Ömrümüm Kırkı

Bir zamandır yolda idi gölgesi.
Önce başı göründü, omuzları ve sonra gövdesi.
Yaklaştı, durdu;
gözüme, kirpiğime, saçıma, gülüşüme ,
canı kağıtta bulan sözüme,
har’ı imbikte süzen dilime,
az bulutlu güneşime
geldi sarıldı kırkım.

Ömrümün en devinimli, en hovarda, en filinta yıllarını ‘yaşanmışlar hanesi’ne yazdım. Elde ne var bilmeden, düne sırtımı dönmeden gidiyorum gündüz gece.

Küçük, mütevazi şeyler bekledim hayattan. Bir iş, bir eş, bir ev, bir çocuk, bir külah akide şekeri diler gibi daha geniş bir çemberde dolanmayı diledim bir de. Dilediğim kadar oldu ne olduysa, belki daha çok…

Herkes gibiydim işte.
Beğenilmek istedim, onaylanmak, güçlü görünmek,
özel hissetmek, başarmak, kendimden söz ettirmek…
Şu “gelecek” denen obur zaman beni yutmasın diye her gece adalet istedim Tanrı’dan.

Kalbimi kıranlar,
kalbini kırdıklarım, kalbini duymadıklarım oldu.
Gözüme görünmesin istediklerim,
beni görsün diye tepindiklerim,
gözüne görünmeyeyim diye yol değiştirdiklerim de.

Kırk yaz, kırk kış geçti başımın üzerinden
Baharları sayamadım;
bazı yıllar çoktu, bazısında hiç yoktu.
Güzler desen,
bazen kaç mavi mevsimi yuttu.

O küçük, oğlan saçlı, kara önlüklü, beyaz yakalı halimle okula ilk gidiş günümde kapı eşiğinde fotoğraf makinesine el sallayan çocuktan biraz artmış, biraz eksilmiş biriyim şimdi. İçimde, köşelerine iyice yerleşmiş  ağır suretlerimin arasında iştahlı merakıyla ve ilk günkü saflığıyla ortalıkta dolaşmaya devam ediyor o. Her an bir yetişkinin zılgıtını yiyebileceği endişesiyle bir görünüp bir kayboluyor. “Buna da şükür!” demeliyim; hala nefes alıyor.

O kadar yaşadık!  Ne oldu bunca yılda?
Everest’e çıkamadım mesela.
Ünlü bir düşünür, şarkıcı ya da oyuncu olamadım.
Tekne ile dünya turu,
bisiklet ile Guinness rekor denemesi, 
Harvard’da doktora yapamadım.
Çok para kazanamadım ve herhangi bir şeyde “çok başarılı” olamadım.
Nedeni ortada.
hiçbirini yapmayı ya da olmayı denemedim, hayal bile etmedim.

Onların yerine, muhitimdeki en  dik yokuşa tırmandım. Öğretmen, hiç ünlü olmayan bir yazar ve oyuncu oldum. Tekne ile koyları gezdim, bisiklet sürdüm, düştüm,  dizim kanadı, annem evde alıkoymasın diye su bulup yıkadım, geçti, yine sürdüm, yine düştüm. Bir sürü şeye heves ettim ve hiçbirinde yeterince konaklamadım. Bu yüzden hiç madalyam olmadı.

Ağladım,
kızdım,
öfkelendim,
okudum,
izledim,
dinledim,
öğrendim,
çok çalıştım, insan oldum;
sadece insan.

Ömrümün kırkındayım.

 Artık dünya kimse için birkaç insanlık yer değil. Bir hane içinde yüzlerce kişiyiz artık. Odalarımızın içinde, koltuklarımızın üstünde, bir gün bir yerde karşılaşma olasılığımızın asla olmadığı insanların hayatlarına dokunuyoruz. Herkesin en gülücüklü anılarına, en afilli deneyimlerine, en gidilesi konumlarına bakıp inceden iç geçiriyoruz. Yapamadıklarımız, aklımızdan geçirmediklerimiz üçer beşer önümüze düştükçe geçip giden zamana daha çok hayıflanıyoruz. Tüm bilyeleri cebindeki yırtıktan dökülüp gitmiş üzgün çocuklara dönüşüyoruz. Dönüşüyoruz, dönüşüyor bazıları, dönüşüyor-um ben de herkes gibi.Sonra gidip içimdeki en bilge kadını arıyorum. Onca gürültünün ortasında kendi köşesinden bakan, gören, dinleyen ve anladıkça daha çok susan. Onu duydukça yeniden gülümsüyorum.

Tam kırk yaşındayım.

Açlık ve yokluk çekmeden,  sıcak bir savaşın içinden geçmeden, ailesini çocuk yaşta yitirmeden, istismara uğramadan, eğitim hakkı elinden alınmadan, uzuvlarını kaybetmeden, talihsiz bir kazaya kurban gitmeden, aklını yitirmeden, yok sayılmadan, sevgiyi ve iyiliği duyumsama şansına erişen şanslı bir azınlığın içinde oldum. Her zaman hayıflanacak bir şeyler ve aşılacak engeller vardı. Bunların çoğu büyük acılar vermedi ya da önüme duvarlar örmedi. Hâlâ alacak çokça yolum, çözecek tonla düğümüm de olsa olduğum kişiden razıyım, sanırım. Keşke’lerim yok değil elbet. Sabırlı, toleranslı, deryadil, dingin bir iç haline varmak bu kadar zor olmasaydı keşke. Öfkede cimri, iyimserlikte cömert bir tabiatım olsaydı. Ve keşke yaşamın sahte seslerine sağır olsaydı kulaklarım.

‘Yaşamak’ her on yılda bir başka bir “olmak” haline dönüşüyor.

Genç olmak,
anlaşılır olmak,
güzel ve karizmatik olmak,
beğenilir olmak,
akıllı olmak,
üretken olmak,
saygın olmak,
ait olmak,
sözü dinlenilir, ismi güvenilir olmak,
huzurlu olmak,
sağlıklı olmak…

Tizden pese doğru ilerleyen bir gam[1] gibi her notada daha az bağıran ve nihayet sessizliğe varan bir “yolda olma hali” yaşamak. Şimdi ben bir piyanonun ortanın az ötesi bir oktavında tınlayıp duruyorum kendi ömrümün kırkında. İsyan makamından kabule, temaşadan tenhalığa, bekleyişten özleyişe, gürültüden sükûnete, “ne derler?”den “kime ne?” ye, korkudan cesarete, anlatmaktan anlamaya, görünmekten göstermeye doğru kalender bir ezgi çalıyorum. İçimde konaklayan her kadına biraz uğruyor ama çok kalmıyorum. An geliyor, ‘can’ımı gündüze çağıran ne varsa sarılıp teşekkür ediyorum, an geliyor dev kazanına gürültüyle dökülen şelale gibi köpürüyorum, göğsüm patlayacak oluyor. Ânın ayaklarımın altından  kaydığı, zamanın bir oda ve bir yastıklık koğuşa dönüştüğü falezlerde geziniyorum ve sonra nereden uçup geldiği meçhul ümitvar bulutlara değiyorum.

Kendi denizlerimin Poseidon’uyum. Dingin, dalgalı, fırtınalı, ılıman ya da ayaz her dem, her mevsim bende ve benimle biliyorum. Üç uçlu bir mızrak var elimde.  Dün, bugün ve yarın diz dize yaşıyor üstünde. Öfkelendiğimde ya da huzura erdiğimde her ‘zaman’ım nasibini alıyor bundan, şimdi daha açık görüyorum.

40’ım ve hâlâ fena halde şaşkınım. Hâlâ hangi şarkının notası, hangi niyetin  harcıyım bilmiyorum. Yaşamak için bilmek gerekseydi devam etmek çok zor olurdu. Bilmediğim ama bir şekilde sezdiğim içgörüsel bir yönelme ile gidiyorum bir yerlere. Yaşama ahlâkına hayranlık duyduğum ve her mısrasıyla yeniden vurulduğum Veysel gibi gâh ağlayıp gâhi güle, yetişmek için menzile gidiyorum gündüz gece.

Ömrümün kırkında,
denizin ortasında,
ben neredeyim, menzil nere,
gidiyorum gündüz gece.

Derya CESUR


[1] Müzikte tonal sistem içerisindeki dizilere verilen ad. Çıkıcı gamda ses giderek incelir (tizleşir), inici gamda ses giderek kalınlaşır (pesleşir).

Vaveyla

Üçüncü dünya harbi bu.
Gövdeler ayakta,
ruhlar aman dileniyor
süngüler ucunda.

Cennete heves edip
cinnete konuyor us.
Ölümden önce
lakin
‘yaşamak’tan öte,
sahtelikten peydah bir bataklığın önünde,
hayatın kurumlu dibinde
sallıyor beyaz bayrağı
kara kirler içinde.

Nagalip bir yarış bu;
varılmaz yol,
çıkmaz sokak.
Kurmaca,
kalpazan,       
ard arda çalıp duran
ölümsüz bir nakarat.
Yalanın dili munis, dansı kıvrak
ve
cephe cephe düşüyor
hakikat .

Derya CESUR

Bohem Bir Martı

Bohem Bir Martı “Neden sürekli denize bakıyoruz” diye sordum martıya .
Kanatları büyük, gagası keskin, gözleri kırmızı bir martıydı!
“Geçmişte kalan yüzleri, sesleri hatırlamak için gözlerini denizden ayırmayanlar da vardır ama çoğu yüreği soğusun, derdini unutsun diye bakar. Bazısı denizin sırrını merak eder, sahile vuran dalgaların sesine karışmış fısıltıları duymaya çalışır. Denizin saklayacak bir şeyi olmadığı gibi sırrı da yoktur oysa! Bildiğin su işte! Sen fazla takılıyorsun bu konulara…Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık! Gördüğün gibi ben de yaşlı bir martıyım. Sen de meraklı bir insansın. Siz insanlar saklayamayacağınız sırların peşinden koşuyorsunuz. Bırakmanız lazım bu gizem arayışlarını, hangi yoldan giderseniz gidin tüm yollar aynı meydana çıkıyor. Siz farklı yollar tutarsanız farklı hayatlar yaşayacağınızı düşlüyorsunuz…
“Kendi kendimizi kandırıyoruz yani?”
“Aslına bakarsan içten içe başkalarının da sizi kandırmasını istiyorsunuz. Yalan güzelse inananı çok olur derler… Balinalar sardalya sürülerini kovalıyor. Deniz kaplumbağaları kumların arasına bırakıyor yumurtalarını. Bir gün yirmi dört saat. Siz de umut ediyorsunuz. Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!”

Basit düşünüp basit yaşayan, sabahtan akşama kadar ne bulursa yiyen bu çok bilmiş bohem martıyı dinleyecek değildim elbette…(!) Ellerimi şortumun ceplerine sokuyor yaz rehavetiyle sahilde yürümeye başlıyorum.

Geçmiş zamanda bir gün küçük bir sahil kasabasına düşmüştü yolum. Soluğu salaş bir balık lokantasında almıştım. Yedim, içtim, uzun bir süre benden başka masa kalmayana kadar oturdum. Garsonlar, hadi arkadaşım bizim de evimiz var, der gibi bakmaya başlayınca hesabı istedim. Küçük, oymalı, süslü bir tahta kutunun içerisinde getirdiler. Elimi montumun cebine attım, cüzdanım yok! Üzerimi değiştirirken otelde arabanın anahtarlarıyla beraber televizyonun üzerine bıraktığım geldi aklıma. Sıcak bir rüzgar esti içimde, yüzümün kızardığını hissettim. Gecenin kör yarısı arayacağım kimse yoktu, üstelik balık lokantasına da ilk defa geliyordum. “Cüzdanımı otelde unutmuşum” dedim beyaz gömlekli garsona. Utanıyorum, sıkılıyorum bir taraftan. “Alıp gelebilirim. ”Patrona haber verecek, iş büyüyecek, rezil olacağım derken gülümsedi delikanlı“ Yolun buralara yine düşer ağabey!” dedi, döndü gitti. Çok geçmeden sade bir Türk kahvesi bıraktı masanın üzerine, sanki hesabı ödemişim, yüklü de bir bahşiş bırakmışım gibi. Ne adımı sordular ne telefon numaramı istediler. On yılı geçti hala gidiyorum o salaş balık lokantasına…

Gideceği yere gidiyor, döneceği yere dönüyor insan! Yolun nerelere düşeceği belli olmuyor. Kendi kendime gülüyor soluklanmak için kumsala serpiştirilmiş şezlonglardan birine oturuyorum. Çok geçmeden koltuğunun altında kirli mavi bir minderle öğrenci olduğunu tahmin ettiğim genç kız dikiliyor tepeme. “Ağabey tutar mısın ucundan şezlongu şemsiyenin gölgesine çekelim? ”Elli lira karşılığında eski hasır şemsiyenin gölgesine, kirli mavi minderin üzerine yerleşiyorum. Nasıl sıcak, denize girenler, sohbet edenler, kitap okuyanlar ve kulaklıklarıyla müzik dinleyenler var. Tepsisi elinde, parmak arası terlikleriyle midyeci geliyor. Orta yaşlarda, saçları seyrek, hafif göbekli, bıyıklı bir adam. İşaret edince, açıp limon sıktığı midyeleri tombul elleriyle uzatmaya başlıyor. Laf olsun diye işlerin nasıl sorusunu soruyorum.

“Bereket versin ağabey nafakamız çıkıyor da son meseleleri biliyorsun işte. Haram yemek günah ağabey! Yalan söylemek de günah! Hırsızlık yapmak günah, kibirli olmak da başkasının hakkını yemek de günah! ”


Laf uzamasın, keyfim kaçmasın diye “Memleketin meselesi bitmez” diyorum midyeciye, kabukları sayıyoruz on iki tane yemişim, iki de kendinden açıyor. Havluyu, öte beriyi koyduğum çantadan şnorkeli, gözlüğü alıyor denize giriyorum. Leylekleri toparlanmış göç ederken gördüm bugün, gelişlerine sevindiğim kadar gidişlerine hüzünleniyorum. Bir yaz daha bitiyor. Sizi bilmem ama anlamadım ben bu senenin nasıl geçtiğini, geçen yıl da öyleydi. Normal hayatlarımıza devam ederken, kırmızı ışıkta bile geçmiyorken iki yılımızın sayfalarını yırttılar günlüklerimizden. Çocuklar okula gidemez, yaşlılar sokağa çıkamaz oldu. Sosyal mesafeli hayatlarımız, maskeli anılarımız oldu. Denizlerimiz kirlendi, ormanlarımızla beraber içimiz yandı. Yüzerken, geride kalan, yaşanmış günlerde bağıra çağıra, neşeyle söylediğimiz şarkı geliyor aklıma, “gitmesek de görmesek de orası bizim köyümüzdür.”

Deniz minareleriyle dolduruyorum ceplerimi, denizden çıkıyorum. Su var, su var! Şu duş aldığım su şifalı sanki? Bir taraftan titriyorum, bir taraftan suyun altından çıkmak istemiyorum. Terapi gibi, silkelenmek, arınmak gibi. Bohem martıya sorsam; su sudur diyecek çıkacak işin içinden. Kurulanmış dönerken şişmanca bir kadının hasır şemsiyenin gölgesini kaptığını görüyorum. Şalvarlı, gerdanı terli, ayak tırnakları kırmızı ojeli. Ezilmiş mor terlikleri ilişiyor gözüme. Hayrola der gibi bakıyorum, o da sırıtarak yemedik ya şemsiyeni der gibi bakıyor.
“Bakla falı bakacağım sana!”
“Param yok.”
“Yirmi liran da mı yok?”
Yirmi lira para değil mi diye başlasam konuşmaya, sinirlenir gibi yapsam, kalkar mısın yerimden diye diretsem… Hepsinin boşa gideceğine o kadar eminim ki.
“Söyle bakalım şimdi bir soğuk. ”
Başına gelenleri kabullenmiş kazazede edasıyla söylüyorum soğukları.
“ Cıgaran var mı çiçeğim? ”
Paket zaten onun yanında duruyor, gösteriyorum. Kırmızı kadife bir torba çıkarıyor şalvarının kıvrımından, elime tutuşturuyor.
“ Bir dilek tut, söyleme. ” O kadar uzun zaman oldu ki bir şey dilemeyeli, ne dilersem olacakmış gibi tereddüt ediyorum. Bir taraftan insanı etkisi altına alan garip bir havası var.
“Tuttun mu çiçeğim?”
“Tuttum. ”
Kahkahayı patlatıyor, “sana bir şey söylerdim ama neyse!”
Rahatlığın, özgüvenin böylesi. Yirmi bir adet kuru baklanın ve renkli taşların olduğu torbayı mavi minderin üzerine boşaltıyor. Meraklılar birikiyor etrafımızda, kadınlar daha çok, küçümseyen bakışlara karışan acaba ne diyecek beklentisi, adam sendeciler.
“Olacak dileğin ama zamanı var çiçeğim!”
Arabamı değiştireceğimi, önü deniz, arkası orman etrafında ev olmayan bir ev alacağımı… Anlatırsam büyünün bozulacağını düşündüğüm! Duyduğum zaman inanmakla inanmamak arasında kaldığım bir sürü şeyi dillendiriyor. “Söyle bakalım şimdi bir soğuk daha !”
Toparlanıyor sonra, uzattığım yirmi lirayı almıyor.
“Bazı insanlar neden karşıma çıkıyor diye düşünüyorsun ya! Bazen hayat dönüşeceğin insanı çıkarır karşına. Topla kendini der, ayakların yere bazsın der, kolundan tutar şöyle bir sarsar. Bunun gibi olma, der. Anladın mı çiçeğim? ”

Martı geliyor hasır şemsiyenin kenarına konuyor, alay eder gibi; “Oltanı her zaman denize atma, içindeki gölde de balık tut mu dedi? ”İçimdeki gölü sen nereden biliyorsun diye soramadım tabi. Basit düşünüp, basit yaşayan, kanatları büyük, gagası kesin, gözleri kırmızı bohem bir martıyı ciddiye alacak değildim elbette .Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık…Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!

31 Ağustos 2021

Ali Gülcü

Ölü Tırnağa Bakarken

Önce rengi değişti,
ardından yavaş yavaş dokusu.
Her gün biraz daha kurtuldu tutunduğu deriden.
Az kalmıştı ayrılmaya, azıcık acır gibi oldu.
O da bitti son kertede.
Küçük ve hızlı bir çekiş,
sonra kopuş…

Bozulma ne zaman başladı bilmiyorum.
Bir tür enfeksiyon mu yoksa çokça yaşayıp unuttuğum o meşhur çarpmalardan biri yüzünden mi?
“Üfff amma da acıdı!” gibi şeyler söylendiğim ya da çarpmanın şiddetinden yalnızca bir kenara çömelip neredeyse ağlayacak olduğum zamanlardan bir hatıra olabilir pekâlâ.
Neticede, koptu gitti işte.
Birden değil, ağır ağır. Farkına varmadım bile.

Son günlerde dalıp gitmeye fırsat bulduğum her boşlukta aynı soru dönüp duruyor zihnimde.
“Tam olarak nerde başlamış olabilir?”
Hayır, tırnağın ölümü değil; içinde sürüklendiğimiz bu toplumsal afazi.[1]
Birbirimizi anlamaz hale gelmeye tam olarak nerde başladık?
Cebimizdeki  kelimeler ne zaman yabancı oldu?
Ne zaman bölüştük  kutsalları?
Din benim, bayrak senin, vatan onların ne zaman oldu?
Tırnak etten, söz değerden,  zikir fikirden ne zaman ayrı düştü?
“Burada” diyebileceğimiz bir yer var mı?
Ya da “gün/ay/yıl” diye yazabileceğimiz bir vakit?

Şehirler gece başka olur.
Binalar uyur, pencereler uyanır sanki.
“Ne çok pencere var!” derim bir uçağın içinden bakıyorsam.
Bir deniz kenarından ya da hakim bir tepenin yol kenarından…
Her pencereden başka manzara görünür.
Kimileri işlek, ışıklı caddelere, ferah ufuklara, çiçekli bahçelere; kimileri metruk sokaklara,  beton duvarlara, küfürlü kaldırımlara bakar.
Bin pencereden bin ülke görünür aslında.
Baktığı yere benzer o penceredekiler de. Baktığı sokak, cadde, ufuk dönüştürür insanı.
Önce evleri, sokakları, kaldırımları, şırıl şırıl caddeleri, vitrinleri kurar;
sonra karşısına geçip baka baka onlara benzer insan.
Yaptığı şeye dönüşür yani; güzelse güzel, çirkinse çirkin olur çıkar.

Ölü bir tırnağı çöpe atmadan önce hakkında uzun uzun düşünecek ruh haline nasıl eriştim bilmiyorum. “Bunun hakkında bir şey yazabilir miyim?” diye sesli bir cümle bile kurdum. Klavyenin karşısına geçmek için çok daha ‘canlı’ temalar bulabilirdim oysa. Nesneden düşünceye mi ilerledim, düşünceden nesneye mi vardım? Belki her ikisi de.

Tek bildiğim, başlangıcın silikliği.
Bozulmanın küçük,
dünyanın dönüşü gibi  hiçbir fenalık hissi uyandırmadan yavaşça
ve geri dönüşsüz şekilde ilerlediği.

Cevabı kestiremese de “Ne olacak?” diye soruyor insan. Tırnağını kaldırıp atan ayak parmağıma eğilip bakıyorum.  Tadilattan sorumlu kan hücrelerim çoktan işe başlamış. Yakında bana yeni ve sağlıklı bir tırnak yapacaklar. Bunu bildiğinden olsa gerek, parmağımın herhangi bir gerginliği yok. Geleceğinden kaygılı ve korku içinde olduğuna dair bir izlenim edinmedim. Aynı bilgeliğin ona hükmeden beynime de nasip olmasını çok isterim. İnsanlığın on binlerce yıllık yolculuğunda sayısız  çöküş ve diriliş hikayesi var. Önce küçük topluluklara, kabilelere ve sonra daha geniş sınırlara, binlerce kişilik şehirlere, oradan  kıtalara yayılan imparatorluklara yürüdük. Sonra dünya savaşları ile yine daha küçük sınırlara çekildik. Bu afazinin birlikte olma kabiliyetimizi gün geçtikçe azalttığı, bizi ayıran şeyleri bizi birleştiren şeylerden daha önemli yaptığı ortada. Bir zamanlar büyük ‘biz’ e inanmış bir topluluğun şimdilerde küçük ‘biz’lerde  nefes alıp verdiği, dilini anlayamadığı ‘öteki’ne rastlamamak için yolunu değiştirdiği de aşikar. “Öteki” kapımızın, bahçemizin, mümkünse mahallemizin dışında kalsın istiyoruz. Ancak homojenleşme sosyal medyada olduğu kadar kolay olmuyor. Dilediğimizi tek bir dokunuşla özel alanımızdan dışlayabildiğimiz sanal dünyanın tersine, gerçek hayat bize hayat görüşümüze denk arkadaşlık ya da komşuluk önerileri ile gelmiyor. Bu yüzden ‘öteki’ ile temsil bulan her davranış, imaj ya da söz öbeği kaldırımda karşılaştığımız ‘gerçek insan’a yüksek dozlu  “seni istemiyorum” imaları göndermemize neden oluyor.

Birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.

Konu sevdiğimiz renklerin,  tuttuğumuz takımların, ait olduğumuz ekonomik sınıfların haddini çoktan aştı. “Öteki” herkes için geleceğin önünü tıkayan bir tehdide dönüştü. Yalanla doğru, güzelle çirkin, siyahla beyaz, cennetle cehennem arasındaki değişmez zıtlık “biz” ve “onlar” arasına yerleşti. Taraflar kendilerini güvende hissetmek, ‘diğerleri’ni dışarıda bırakmak için özel güvenlikli kapalı sitelere, benzerlerini kucaklayacağı şehirlere, derneklere, sosyal medya gruplarına yöneldi. Tahammül sınırında kırmızı sirenler çalıyor.

Bir ülkeyi savunan askerler zorunlu durumlarda, hayati olanı korumak güdüsüyle geri çekilir. Bitkiler kuraklık zamanlarında büyümeyi bırakır ve dışarıdan aldıkları en küçük enerjiyi hayatta kalmak için kullanır. Yılanlar büyüdükçe eski derisinden soyunur, yeni dokular yaratır.  Organizmalar hastalıklı uzuvlarını tamir edemezlerse ondan kurtulur. Tırnak olmadan parmak, parmak olmadan ayak, ayak olmadan vücut yaşıyor. Ta ki, hayati olanlar tehlikeye girene dek…

Hayati olanlar ‘değerlerimiz’di.
Çözünüyorlar.
Erime ne zaman başladı bilmiyorum.
Artan yoksulluk mu, yoksa tek derdi çoktan seçmeli sınavlarda öğrenci koşturmak olan eğitim kurumları mı sorumlu?
Bilmediğini bilmenin erdem olduğunun unutulması, alime saygısızlık, bilgi süslü cehalet, bireyci anlayışın karizmasındaki artış ve toplumsaldan vazgeçiş, hedonizmin önlenemez yükselişi, metruk sokaklara ve küfürlü kaldırımlara bakan pencerelerin çoğalması gibi şeyler olabilir pekâlâ.
Neticede, çözünüyor işte.
Birden değil; ağır ağır ve gönül bile bile.


[1]  Afazi: Konuşamama, söz yitimi, insan beynini diğer canlılardan büyük oranda ayıran en önemli özelliklerden birisi olan “lisan” özelliğinin bozulması durumu. Toplumsal afazinin teşhisi ve tanımı geniş anlamda ilk defa yazar Alev Alatlı tarafından yapılmıştır. Toplumsal afazide sorun, iletişimde kullanılan kelimelerin anlamlarındaki muğlaklıktır. Kelimelere, kendilerini kullanan kişiler tarafından muhtelif bağlamlara göre farklı anlamlar yüklendiğinde, ortaya iletişimi engelleyen özel bir söz yitimi tipi çıkmaktadır. (Sinan Canan / Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler)

Derya CESUR
Eylül 2021

Ben: İnsan

Ben, insan!
Denizinde damla,
ormanında
yere yatmış bitkin kozalak,
dağında taş,
göğünde bir zerre yaş ben.

Ahh sevgili Dünya!
Evim, nefesim,
neşem, kederim, dinmeyen hevesim…
Suyunda başlayan, toprağında bitenim,
sen dururken yerli yerinde
bir kapıdan gelip ötekinden gidenim ben.

Ben, insan!
Nehirlerinden içip, ağacından yiyenim;
sahip değil, aitim.
Bulutlarına, ufuklarına, hudutlarına değdirip gözümü
güneşinden merhamet,
yağmurundan bereket dileyenim ben.

Ben, insan!
Cehl içinde ve acizim.
Kıymetinden kıyamet,
şefkatinden ihanet üretenim ben.
Kendime hürmet diye
dengene kast edenim.
Ahh sevgili Dünya!
Seviyorum seni
ve dehşetle ürküyorum can harbinden.

Ben, insan!
Bağırsam,
desem ki  “Yapmayın, yakındır kıyam!”
Zorbalığım kadim,
neslim kör ve zalim;
durmaz,
durmayacak bu ziyan!

Derya CESUR
Ağustos 2021