Ömrümüm Kırkı

Bir zamandır yolda idi gölgesi.
Önce başı göründü, omuzları ve sonra gövdesi.
Yaklaştı, durdu;
gözüme, kirpiğime, saçıma, gülüşüme ,
canı kağıtta bulan sözüme,
har’ı imbikte süzen dilime,
az bulutlu güneşime
geldi sarıldı kırkım.

Ömrümün en devinimli, en hovarda, en filinta yıllarını ‘yaşanmışlar hanesi’ne yazdım. Elde ne var bilmeden, düne sırtımı dönmeden gidiyorum gündüz gece.

Küçük, mütevazi şeyler bekledim hayattan. Bir iş, bir eş, bir ev, bir çocuk, bir külah akide şekeri diler gibi daha geniş bir çemberde dolanmayı diledim bir de. Dilediğim kadar oldu ne olduysa, belki daha çok…

Herkes gibiydim işte.
Beğenilmek istedim, onaylanmak, güçlü görünmek,
özel hissetmek, başarmak, kendimden söz ettirmek…
Şu “gelecek” denen obur zaman beni yutmasın diye her gece adalet istedim Tanrı’dan.

Kalbimi kıranlar,
kalbini kırdıklarım, kalbini duymadıklarım oldu.
Gözüme görünmesin istediklerim,
beni görsün diye tepindiklerim,
gözüne görünmeyeyim diye yol değiştirdiklerim de.

Kırk yaz, kırk kış geçti başımın üzerinden
Baharları sayamadım;
bazı yıllar çoktu, bazısında hiç yoktu.
Güzler desen,
bazen kaç mavi mevsimi yuttu.

O küçük, oğlan saçlı, kara önlüklü, beyaz yakalı halimle okula ilk gidiş günümde kapı eşiğinde fotoğraf makinesine el sallayan çocuktan biraz artmış, biraz eksilmiş biriyim şimdi. İçimde, köşelerine iyice yerleşmiş  ağır suretlerimin arasında iştahlı merakıyla ve ilk günkü saflığıyla ortalıkta dolaşmaya devam ediyor o. Her an bir yetişkinin zılgıtını yiyebileceği endişesiyle bir görünüp bir kayboluyor. “Buna da şükür!” demeliyim; hala nefes alıyor.

O kadar yaşadık!  Ne oldu bunca yılda?
Everest’e çıkamadım mesela.
Ünlü bir düşünür, şarkıcı ya da oyuncu olamadım.
Tekne ile dünya turu,
bisiklet ile Guinness rekor denemesi, 
Harvard’da doktora yapamadım.
Çok para kazanamadım ve herhangi bir şeyde “çok başarılı” olamadım.
Nedeni ortada.
hiçbirini yapmayı ya da olmayı denemedim, hayal bile etmedim.

Onların yerine, muhitimdeki en  dik yokuşa tırmandım. Öğretmen, hiç ünlü olmayan bir yazar ve oyuncu oldum. Tekne ile koyları gezdim, bisiklet sürdüm, düştüm,  dizim kanadı, annem evde alıkoymasın diye su bulup yıkadım, geçti, yine sürdüm, yine düştüm. Bir sürü şeye heves ettim ve hiçbirinde yeterince konaklamadım. Bu yüzden hiç madalyam olmadı.

Ağladım,
kızdım,
öfkelendim,
okudum,
izledim,
dinledim,
öğrendim,
çok çalıştım, insan oldum;
sadece insan.

Ömrümün kırkındayım.

 Artık dünya kimse için birkaç insanlık yer değil. Bir hane içinde yüzlerce kişiyiz artık. Odalarımızın içinde, koltuklarımızın üstünde, bir gün bir yerde karşılaşma olasılığımızın asla olmadığı insanların hayatlarına dokunuyoruz. Herkesin en gülücüklü anılarına, en afilli deneyimlerine, en gidilesi konumlarına bakıp inceden iç geçiriyoruz. Yapamadıklarımız, aklımızdan geçirmediklerimiz üçer beşer önümüze düştükçe geçip giden zamana daha çok hayıflanıyoruz. Tüm bilyeleri cebindeki yırtıktan dökülüp gitmiş üzgün çocuklara dönüşüyoruz. Dönüşüyoruz, dönüşüyor bazıları, dönüşüyor-um ben de herkes gibi.Sonra gidip içimdeki en bilge kadını arıyorum. Onca gürültünün ortasında kendi köşesinden bakan, gören, dinleyen ve anladıkça daha çok susan. Onu duydukça yeniden gülümsüyorum.

Tam kırk yaşındayım.

Açlık ve yokluk çekmeden,  sıcak bir savaşın içinden geçmeden, ailesini çocuk yaşta yitirmeden, istismara uğramadan, eğitim hakkı elinden alınmadan, uzuvlarını kaybetmeden, talihsiz bir kazaya kurban gitmeden, aklını yitirmeden, yok sayılmadan, sevgiyi ve iyiliği duyumsama şansına erişen şanslı bir azınlığın içinde oldum. Her zaman hayıflanacak bir şeyler ve aşılacak engeller vardı. Bunların çoğu büyük acılar vermedi ya da önüme duvarlar örmedi. Hâlâ alacak çokça yolum, çözecek tonla düğümüm de olsa olduğum kişiden razıyım, sanırım. Keşke’lerim yok değil elbet. Sabırlı, toleranslı, deryadil, dingin bir iç haline varmak bu kadar zor olmasaydı keşke. Öfkede cimri, iyimserlikte cömert bir tabiatım olsaydı. Ve keşke yaşamın sahte seslerine sağır olsaydı kulaklarım.

‘Yaşamak’ her on yılda bir başka bir “olmak” haline dönüşüyor.

Genç olmak,
anlaşılır olmak,
güzel ve karizmatik olmak,
beğenilir olmak,
akıllı olmak,
üretken olmak,
saygın olmak,
ait olmak,
sözü dinlenilir, ismi güvenilir olmak,
huzurlu olmak,
sağlıklı olmak…

Tizden pese doğru ilerleyen bir gam[1] gibi her notada daha az bağıran ve nihayet sessizliğe varan bir “yolda olma hali” yaşamak. Şimdi ben bir piyanonun ortanın az ötesi bir oktavında tınlayıp duruyorum kendi ömrümün kırkında. İsyan makamından kabule, temaşadan tenhalığa, bekleyişten özleyişe, gürültüden sükûnete, “ne derler?”den “kime ne?” ye, korkudan cesarete, anlatmaktan anlamaya, görünmekten göstermeye doğru kalender bir ezgi çalıyorum. İçimde konaklayan her kadına biraz uğruyor ama çok kalmıyorum. An geliyor, ‘can’ımı gündüze çağıran ne varsa sarılıp teşekkür ediyorum, an geliyor dev kazanına gürültüyle dökülen şelale gibi köpürüyorum, göğsüm patlayacak oluyor. Ânın ayaklarımın altından  kaydığı, zamanın bir oda ve bir yastıklık koğuşa dönüştüğü falezlerde geziniyorum ve sonra nereden uçup geldiği meçhul ümitvar bulutlara değiyorum.

Kendi denizlerimin Poseidon’uyum. Dingin, dalgalı, fırtınalı, ılıman ya da ayaz her dem, her mevsim bende ve benimle biliyorum. Üç uçlu bir mızrak var elimde.  Dün, bugün ve yarın diz dize yaşıyor üstünde. Öfkelendiğimde ya da huzura erdiğimde her ‘zaman’ım nasibini alıyor bundan, şimdi daha açık görüyorum.

40’ım ve hâlâ fena halde şaşkınım. Hâlâ hangi şarkının notası, hangi niyetin  harcıyım bilmiyorum. Yaşamak için bilmek gerekseydi devam etmek çok zor olurdu. Bilmediğim ama bir şekilde sezdiğim içgörüsel bir yönelme ile gidiyorum bir yerlere. Yaşama ahlâkına hayranlık duyduğum ve her mısrasıyla yeniden vurulduğum Veysel gibi gâh ağlayıp gâhi güle, yetişmek için menzile gidiyorum gündüz gece.

Ömrümün kırkında,
denizin ortasında,
ben neredeyim, menzil nere,
gidiyorum gündüz gece.

Derya CESUR


[1] Müzikte tonal sistem içerisindeki dizilere verilen ad. Çıkıcı gamda ses giderek incelir (tizleşir), inici gamda ses giderek kalınlaşır (pesleşir).

Ölü Tırnağa Bakarken

Önce rengi değişti,
ardından yavaş yavaş dokusu.
Her gün biraz daha kurtuldu tutunduğu deriden.
Az kalmıştı ayrılmaya, azıcık acır gibi oldu.
O da bitti son kertede.
Küçük ve hızlı bir çekiş,
sonra kopuş…

Bozulma ne zaman başladı bilmiyorum.
Bir tür enfeksiyon mu yoksa çokça yaşayıp unuttuğum o meşhur çarpmalardan biri yüzünden mi?
“Üfff amma da acıdı!” gibi şeyler söylendiğim ya da çarpmanın şiddetinden yalnızca bir kenara çömelip neredeyse ağlayacak olduğum zamanlardan bir hatıra olabilir pekâlâ.
Neticede, koptu gitti işte.
Birden değil, ağır ağır. Farkına varmadım bile.

Son günlerde dalıp gitmeye fırsat bulduğum her boşlukta aynı soru dönüp duruyor zihnimde.
“Tam olarak nerde başlamış olabilir?”
Hayır, tırnağın ölümü değil; içinde sürüklendiğimiz bu toplumsal afazi.[1]
Birbirimizi anlamaz hale gelmeye tam olarak nerde başladık?
Cebimizdeki  kelimeler ne zaman yabancı oldu?
Ne zaman bölüştük  kutsalları?
Din benim, bayrak senin, vatan onların ne zaman oldu?
Tırnak etten, söz değerden,  zikir fikirden ne zaman ayrı düştü?
“Burada” diyebileceğimiz bir yer var mı?
Ya da “gün/ay/yıl” diye yazabileceğimiz bir vakit?

Şehirler gece başka olur.
Binalar uyur, pencereler uyanır sanki.
“Ne çok pencere var!” derim bir uçağın içinden bakıyorsam.
Bir deniz kenarından ya da hakim bir tepenin yol kenarından…
Her pencereden başka manzara görünür.
Kimileri işlek, ışıklı caddelere, ferah ufuklara, çiçekli bahçelere; kimileri metruk sokaklara,  beton duvarlara, küfürlü kaldırımlara bakar.
Bin pencereden bin ülke görünür aslında.
Baktığı yere benzer o penceredekiler de. Baktığı sokak, cadde, ufuk dönüştürür insanı.
Önce evleri, sokakları, kaldırımları, şırıl şırıl caddeleri, vitrinleri kurar;
sonra karşısına geçip baka baka onlara benzer insan.
Yaptığı şeye dönüşür yani; güzelse güzel, çirkinse çirkin olur çıkar.

Ölü bir tırnağı çöpe atmadan önce hakkında uzun uzun düşünecek ruh haline nasıl eriştim bilmiyorum. “Bunun hakkında bir şey yazabilir miyim?” diye sesli bir cümle bile kurdum. Klavyenin karşısına geçmek için çok daha ‘canlı’ temalar bulabilirdim oysa. Nesneden düşünceye mi ilerledim, düşünceden nesneye mi vardım? Belki her ikisi de.

Tek bildiğim, başlangıcın silikliği.
Bozulmanın küçük,
dünyanın dönüşü gibi  hiçbir fenalık hissi uyandırmadan yavaşça
ve geri dönüşsüz şekilde ilerlediği.

Cevabı kestiremese de “Ne olacak?” diye soruyor insan. Tırnağını kaldırıp atan ayak parmağıma eğilip bakıyorum.  Tadilattan sorumlu kan hücrelerim çoktan işe başlamış. Yakında bana yeni ve sağlıklı bir tırnak yapacaklar. Bunu bildiğinden olsa gerek, parmağımın herhangi bir gerginliği yok. Geleceğinden kaygılı ve korku içinde olduğuna dair bir izlenim edinmedim. Aynı bilgeliğin ona hükmeden beynime de nasip olmasını çok isterim. İnsanlığın on binlerce yıllık yolculuğunda sayısız  çöküş ve diriliş hikayesi var. Önce küçük topluluklara, kabilelere ve sonra daha geniş sınırlara, binlerce kişilik şehirlere, oradan  kıtalara yayılan imparatorluklara yürüdük. Sonra dünya savaşları ile yine daha küçük sınırlara çekildik. Bu afazinin birlikte olma kabiliyetimizi gün geçtikçe azalttığı, bizi ayıran şeyleri bizi birleştiren şeylerden daha önemli yaptığı ortada. Bir zamanlar büyük ‘biz’ e inanmış bir topluluğun şimdilerde küçük ‘biz’lerde  nefes alıp verdiği, dilini anlayamadığı ‘öteki’ne rastlamamak için yolunu değiştirdiği de aşikar. “Öteki” kapımızın, bahçemizin, mümkünse mahallemizin dışında kalsın istiyoruz. Ancak homojenleşme sosyal medyada olduğu kadar kolay olmuyor. Dilediğimizi tek bir dokunuşla özel alanımızdan dışlayabildiğimiz sanal dünyanın tersine, gerçek hayat bize hayat görüşümüze denk arkadaşlık ya da komşuluk önerileri ile gelmiyor. Bu yüzden ‘öteki’ ile temsil bulan her davranış, imaj ya da söz öbeği kaldırımda karşılaştığımız ‘gerçek insan’a yüksek dozlu  “seni istemiyorum” imaları göndermemize neden oluyor.

Birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.

Konu sevdiğimiz renklerin,  tuttuğumuz takımların, ait olduğumuz ekonomik sınıfların haddini çoktan aştı. “Öteki” herkes için geleceğin önünü tıkayan bir tehdide dönüştü. Yalanla doğru, güzelle çirkin, siyahla beyaz, cennetle cehennem arasındaki değişmez zıtlık “biz” ve “onlar” arasına yerleşti. Taraflar kendilerini güvende hissetmek, ‘diğerleri’ni dışarıda bırakmak için özel güvenlikli kapalı sitelere, benzerlerini kucaklayacağı şehirlere, derneklere, sosyal medya gruplarına yöneldi. Tahammül sınırında kırmızı sirenler çalıyor.

Bir ülkeyi savunan askerler zorunlu durumlarda, hayati olanı korumak güdüsüyle geri çekilir. Bitkiler kuraklık zamanlarında büyümeyi bırakır ve dışarıdan aldıkları en küçük enerjiyi hayatta kalmak için kullanır. Yılanlar büyüdükçe eski derisinden soyunur, yeni dokular yaratır.  Organizmalar hastalıklı uzuvlarını tamir edemezlerse ondan kurtulur. Tırnak olmadan parmak, parmak olmadan ayak, ayak olmadan vücut yaşıyor. Ta ki, hayati olanlar tehlikeye girene dek…

Hayati olanlar ‘değerlerimiz’di.
Çözünüyorlar.
Erime ne zaman başladı bilmiyorum.
Artan yoksulluk mu, yoksa tek derdi çoktan seçmeli sınavlarda öğrenci koşturmak olan eğitim kurumları mı sorumlu?
Bilmediğini bilmenin erdem olduğunun unutulması, alime saygısızlık, bilgi süslü cehalet, bireyci anlayışın karizmasındaki artış ve toplumsaldan vazgeçiş, hedonizmin önlenemez yükselişi, metruk sokaklara ve küfürlü kaldırımlara bakan pencerelerin çoğalması gibi şeyler olabilir pekâlâ.
Neticede, çözünüyor işte.
Birden değil; ağır ağır ve gönül bile bile.


[1]  Afazi: Konuşamama, söz yitimi, insan beynini diğer canlılardan büyük oranda ayıran en önemli özelliklerden birisi olan “lisan” özelliğinin bozulması durumu. Toplumsal afazinin teşhisi ve tanımı geniş anlamda ilk defa yazar Alev Alatlı tarafından yapılmıştır. Toplumsal afazide sorun, iletişimde kullanılan kelimelerin anlamlarındaki muğlaklıktır. Kelimelere, kendilerini kullanan kişiler tarafından muhtelif bağlamlara göre farklı anlamlar yüklendiğinde, ortaya iletişimi engelleyen özel bir söz yitimi tipi çıkmaktadır. (Sinan Canan / Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler)

Derya CESUR
Eylül 2021

Beni Yak, Kendini Yak, Her şeyi Yak

“Üstüme gelmeyin, yakarım kendimi,” dedi. “Can bildiklerimden, güvenip hayatımı teslim ettiklerimden gördüğüm ihaneti başka hiçbir şeyden görmedim. Yanıma yöreme kim gelse kollarımı açıp buyur ettim. İstemek nedir bilmeden verdim, daha çok verdim, daha da çok verdim. Buna karşın itildim, tarümar edildim. Yeter artık, buraya kadar! Üstüme gelmeyin, yakarım kendimi!”

Dedi ve yaptı; yanıyor Dünya.

Yıllardır bağıra çağıra “Durdurun kendinizi, yoksa canınız yanacak” diyerek dönen gezegen imayı bırakıp eyleme geçti. Kalaşnikofla öldürülemeyen virüsler salarak, sular taşırıp ateşler yakarak gövdesinde biriken irinleri birbiri ardına kusuyor. Ve kendini yaşayan yaşamayan her şeyin üstünde gören homo sapiens sapiens (“modern insan” ya da Encyclopedia Britannica’ya göre, “bilge adam”) bu yıkıcı geri bildirimi püskürtecek bir yol bulamıyor. Çünkü güçler dengesi konusunda bile isteye telafisi olmayan yanlışlar yaptı ve yapmaya devam ediyor. Artık onun için bağırmak, ağlamak, imitasyon dünyasını savunmak ve dua etmek dışında bir seçenek yok.

                On binlerce yıl önce benzerlerinin nesli tükenirken iklimlere ve değişen diğer koşullara uyum sağlama yeteneği sayesinde türünü devam ettiren bu insan ırkının postmodern torunları olarak dengeler üstüne kurulmuş bir hayatı daima haddini zorlayarak yaşamayı seçen  bizler, ilerleme adına yaptığımız her yeni müdahale ile asla kazanamayacağımız bir savaşta yeni cepheler açmaya devam ediyoruz ve edeceğiz. Birkaç yüzyıllık bilgimiz ile yüz milyonlarca yıllık yaşam geleneğini yok sayarak durumu lehimize döndürmeye çalışırken kim bilir kaç acınası yenilgiye daha uğrayacağız. Kazandığımıza hükmederken kaybettiğimizi söyleyenlerin ağızlarını tıkayacak ve işler yolunda gitmediğinde hesap soranlara iyi niyetli sağırlar olduğumuzu söyleyerek herkesi tevekküle çağıracağız.

                Taşı kuştan, suyu rüzgardan ayırmayı marifet sayan, bilgiyi milyarlarca başlığa bölerek parçanın bütünle ilişkisini koparan, kendini topraktan ayırarak beton krallıklarda konfor üstüne konfor yaratan üstün (!) zekamız havayla, suyla, çekirgeyle, arıyla, Amazon’un uçan nehirleriyle, Sahra’nın tozlarıyla, Kızıldeniz’in mercan resifleriyle, Afrika savanasındaki fille, sırtlanla, antilopla, Kuzey Kutbu’ndaki buzulla ve muson yağmurlarıyla bağlı bir hayat sürdürdüğünü, tahrip edilen her doğal unsurun birbirine kuvvetle mecbur bu hayatı tehdit ettiğini, bir türün kontrolsüz şekilde azalıp çoğalmasının ekolojik dengeyi altüst ettiğini ve dolayısıyla bu ekolojinin içinde yaşamak zorunda olan insan türünün eninde sonunda bundan ölümcül şekilde etkileneceğini bir gün anlar mı?

Yalnızca son iki yılda binlerce insanımızı, yaban hayata dahil on binlerce hayvanımızı, rakamlarla söylenemeyecek kadar çok ağacımızı salgın, sel ve yangınlarda yitirdik. Denizlerimiz onlarca yıldır istismara uğruyor. Kent atıklarıyla florası bozulan, dolgu malzemeleriyle ve santrallerle doğal çapları ve potansiyelleri azaltılan nehirler, göller ve denizler kuruyor, kusuyor ve hızlı çekimde işlevini yitiriyor. İnsan topraktan gelen hayata yabancılaşıp ekmeğin ve zeytinin markette üretildiğini sandığından beri “su” yalnızca güzel sesli bir manzara, karşısına geçip romantik hayallere daldığımız şırıl şırıl bir fotoğraf oldu. Aylarca kendini esirgeyip ruhumuzda kuraklık psikozları yaratan ve nihayet geldiğinde bir kasabayı yerle yeksan eden yağmur, kendi kendine alev alan çam ormanları, sallandığında şehirleri ve ekonomileri perişan eden depremler, yakalanamayan düşman Corona ve bağlantılı olarak artan tüm yaşam maliyetleri filmin kendisi de değil üstelik; yalnızca fragmanı.

                Aklı başında olup da büyük fotoğrafı yorumlayabilen herkes bir tür distopya kahinliği yapmadığımı bilir. İzlenme rekorlarına imza atan Netflix dizilerinin üç beş satır altında, gözden ırak akıldan ırak köşelerde görülmeyi ve duyulmayı bekleyen, gezegen hayatına dair yapılmış o sıkıcı (!) belgesellerde bilimsel bulgularla gözümüze ve kulağımıza sokulan hakikate daha ne kadar yüz çevireceğiz?

‘Yaşamak’la son derece meşgulken  onun belki de tek öncülü olan “yaşatmak” ile ilgili akıl yormaya ne zaman başlarız? Suda yüzmek zorunda iken bir kez olsun “su” hakkında düşünmeyen balığa benzemekten ne zaman vazgeçeriz? Var mı böyle uzun uzun bir vaktimiz?

“Üstüme gelmeyin, taşarım!
Siz ilerledikçe kısalıyor kolum kanadım.
Göğümden, denizimden, nehrimden,
ağacımdan, dağımdan uzak tutun ellerinizi,
beni kendi halime bırakın.
Kendi kendime sararım yaralarımı, dokunmayın!
Artık isteseniz de geri veremezsiniz çaldıklarınızı.
İstemezsiniz de zaten;
lakin
ben alırım.” dedi.

Sonra…
Sonrası,
ÇOK YAKINDA.

Derya CESUR
Ağustos 2020

Tecessüs

Bilmek hadisesi zorlar insanı.
Bilmek, sorumlulukla kol kola gezer, bilinen şeyin gereğini yapmaya mecbur eder;
eğer o gerçek bir ‘bilmek’ ise.
Çünkü insan istese de istemese de tutarlı olmaya eğilimlidir. Bizi insan yapan kodlar bütünü korumak, akıl, duygu ve beden arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmakla ilgili komutlar içerir.

Öğrendiğimiz her yeni bilgi ya da deneyim ile mevcut yazılımdaki kodlar güncellenir. Her yeni bilgi ile yakın ve uzak gelecekteki muhtemel senaryomuz değişir. Her yeni öğrenme ile algımız alt üst olur. Bir odanın içinde en mükemmel haliyle konumlandığını düşündüğümüz tüm o eşyalar yerlerinden oynayıp dağılır sanki. Her seferinde yeni bir tertip gerekir. Bu yüzden öğrenmeye hevesli zihinlerin asla derli toplu odaları olmaz. Konfor alanı nedir bilmeyen bu bilinç türü bir yandan alabildiğine genişlerken diğer yandan kendine sığacak, sığınacak yer bulmakta zorlanır.

Biz çocukluktan da biliyoruz.
Uzayan kemiklerimizin böldüğü uykuları unutmuş değiliz; büyümek, her haliyle sancılı bir şey.
Aidiyetlerimizi yeniden sorgulatan, eşten, dosttan, akrabadan eksilten bir şey bu.

Bildiklerimiz, itinayla üst üste dizdiklerimiz bir bir yıkılır öğrenirken. Dünya dilinde “değişmek” deriz buna. Değişmek çoğu kez pişmanlıklar, hayal kırıklıkları ve yalnızlıklar döker başımızdan aşağı. Bazen bir ucundan başlayıp tüm kişisel tarihimizi alev alev yakar yahut telafisi zor erezyonlar yaşatır. Belki de bu yüzden bu kadar korkuyoruz yeni bir şey öğrenmekten. Çünkü öğrendikçe bildiklerimiz korkutucu şekilde azalır.

İçinde huzurla yaşadığımız ‘insandan duvarlar’ yavaş yavaş çözünür, geçirgenleşir ve yerçekimsiz bir gezegende yürür gibi yalpalarız boşlukta. Taştan bloklar gibi durduğu yerde duran, tavizsiz, yalnızca kendi konuştuğunu duyanların dünyasından kopar, havada gezinen yalnız toz tanecikleri gibi ilişecek başka bir tanecik ararız. İşte bu hiç konforlu değil. Belki de merak etmek, o merakın peşine düşmek, genişlemek bu yüzden ızdıraplı geliyor.

Bilmenin çoğu kez öğrenmekle eş olmadığını söylüyor eğitim bilimciler. Teorik olarak öyle olabilir. Ancak bana göre bilmek hadisesine doğru bakılmıyor. Öğrenilmeyen şey zaten bilinmemiştir. Benim bilmekten kastım özümsemek, anlamak, eyleme dönüştürmektir. Bilge Yunus’un dediği gibi yani;

“Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”

Bilmek, farkında olmaktır.
Farkında olmak ise başlı başına beladır.

Farkında olmak elini ayağını büker insanın. Farkındaysan çatışma başlar. Öteden beri yapageldikleriyle savaşmaya başlar insan. Tüm sinir ağları gerilir. Farkında olduğumuz şey bizi sorumlu kılar. Gereğini yapmazsak huzur bulamayız. Gereğini yaptığımızda ise aynı yerde kalamayız.

Tecessüs…

Son okuduğum kitapta[1]rastladım ona. Final yazısının içinde buluştuk.  Yazar da hiç okumaya niyetli olmadığı bir anda Cemil Meriç kitaplarından birinde göz göze gelmiş ‘tecessüs’le . Görür görmez vurulmuş kelimeye.

Sözlükler, bilhassa kuru ve derinliksiz olanlar “merak” demiş tecessüse. Hayır, beni çeken bu değil. Başka olmalı, bu kelime daha derinlerden tüten bir anlam bulutu taşıyor sırtında, biliyorum” diyor Sinan Canan. Kendi deyimiyle bu tınısı cıscıslı kelimenin ardına düşmüş. Casus ile aynı kökten gelirmiş tecessüs. El yordamıyla aramak, ardını araştırmak, derin merak duymak, öğrenmeye durmak, gösterilenin ardını talep etmek ve dahası demekmiş. “Nereden nereye?” diyerek gülümsedim. Çünkü son zamanlarda verip durduğum öğretmence nasihatlerin arasında sıklık derecesi en yüksek olanı buydu.

“Sana verilenle yetinme, ardına düş.”

“Bizi beklemek değil, merak etmek kurtaracak.”

“Kapılar hep vardır ve ancak elinde doğru anahtar varsa açılır. Önce merak küçük arkadaşım; onu uyandırmalısın.”

Ve böyle uzayıp giden onlarca dakika…
Tek bir kelime ile anlatabilirmişim meğer; tecessüs.

İnsan merakını öldürmeden büyüyebilmişse, bu güzel gezegenin ona anlatacak pek çok ilginç hikayesi var, hâlâ. Baktıkça bakası, duydukça duyası, her fırsatta kendini onun yüz milyonlarca yıllık kucağına atası gelir tecessüsle yaşayan insanın. En büyük bilgi ondadır. Her rengi başka bir ses çıkarır, her sesi ayrı bir lezzete çağırır. İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burun deliklerinden, cildindeki gözeneklerden girer; kemiklerine, sinir ağlarına, göğüs kafesine ve diyaframına yerleşir hayat. O zaman, belki yalnızca o tek an, parçası olduğumuz, ait olduğumuz yerin ve tek hakikatin farkına varırız.

Bakmaya yeltenince görecek şey çok.
Duymaya niyet edince çağıran ses güçlü.
Bilmeye doğru çıkılan yol uzun.

Bilmemek mümkün.
Bilmeyi reddetmek zavallılık.
Bilmeyi murad etmek fazilet.
Bilmediğini bilmemek, bildiğini sandığıyla övünmek ise felaket. Tüm bunlarla birlikte, pek de bir şey bildim sayamam kendimi.
Ama tecessüs… O yanımda.
Mucizelere değmeye, anlamaya çalışmaya, bağlantıları bulmaya,
şaşırmaya ve daha çok şaşırmaya,
ezberleri utandıran sorular sorup ortalığı karıştırmaya devam edecek o.
Nefis ile,
dev aynaları ile,


[1] Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler. 2020. ss:283

Papalaginin Şeyleri

Kendini hür sanan tutsaklar tarikatının mürididir o. Zamanı mikro parçalara bölerek yönetebileceğini düşleyen, tiktakların hızına yetişemediğinde ahlanıp oflanan, ağızlar dolusu dertlenen, uykuları bölünen, ellerini gökyüzüne kaldırarak Büyük Ruh’tan kendisi için lütuflar dilenendir.

Kim?
Papalagi.

İçimin en içinden sessizce bağırdığım nice anlar oldu ki o çığlıklar yalnızca kalem kağıda duyurabildi kendini. Çoğu zaman uzun, bağlı, kafiyeli satırların arasına gizlenmiş halde bir anlayan bekledi kendine. Çoğunlukla bulamadı beklediğini, lakin azınlıkla “İşte bu!” da dedi. O da bir süredir narin cüssesi ve cam göbeği kılığı ile rafta usulca bekliyordu sırasını. Nihayet günü geldi, açtı kapağını okuyanı.

Ne?
Bir kitap;
Göğü Delen Adam.

Ona başka bir kitabın sokaklarında, başka bir yazarın içtenlikli anlatısında rastladım, merak edip peşine düştüm. Şimdi Erich Scheurmann’ın tanıklığı ve çevirisi ile (iyi ki) Tuiavii’nin halkına ithafen yaptığı konuşmaları okurken, Beyaz Adam’ın yaşama telaşına getirdiği yorumlara şaşırıyor; papalagiye, yani kendime üzülmeden edemiyorum.

Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yeriler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler; beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip geçmişti.”

Sözcüğü sözcüğüne çevrildiğinde “göğü delen” demekmiş papalagi. Bir kabile reisinin, Güneydenizi’nin kabile halkına Avrupa’nın “aydınlanmış” insanlarından ve öğretilerinden uzak durmalarını salık veren, asla edebi olmayan, dilin en basit kullanımıyla yapılmış bu konuşmalara gülümserken bir Çeroki Kızılderilisi olan Forrest Carter’ın o muhteşem kitabı Küçük Ağacın Eğitimi ‘ni hatırlayıp gülümsüyorum. Yine aynı yalın bilgelik…

‘Şey’lerden bahsediyor Tuivaii. Hindistan cevizi, örtü, midye, yüzük, tabak, çorap ya da şapka gibi. ‘Şey’lere fena halde takılmış. ‘Şey’lersiz yaşayamaz hale gelen papalagi  için diyor ki;

“Eğer insan çok fazla şeye gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir.”

Binlerce yıldır icatlar çıkarıp duran, her yeni buluşla hayatını biraz daha kolay ve yaşanabilir kılmaya çalışan, yetinmeyi sevmediği için ‘zaman’la sürekli yarış halinde olan insanlığı düşününce pek de haksız görünmüyor. Yanlış mıyım?

İnanın bana, Avrupa’da ‘şey’siz yaşamaktansa ölmek için ateş borusunu alnına dayayan insanlar vardır. Çünkü papalagi türlü türlü yolla zihnini bulandırır, sonra da kendi kendine “insan nasıl ki yemeden yaşayamazsa ‘şey’siz de olamaz der.”

Şimdi bu satırları yazdığım odada gözlerimi etrafta gezdiriyor ve ‘şey’lerime bakıyorum; giyindiğim şeylere, süründüğüm şeylere, takındığım, duvarlara astığım, lazım olur diye sakladığım şeylere. Giyindiklerimi, süründüklerimi, takındıklarımı, sakladıklarımı içine ya da üstüne koyduğum diğer şeylere de…  

Saçım için ‘şey’lerim var.
Yüzüm için,
tırnaklarım için,
ayaklarım
ve
vücudumun geri kalan her yeri için kullanadurduğum
yüzlerce ‘şey’ ile çevriliyim.

Bu Polinezyalıya göre ben de pek çokları gibi ileri derecede ‘şey’ bağımlısıyım. İtiraz etmek nafile; bence de öyleyim. Bu ‘şey’ler olmadan nasıl yaşanır bilmiyorum. Bu yüzden gittiğim her yere onları da götürüyorum. Gerekli olanların yanı sıra, herhangi bir durumda lazım olma ihtimali olan ‘şey’leri de daha büyük başka ‘şey’lerin içine tıkıştırıp yola çıkıyorum. Bazen, neredeyse kendi ağırlığımca ‘şey’i oradan oraya taşıyıp duruyorum. Düşündüm de, şeylerim olmadan ben ‘yok’ gibi bir şeyim.

Bunca ‘şey’ olmadan nasıl insan olunur?
‘Şey’lersiz bir hayat korkutucu derecede şey olmaz mı?
Şey işte;
çıplak!

Bu uzun soluklu kapatma günlerinde[1] mutfakta yeterince yiyecek ‘şey’, üşürsem düğmesine basıp açabilecek birkaç şey, kirlenirsem beni temizleyecek epeyce ‘şey’ varken ve bu ‘şey’lere sahip olmak için pek çok emek, zaman ve para harcamışken, edindiğim her ‘şey’le biraz daha yoksullaştığımı düşünmek biraz sersemletici oldu. İçten içe, hatta bazen içten oldukça dışa doğru yüksek sesle sorup durduğum “Biz nereye sahi?” ve türevi sorular cahil (!), eğitimsiz, ilkel (!) bir adalı tarafından oldukça basit  şekilde yanıtlandığı için suyum bulandı.

“Ölü olmadıkları halde yaşamazlar onlar.”

Nasıl?
Bunu hazmetmek biraz zaman alacak.

Keşke bu kadar doğrudan söylemeseydi diyeceğim ama lafı dolandırmak bizim uzmanlık alanımız, Tuivaii’nin değil. Biz papalagiler ‘şey’lerle doldurduğumuz, çok çalışmakla, inşa etmekle, icat etmekle, bol bol üretmekle ve bir o kadar edinmekle övündüğümüz son derece gelişmiş medeniyetimizde  (!) daha yuvarlak konuşmayı severiz. Ölü bile yeterince ölü değildir bizim için; hatıradır, cennetten bizi izleyen ruhtur, gidip geri gelmeyendir, rahmetlidir  ama “ölü” değildir. Aslında yaşamıyor olsak bile bunu yarı çıplak bir kabile reisinden duymayı hiç mi hiç istemeyiz, öyle değil mi?

Üstelik biz üstün (!) papalagiler olmak için çok uğraştık. Yoksul bir Polinezyalı hangi hakla yüksek zekamızla var ettiğimiz ‘şey’leri sıradan bir palmiye ya da kavak ağacından daha aşağı görebilir?

“…O, geldiği yerde Büyük Ruh’un ‘şey’lerini paramparça ettiği için yok ettiklerini kendi eliyle yeniden yaratmaya çalışır. Bu arada bir sürü şey yaptığı için de kendisinin Büyük Ruh olduğunu sanır.”

Medeniyetin hiçbir halini deneyimlememiş bu adam hakikati bildiğini sanarak bizim binlerce yıllık gelişim hikayemizi yok sayıyor. Bu akıl almaz cüreti nereden buluyor peki? Hemen söyleyelim.

Özgürlüğün cesaretidir bu.
Bu müdanasızlık, ihtiyaçsızlığın zenginliğidir.
“Yaşamın amacı yaşamaktır.” diyen doğal bilgeliğin özgüvenidir.

Sürekli hareket eden, ‘daha çok’ diye diye uykularını yitiren, düşünüp taşınmaktan yorulan, okuyup yazan, gezip gören, çalışıp kazanan ve ihtiyaçlarını asla yeterince gideremediği için asla yeterince huzurlu, yeterince tatminkar olamayan papalagiler yüzyıllardır cevabı yanlış sorunun altında arıyor olabilir mi?  Belki yeterince kulak verirsem Güneydeniz’nin rüzgarına ilişip de gelen  o nefesi duyabilirim ve belki daha fazla yoksullaşmadan durdurabilirim bozgunu. Belki sessizce değil, bağıra bağıra söyleyebilirim artık;

“Sahip olmak ya da ‘olmak’!
İşte bütün mesele bu.”


[1] Covid 19 salgını nedeniyle 29 Nisan-17 Mayıs 2021 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Türkiye genelinde  sokağa çıkma yasağı uygulaması yapılmıştır.