin nasıl geçtiğini, geçen yıl da öyleydi. Normal hayatlarımıza devam ederken, kırmızı ışıkta bile geçmiyorken iki yılımızın sayfalarını yırttılar günlüklerimizden. Çocuklar okula gidemez, yaşlılar sokağa çıkamaz oldu. Sosyal mesafeli hayatlarımız, maskeli anılarımız oldu. Denizlerimiz kirlendi, ormanlarımızla beraber içimiz yandı. Yüzerken, geride kalan, yaşanmış günlerde bağıra çağıra, neşeyle söylediğimiz şarkı geliyor aklıma, “gitmesek de görmesek de orası bizim köyümüzdür.”

Deniz minareleriyle dolduruyorum ceplerimi, denizden çıkıyorum. Su var, su var! Şu duş aldığım su şifalı sanki? Bir taraftan titriyorum, bir taraftan suyun altından çıkmak istemiyorum. Terapi gibi, silkelenmek, arınmak gibi. Bohem martıya sorsam; su sudur diyecek çıkacak işin içinden. Kurulanmış dönerken şişmanca bir kadının hasır şemsiyenin gölgesini kaptığını görüyorum. Şalvarlı, gerdanı terli, ayak tırnakları kırmızı ojeli. Ezilmiş mor terlikleri ilişiyor gözüme. Hayrola der gibi bakıyorum, o da sırıtarak yemedik ya şemsiyeni der gibi bakıyor.
“Bakla falı bakacağım sana!”
“Param yok.”
“Yirmi liran da mı yok?”
Yirmi lira para değil mi diye başlasam konuşmaya, sinirlenir gibi yapsam, kalkar mısın yerimden diye diretsem… Hepsinin boşa gideceğine o kadar eminim ki.
“Söyle bakalım şimdi bir soğuk. ”
Başına gelenleri kabullenmiş kazazede edasıyla söylüyorum soğukları.
“ Cıgaran var mı çiçeğim? ”
Paket zaten onun yanında duruyor, gösteriyorum. Kırmızı kadife bir torba çıkarıyor şalvarının kıvrımından, elime tutuşturuyor.
“ Bir dilek tut, söyleme. ” O kadar uzun zaman oldu ki bir şey dilemeyeli, ne dilersem olacakmış gibi tereddüt ediyorum. Bir taraftan insanı etkisi altına alan garip bir havası var.
“Tuttun mu çiçeğim?”
“Tuttum. ”
Kahkahayı patlatıyor, “sana bir şey söylerdim ama neyse!”
Rahatlığın, özgüvenin böylesi. Yirmi bir adet kuru baklanın ve renkli taşların olduğu torbayı mavi minderin üzerine boşaltıyor. Meraklılar birikiyor etrafımızda, kadınlar daha çok, küçümseyen bakışlara karışan acaba ne diyecek beklentisi, adam sendeciler.
“Olacak dileğin ama zamanı var çiçeğim!”
Arabamı değiştireceğimi, önü deniz, arkası orman etrafında ev olmayan bir ev alacağımı… Anlatırsam büyünün bozulacağını düşündüğüm! Duyduğum zaman inanmakla inanmamak arasında kaldığım bir sürü şeyi dillendiriyor. “Söyle bakalım şimdi bir soğuk daha !”
Toparlanıyor sonra, uzattığım yirmi lirayı almıyor.
“Bazı insanlar neden karşıma çıkıyor diye düşünüyorsun ya! Bazen hayat dönüşeceğin insanı çıkarır karşına. Topla kendini der, ayakların yere bazsın der, kolundan tutar şöyle bir sarsar. Bunun gibi olma, der. Anladın mı çiçeğim? ”

Martı geliyor hasır şemsiyenin kenarına konuyor, alay eder gibi; “Oltanı her zaman denize atma, içindeki gölde de balık tut mu dedi? ”İçimdeki gölü sen nereden biliyorsun diye soramadım tabi. Basit düşünüp, basit yaşayan, kanatları büyük, gagası kesin, gözleri kırmızı bohem bir martıyı ciddiye alacak değildim elbette .Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık…Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!

31 Ağustos 2021

Ali Gülcü

Normal Bir Gün

Her şey normaldi.

Ya da değildi, bize öyle geldi.

Öğleyi biraz geçmişti vakit. Bitmeyen işlere 1 saatlik oksijen arası verilmişti. Hiç acele edilmeden, bir öncelik güdülmeden, tüm zamanları  cebe indirmiş gibi çıkıldı evden. İki aydır şantiye alanına dönmüş, çamur peyzajlı bahçe aşılıp park halindeki aracın yanına gidildi, hep olageldiği hızla kapılar açılıp içine girildi, tek kurtuluş denize doğru alışıldık manevralarla  yola çıkıldı.

Güvercinli bir kumsalda  kış güneşine yüz  çevirip  yerleşildi sonra. İki çay, iki simit, bir de sıcak çikolata konduğunda masaya, bolca gökyüzü ve 8 santigrat derece vardı havada. Dizlere şallar, başlara bereler, boyunlara atkılar eklendi. Aylardan Ocak, günlerden çarşamba demeden oturuldu bir müddet. “Şöyle soğuk işlemeyen birer sokak battaniyesi mi alsak?” dedi kadın. “Eve geçince bakalım,” dedi adam.  

Başkaca insanlar vardı; gövdelerini taşıyacak başkaca bir yer bulamayınca  soğuk falan demeden su kenarında salınmaya gelen. Oturuyor, yürüyor,  ayakta durup etrafa bakınıyorlardı. Merkezi hopalörden  “ düğün dernek demeyin, evlerde bir araya gelmeyin, meydanları gereksiz yere işgal edip  eve virüsle dönmeyin” anonsları yapılıyordu.

Tüm bunlar olur, köpekler koşturur,  havalı karton bardaklarda gezinen köpüklü kahveler soğurken “Şu kuşlar ne  güzel hayvanlar,” diyordu kadın. “ Maviye ne de güzel yakışıyorlar.” Sonra derken, derken, azıcık durup birazcık üşürken, ıslak kumlara diz çöküp hükümdarlık kalesini inşa etmeye çalışan çocuk dünyanın derdini zerre kadar umursamazken buluta takıldı Güneş. İşte o zaman, daralıp da kaçılan ev azıcık özlenir gibi oldu. İstemeye istemeye hareketlendi ortalık. Sandalyeler toplandı, portatif masa katlandı. Çocuk ellerdeki incecik kumlar üstünkörü silkelendi ve namı-diğer yarım porsiyon o beklenen anı müjdeledi; “çişim geldi!”

“Eve gidiyoruz, tut biraz, “ dedi kadın, “Tutamam, vallahi de tutamam” güzelliği ile sohbet devam etti. Söylene söylene, çekiştire çekiştire, “Ben sana dışarı çıkmadan önce git demedim mi?” tekrarları ile ezberini pekiştirdi kadın. Beş dakika sonra aksiyon sahneleri sona erdi, nihayet arabaya dolup direksiyona geçildi.

Yolda yine aynı şarkı çalındı. Yarım porsiyon “Telefon !” dedi neredeyse buyurarak. Tam porsiyon olmanın özgüveniyle kadın “hayır” dedi; falan, filan ve feşmakan araya girdi.

Az önce ayrıldığı yerin az ötesine park edildi araç. Bahçe kapısından içeri girerken iki adamın başlarını yukarı kaldırıp bakındıkları görüldü. Sonra, zaten darmadağınık olan inşaat alanında yeni bir  yıkıntı fark edildi. Bir saat önce arabanın ayrıldığı boşluğun tam ortasında. Korkuluk parçalanmış, yakınındaki araç hasar görmüştü.

“İskele düştü,” dedi adamlardan biri. “Ne zaman?” diye soruldu, “Siz çıktıktan üç beş dakika sonra ,” denildi. İskele dediğin, üç yüz kiloluk boylu poslu çelik kütle.

-Birine bir şey oldu mu peki?

-Olmadı çok şükür. Balkon camları kırıldı sadece. İşçiler halatta asılı kaldı, iyiler.

Öyle bir müddet bakakalındı haliyle. İlk defa üçün beşin hesabı yapıldı.  Canı koruyup malı da gözeten, kucağında kıvrılıp huzur  bulunan tek güce minnet duyuldu. Şükür taşı konduğu  yerden alındı, sıkı sıkı tutuldu.

Öğleyi biraz geçmişti vakit. Bitmeyen işlere 1 saatlik oksijen arası verilmişti. Hiç acele edilmeden, bir öncelik güdülmeden, tüm zamanları cebe indirmiş gibi çıkıldı evden.

Her şey normaldi.

Ya da değildi, bize öyle geldi.

Derya CESUR

Şükür Taşı

Hava kapalı.
Gözümde, yastığı kucaklamamı söyleyen uyku; karnımda “ne olursa olsun çıkmalısın dışarı” diyen bunaltı… Uyku geceyi bekleyebilir.

Yaklaşık 10 ay oldu.
Mevsimler geldi geçti.
Gardrobumda neler vardı? Nasıl giyiniyordum?
Hali hazırda giyinmiş olduğum eşofmanın üstüne ince yürüyüş pantolonunu geçirip beş dakikada hazır oluyorum. Saç yok, makyaj yok, ağız yok, burun yok. Asansör meşgul, merdiven tenha.  Bir adım, kırk bir adım… Geçiyorum yolu, taşımı bulmaya gidiyorum.

Aralık da tanıyamıyor kendini. Yanlış mı geldim diye bakınıyor şehre. Sahili mesken etmiş, kahveyi yeni keşfetmişçesine oturana, gezene… Ama bugün nihayet rengi dönmüş, köpüğü kabarmış denizin; eldivenleri de kuşanıyorum son kertede. Yüzümde, ensemde açık bulduğu yerlerden ısırıyor rüzgar. “Bu halde yürünür mü” havası var dışarıda ama nasıl da iyi geliyor! Serinlik soluk borumdan geçip diyaframıma doluyor. Bütün gece kapalı kalmış bir odanın penceresini açar gibi oluyor işte o an. Önce göğsüme, oradan karnıma dolan taze hava kümülüsleri usulca dağıtıyor.

Üşümelerden, yorulmalardan koşar adım kaçıp sığındığımız evlerin tavanları alçaldı, duvarları daraldı epeydir. Ekranlarla başlayan günler ekranlarla varıyor geceye. Ne yapsak olmuyor sanki. Hayat eve sığar dedikçe, dikdörtgen ağızlı  ejderhalar gibi vücutlarımızı dışarı püskürtüyor evler.

Püskürttü yine.
Sedefli deniz abuklarını, yüzeyi pürüzsüz, yumuşacık taşları doldurup duruyorum yine cebime. Ne yapacağım bunca deniz kabuğuyla? Bilmem. İçeriye biraz ‘dışarı’ götürmek için olabilir mi? Şimdilik, bulabildiğim en iyi neden bu sanki. Ellerimi arkamda birleştirip yürüyorum. Hayret! Hiç tarzım değil. Gülüyorum halime. Biraz gülüp biraz üşüyorum.

Yan yana dizilmiş kafeler, barlar… Hepsi ışıksız, sessiz, insansız. “Gel de oturup denize karşı bir şeyler içelim” anıları her geçen gün biraz daha eskiyor. İlk zamanlar  “ yahu  böylesi de pek tuhaf oluyor,” dediğimiz mesafeli merhabalar giderek normalleşiyor. “Tokalaşmak, selamlaşmak nasıl bir histi?” diye soruyoruz içten içe. İki lafın belini kırmak için toplanılmış zamanlardan kalan dip dibe fotoğraflara bakıp eski dünyaya özlem seansları düzenliyoruz.

Neden çıkmıştım dışarı? Hah! Bir taş bulmam lazım benim.

Sinematik bir mucize bekliyorum nedense. Dalga sesleri fonda beklerken küçük bir ışıltı düşsün eşelediğim kumların az ötesine, gözlerim kamaşsın ve ben onun büyüsüne kapılıp yavaşça yaklaşayım, çömeleyim, eşi benzeri görülmedik bir taş göreyim istiyorum. Evet, tam film işi. Olmuyor haliyle.
Vazgeçiyorum taşın afillisinden. “Sıradan olsun,” diyorum bu kez. O kadar sıradan olsun ki, hiç mi hiç ilgi çekmesin. Mucizevi olan ona yüklediğim anlam olsun. Tamam, bu daha belgeselvari.  Daha muteber böylesi.

Benim sıcaklık durumum da küresel olanla benzer seyrediyor. Bir aralık günü güneşin D vitaminli dokunuşlarını gezdirirken yüzümüzde, ertesi gün on beş derece birden soğuyarak bizi gerçeğe davet eden, hem duygumuzu hem bedenimizi bahardan kışa savuran yeni yüzyıl iklimi gibiyim. Kısa bir süre mevsim normalleri üzerinde dolaşıp aniden gelen keskin düşüşlerle baş etmeye çalışıyorum. Bazen saatlik aralıklarla değişen iç halim beni taşkın coşkulara ve derin iç çekişlere birbiri ardına batıp çıkarıyor. Dilimi kurtarsam da kalbimi kurtaramıyorum çoğunlukla. Dipte fokurdayıp püskürmek için bahanesini kollayan magmanın ateşiyle kıvranıp duruyor . Nefessiz kalıp atıyor sonra kendini kapılardan. Denizse dalgalar; ormansa ağaçlar, kuşlar koşuyor imdadına.

Öyle güzel dokunuyor ki dost eli suyun, temiz havanın; sanki içime dadanmış o siyah duman soluduğum havaya karışıp dağılıyor. Balığının peşinde kanat çırpan su kuşlarına, havlamalarıyla kuştan kalplerini telaşa sokan kıyı köpeklerine gülmeye başlıyorum sonra. Fırsat bulunca, neredeyse yüzümle bir olan medikal maskeyi biraz olsun indirip havayı kokluyorum. İşte o an bir yaşamaktır gelip giriyor burnumdan içeriye. Görebildiğim bütün maviler, yeşiller, dansını izlediğim martılar, duyabildiğim, yaşamın organik parçası olan bütün sesler için minnet hissiyle doluyorum. Sımsıkı sarılmak istiyorum o zaman varoluşa. Öyle mecazen filan değil, gerçekten. Salıncakta tutunduğum ip, kucağıma aldığım çocuk gibi, gerçekten.

Ve şimdi kalbimi kanatlandıran, “iyi ki” dediğim her özel anda iç sesime eşlik eden o güçlü sarılma anını gerçek kılmak için eşeliyorum kumsalı. Bu yüzden arıyorum şükür taşımı. Kümülüsler karnımı her sarışında koşup tutacağım, varlığımın iyi hafızası cep yoldaşımı.