
Çok ciddiyim.
Telefonların akılsız, ilişkilerin sanalsız, sohbetlerin yüz yüze olduğu yıllarımı geri istiyorum.
Çocukların sokaklarda yakartop, istop oynadığı; ip atlayıp tek kale maç yaptığı, kızların ve oğlanların kaldırımlarda kümelenip uzaktan uzağa birbirlerine kur yaptığı, balkonlarında oturup mahalleye göz kulak olan, camdan cama birbirine musakka tarifi veren teyzelerin zamanına kaçmak istiyorum. Yeni çağım şöyle bir kenarda dursun. Hayatımdaki tek ekran televizyon olsun; içinde üç beş kanal, üstünde anne danteli bulunsun.
Fena bunaldı içim;
her an ulaşılabilir olmaktan,
her gün sayısız yazışmayı takip etmekten,
seçmediğim, sevmediğim onlarca konunun, sorunun, durumun parçası olmaktan
ve daha nicesinden.
Dijital çağ en çok kime yaradı diye düşünüyorum; aklıma ilk hırsızı, dolandırıcısı geliyor. Duruma hepimizden önce uyum sağlamakla kalmayıp tur bile bindirdiler. Her yeni gün yeni bir aldatmacaya uyanıyor ve haber alır almaz “aman kimsenin başı yanmasın” hissiyle yüzyılımızın müthiş icadı olan yeşil başlı sohbet arsızına koşuyoruz. Ulusal medyayı takip etmeyi bırakmış olsak ne olmasak ne? Artık her telefon cihazı ulusal medya, her sosyal medya hesabından kayıp çocuklar, ölü kadınlar, istismarlar, sağlıklı yaşam reçeteleri, ağlamalar, dövünmeler, sitemler, lanetler, …ler,…..ler,…..ler fışkırıyor. Cevap yazmadığımızda, gelen çağrıya bakmadığımızda, aranıp da ulaşılamaz olduğumuzda hesap soruluyor, küsülüyoruz. İğnelemelerle ve imalarla dürtülüp duruyoruz. Evet evet ! Biri bizi sürekli dürtüyor; ne şahane(!)
Böyle böyle her gün daha kaygılı, daha korumacı, güvensiz, uykuları delik deşik insanlara dönüşüyoruz. Bana kalırsa dünya tarihinde emsali görülmemiş bir kölelik düzeni bu. Özgürleşeceğiz derken gün be gün zincirlerimize yeni halkalar ekliyo ; özelliğimizi, öznelliğimizi ve bizi biz yapan her ne varsa feda edip ‘herkes’leştiğimiz, canlı bir organizma olmaktan çıkıp dijital verilere dönüştüğümüz ziyan bir çağın içinde eriyoruz.
Hele şimdi!
Mikroskobik bir gestapo tarafından hücrelerimize bu derece tıkılmış, böyle üst üste, dışarıya yalnızca ekranlardan sızabildiğimiz bir hayatı yaşamaya mecbur edilmişken…
Şimdi müsaadenizle bir klişe yapıp “eskiden ne güzeldik” demek istiyorum.
Evimize ilk telefon cihazının girişini, üzerinde sekiz; fakat içinde yalnızca iki kanalı olan ilk renkli televizyonumuzun karşısına heyecanla geçişimi, evin büyüklerine ayaklı kumanda hizmeti verişimi, sobanın üzerinde tıslayan demlik eşliğinde izlediğim Brezilya dizilerini çağırıyorum, düşüyorlar önüme. Güzel insan Barış Manço’nun hepimizi kucaklayan sesini, Adam Olacak Çocuk’ları, 7’den 77’ye ile gidip gezdiği onlarca ülkeyi alıp koyuyorum yanıma. Susam Sokağı, Şeker Kız Candy, Bizimkiler… Samimiyet, masumiyet, haysiyet… Çat kapı gidip içine daldığım haneler, önlüğümdeki tebeşir , seyyardaki tatlı leblebi tozu… Üzerine ses kaydı yaptığım zavallı kasetler, nereye sığdıracağımı bilemediğim walkman, otobüs duraklarından beşer onar aldığım, “ya kaybedersem” diye gözümden sakındığım mini minnacık biletler… Mektuplar, kırtasiyelerin önünde çevire çevire baktığım yılbaşı kartları, pullar, heybeli postacılar… Bir albümde gezinir gibi “ey gidi günler” edasına bürünüyor yüzüm. Şimdi, tam da şu an, olabilecek en güçlü duygu ile gezegenimizin yeni efendisi Zuckerberg yeni bir aydınlanma yaşasın, gitsin, yapan birini bulsun, dileyeni dilediği zamana göndersin istiyorum.
Doğmuş olmak yetmiyormuş var olmak için. Ben kitapların elçisiyim. Dış hayat kendini nasıl yeniliyorsa insan da kendini yeniden ve yeniden yaratmalıymış.[1]Buradan bakınca belki de sorun bendedir. Fiziksel varlığımın yürüdüğü, eğilip büküldüğü, uyuyup uyandığı dünyaya karşın inatla geriye bakan, eskiyi yücelten ruhumdadır araz.
Peki yalnız mıyım?
Bir tek bana mı zorba zaman?
Her şey normal de, bir tek benim aklım, benim duygularım mı bulanan?
Binlerce araştırma istatistiği, dolup taşan psikolog klinikleri, Times’ın sularında fark edilir hale gelen Prozac içeriğine falan ne diyeceğiz? Söyler misin Erkin Baba, bir ben miyim perişan?
Nostalji denilen şeyin yalnızca eskiye duyulan romantik bir özlem olmadığını biliyorum. 17. yüzyıldan itibaren tıpta psikolojik bir vaka olarak da geçiyor. Terime ismini de veren bilim insanı Johannes Hoffer nostaljiyi, özünde şeytani sebepler bulunan nörolojik bir hastalık olarak tanımlıyor. Fena! Neyse ki zamanda yolculuk arzum o kadar da geri gitmiyor. Ancak hiç kuşkum yok ki, varlığımızın tüm bileşenlerini akıl almaz bir hızla kuşatıp kıskaca alan, baş döndürücü kolaylıklarına kendimizi seve seve teslim ettiğimiz bu yeni zaman oyuncakları 17. yüzyılın şeytanlarına diz çöktürür.
Yazıyı nihayete erdirmek gerek; lakin şöyle gösterişli bir final paragrafı, son noktayı koyacak bir cümle bulamadım. Dedim ya, fena dağınığım. Göz ucuyla Erkin Baba’ya bakıyorum şimdi. Yetişiyor imdadıma, yanıt veriyor feryadıma.
Sana kara yazı yazıldı sanma
İnsanın da kaderi böyle
Anılara kapılıp da kanma
Dünyanın da düzeni böyle
Aynı ile vaki canım babam;
ama yiğitlik falan kalmadı serde.
Derya CESUR
Ocak 2021
[1] Nihan KAYA, Yazma Cesareti, 2019