Bohem Bir Martı

Bohem Bir Martı “Neden sürekli denize bakıyoruz” diye sordum martıya .
Kanatları büyük, gagası keskin, gözleri kırmızı bir martıydı!
“Geçmişte kalan yüzleri, sesleri hatırlamak için gözlerini denizden ayırmayanlar da vardır ama çoğu yüreği soğusun, derdini unutsun diye bakar. Bazısı denizin sırrını merak eder, sahile vuran dalgaların sesine karışmış fısıltıları duymaya çalışır. Denizin saklayacak bir şeyi olmadığı gibi sırrı da yoktur oysa! Bildiğin su işte! Sen fazla takılıyorsun bu konulara…Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık! Gördüğün gibi ben de yaşlı bir martıyım. Sen de meraklı bir insansın. Siz insanlar saklayamayacağınız sırların peşinden koşuyorsunuz. Bırakmanız lazım bu gizem arayışlarını, hangi yoldan giderseniz gidin tüm yollar aynı meydana çıkıyor. Siz farklı yollar tutarsanız farklı hayatlar yaşayacağınızı düşlüyorsunuz…
“Kendi kendimizi kandırıyoruz yani?”
“Aslına bakarsan içten içe başkalarının da sizi kandırmasını istiyorsunuz. Yalan güzelse inananı çok olur derler… Balinalar sardalya sürülerini kovalıyor. Deniz kaplumbağaları kumların arasına bırakıyor yumurtalarını. Bir gün yirmi dört saat. Siz de umut ediyorsunuz. Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!”

Basit düşünüp basit yaşayan, sabahtan akşama kadar ne bulursa yiyen bu çok bilmiş bohem martıyı dinleyecek değildim elbette…(!) Ellerimi şortumun ceplerine sokuyor yaz rehavetiyle sahilde yürümeye başlıyorum.

Geçmiş zamanda bir gün küçük bir sahil kasabasına düşmüştü yolum. Soluğu salaş bir balık lokantasında almıştım. Yedim, içtim, uzun bir süre benden başka masa kalmayana kadar oturdum. Garsonlar, hadi arkadaşım bizim de evimiz var, der gibi bakmaya başlayınca hesabı istedim. Küçük, oymalı, süslü bir tahta kutunun içerisinde getirdiler. Elimi montumun cebine attım, cüzdanım yok! Üzerimi değiştirirken otelde arabanın anahtarlarıyla beraber televizyonun üzerine bıraktığım geldi aklıma. Sıcak bir rüzgar esti içimde, yüzümün kızardığını hissettim. Gecenin kör yarısı arayacağım kimse yoktu, üstelik balık lokantasına da ilk defa geliyordum. “Cüzdanımı otelde unutmuşum” dedim beyaz gömlekli garsona. Utanıyorum, sıkılıyorum bir taraftan. “Alıp gelebilirim. ”Patrona haber verecek, iş büyüyecek, rezil olacağım derken gülümsedi delikanlı“ Yolun buralara yine düşer ağabey!” dedi, döndü gitti. Çok geçmeden sade bir Türk kahvesi bıraktı masanın üzerine, sanki hesabı ödemişim, yüklü de bir bahşiş bırakmışım gibi. Ne adımı sordular ne telefon numaramı istediler. On yılı geçti hala gidiyorum o salaş balık lokantasına…

Gideceği yere gidiyor, döneceği yere dönüyor insan! Yolun nerelere düşeceği belli olmuyor. Kendi kendime gülüyor soluklanmak için kumsala serpiştirilmiş şezlonglardan birine oturuyorum. Çok geçmeden koltuğunun altında kirli mavi bir minderle öğrenci olduğunu tahmin ettiğim genç kız dikiliyor tepeme. “Ağabey tutar mısın ucundan şezlongu şemsiyenin gölgesine çekelim? ”Elli lira karşılığında eski hasır şemsiyenin gölgesine, kirli mavi minderin üzerine yerleşiyorum. Nasıl sıcak, denize girenler, sohbet edenler, kitap okuyanlar ve kulaklıklarıyla müzik dinleyenler var. Tepsisi elinde, parmak arası terlikleriyle midyeci geliyor. Orta yaşlarda, saçları seyrek, hafif göbekli, bıyıklı bir adam. İşaret edince, açıp limon sıktığı midyeleri tombul elleriyle uzatmaya başlıyor. Laf olsun diye işlerin nasıl sorusunu soruyorum.

“Bereket versin ağabey nafakamız çıkıyor da son meseleleri biliyorsun işte. Haram yemek günah ağabey! Yalan söylemek de günah! Hırsızlık yapmak günah, kibirli olmak da başkasının hakkını yemek de günah! ”


Laf uzamasın, keyfim kaçmasın diye “Memleketin meselesi bitmez” diyorum midyeciye, kabukları sayıyoruz on iki tane yemişim, iki de kendinden açıyor. Havluyu, öte beriyi koyduğum çantadan şnorkeli, gözlüğü alıyor denize giriyorum. Leylekleri toparlanmış göç ederken gördüm bugün, gelişlerine sevindiğim kadar gidişlerine hüzünleniyorum. Bir yaz daha bitiyor. Sizi bilmem ama anlamadım ben bu senenin nasıl geçtiğini, geçen yıl da öyleydi. Normal hayatlarımıza devam ederken, kırmızı ışıkta bile geçmiyorken iki yılımızın sayfalarını yırttılar günlüklerimizden. Çocuklar okula gidemez, yaşlılar sokağa çıkamaz oldu. Sosyal mesafeli hayatlarımız, maskeli anılarımız oldu. Denizlerimiz kirlendi, ormanlarımızla beraber içimiz yandı. Yüzerken, geride kalan, yaşanmış günlerde bağıra çağıra, neşeyle söylediğimiz şarkı geliyor aklıma, “gitmesek de görmesek de orası bizim köyümüzdür.”

Deniz minareleriyle dolduruyorum ceplerimi, denizden çıkıyorum. Su var, su var! Şu duş aldığım su şifalı sanki? Bir taraftan titriyorum, bir taraftan suyun altından çıkmak istemiyorum. Terapi gibi, silkelenmek, arınmak gibi. Bohem martıya sorsam; su sudur diyecek çıkacak işin içinden. Kurulanmış dönerken şişmanca bir kadının hasır şemsiyenin gölgesini kaptığını görüyorum. Şalvarlı, gerdanı terli, ayak tırnakları kırmızı ojeli. Ezilmiş mor terlikleri ilişiyor gözüme. Hayrola der gibi bakıyorum, o da sırıtarak yemedik ya şemsiyeni der gibi bakıyor.
“Bakla falı bakacağım sana!”
“Param yok.”
“Yirmi liran da mı yok?”
Yirmi lira para değil mi diye başlasam konuşmaya, sinirlenir gibi yapsam, kalkar mısın yerimden diye diretsem… Hepsinin boşa gideceğine o kadar eminim ki.
“Söyle bakalım şimdi bir soğuk. ”
Başına gelenleri kabullenmiş kazazede edasıyla söylüyorum soğukları.
“ Cıgaran var mı çiçeğim? ”
Paket zaten onun yanında duruyor, gösteriyorum. Kırmızı kadife bir torba çıkarıyor şalvarının kıvrımından, elime tutuşturuyor.
“ Bir dilek tut, söyleme. ” O kadar uzun zaman oldu ki bir şey dilemeyeli, ne dilersem olacakmış gibi tereddüt ediyorum. Bir taraftan insanı etkisi altına alan garip bir havası var.
“Tuttun mu çiçeğim?”
“Tuttum. ”
Kahkahayı patlatıyor, “sana bir şey söylerdim ama neyse!”
Rahatlığın, özgüvenin böylesi. Yirmi bir adet kuru baklanın ve renkli taşların olduğu torbayı mavi minderin üzerine boşaltıyor. Meraklılar birikiyor etrafımızda, kadınlar daha çok, küçümseyen bakışlara karışan acaba ne diyecek beklentisi, adam sendeciler.
“Olacak dileğin ama zamanı var çiçeğim!”
Arabamı değiştireceğimi, önü deniz, arkası orman etrafında ev olmayan bir ev alacağımı… Anlatırsam büyünün bozulacağını düşündüğüm! Duyduğum zaman inanmakla inanmamak arasında kaldığım bir sürü şeyi dillendiriyor. “Söyle bakalım şimdi bir soğuk daha !”
Toparlanıyor sonra, uzattığım yirmi lirayı almıyor.
“Bazı insanlar neden karşıma çıkıyor diye düşünüyorsun ya! Bazen hayat dönüşeceğin insanı çıkarır karşına. Topla kendini der, ayakların yere bazsın der, kolundan tutar şöyle bir sarsar. Bunun gibi olma, der. Anladın mı çiçeğim? ”

Martı geliyor hasır şemsiyenin kenarına konuyor, alay eder gibi; “Oltanı her zaman denize atma, içindeki gölde de balık tut mu dedi? ”İçimdeki gölü sen nereden biliyorsun diye soramadım tabi. Basit düşünüp, basit yaşayan, kanatları büyük, gagası kesin, gözleri kırmızı bohem bir martıyı ciddiye alacak değildim elbette .Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık…Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!

31 Ağustos 2021

Ali Gülcü

Dalga

Uykusunu alamamış, yatabilse, başını yastığa koyabilse ne zaman kalkacağı belli olmayan çırağın uzattığı simitleri alıyorum, sıcacık.Sivrisinekler yemiş kollarını, kaşırken kanatmış.Ömrü olursa, ileride “o zamanlar fırında çıraktım” diye anlatacak bugünleri.Uykusuz kalmana değecek bir hayatın olsun diye geçiriyorum içimden, ucuz mavi takım elbiseli, saçları limonla geriye doğru yapıştırılmış, kuru bir adam geliyor gözümün önüne, kaşları kalın. Belki geçmişten, belki gelecekten, şimdiye yansıyan bir görüntü.Açıldığı gibi gıcırtıyla çekiyorum ahşap kapıyı, küçük olduğunu tahmin ettiğim zilin sesini de duyuyorum çıkarken.

Gökyüzü bakır cezve renginde, karanlık, kasabanın sokakları nemli. Deniz ve karabataklar dahil herkes ve her şey uyuyor.Belki de hiç kapanmayan çay bahçesinden karton bardakta alıyorum çayı.Fenere kadar ayaklarımı sürüye sürüye yürüyorum.Cebimde evden getirdiğim üçgen peynirlerden var.Kimi ısıra ısıra yer simidi, kimi küçük parçalara ayırır, ben neden bilmem ikiye bölenlerdenim. Dökülen susamları parmağını tükürükleyip, yapıştırıp yiyenler de var, onlardan değilim. O başka bir ruh hali herhalde, titizlik midir, çocukluktan kalan bir alışkanlık mıdır, nedir?

Size de olur mu bilmem, kendimi oyalamak için en son ne zamandı ve ilk ne zamandı meselesine takılırım.En son ne zaman bu saatte kalktım?İlk ne zaman fenerin önündeki taşlara oturdum?En son ne zaman güneşin doğuşunu seyrettim?Basit sorular en zor sorular herhalde. Aklın çıkmazlarına dalmaya gör.Kuralı da nereden dalarsan oradan çıkarsın gibi bir şey.Eskiden işkine yapardı karşı fenerin ucu, iskorpit de olurdu hatta daha çok iskorpit olurdu.İki numara siyah iğne, çift teke, kurşunsuz misine. İlle taktırırdım!Tepe lambasının yalancı aydınlığında güzel insanlarla keyifli vakitler geçirdim.İskorpit çorbaları içtik sabahları, uzaklarda, başkalarından duyduğumuz fakat görmediğimiz yerlere balık avı planları yaptık.Onlar gitti.Ben kaldım!

Giden unutur da kalan biriktirir. Sadece önemli şeyler olsa neyse, ıvır zıvır ve hatta çerçöp, biriktirdiğini de bilmez.Görüş varsa bulmak da kolaydır, vurmak da. Bulanık suda ne bulduğunu bilirsin ne vurduğunu, görmen için daldığın yerden çıkman lazım.Gördüğüne bağlı olmakla beraber ummak görmekten güzel sanki?Gördüğünü sihirli bir dokunuşla umduğuna dönüştürebiliyorsan laf aramızda büyük adamsın.Herkes beceremiyor.

Denizin üzerinde titreşen kayıkların isimlerine baka baka fenerden geri dönüyorum. Yeni bir gün başlıyor, insanlar uyanıyor yeni yeni. Biri dokunuyor omzuma, irkiliyorum.“Ali ağabey?”Ucuz mavi takım elbiseli, saçları limonla geriye doğru yapıştırılmış, kuru, kalın kaşlı bir adam! İsmail?Simit, sadece susam ve hamur değildir, sıfır da değildir, sonsuzluk da.İsmail gibi adamların çocukluğudur, gençliğidir, un çuvallarının üzerinde uyandığı sabahlardır…İnsanı, bileni, anlayanı az koylarda çakıl taşlarının üzerine oturup dalgaların sahile vuruşunu izliyorum.Biraz kaçış, çokça buluşma…Şimdi sahile vuran dalga bir öncekiyle aynı mı acaba?

Ali GÜLCÜ

11 EYLÜL 2020

Girdap

Karanlıkta oturayım dedim biraz
Karanlık da seninle otursun dedi biri.
Sessizliği dinleyeyim dedim biraz.
Sessizlik de seni dinlesin dedi biri.

Bu nereye kadar gidecek böyle?
Sabaha kadar dalgakıranda balık tutuyor, günün ilk ışıklarıyla denize giriyor, balıkçılar kahvesinin tuvaletinde duş alıyor, el sabununu köpürtüp tıraş oluyor, işe gidiyorum.
Kırmızı araba evim.
Ön koltuk yatak odası, bagaj yüklük. Izgara, oltalar, kitaplar, lazım olur diye sakladığım diğer insanların umurunda bile olmayacak bir sürü ıvır zıvır.
Geceyi seviyorum.
Gece de beni.
Güneş batarken taşlarda alıyorum soluğu. Tepsi gibi düz olanının üzerine kuruyorum sofrayı. Yeşil, büyük bir malzeme çantam var. Oltalar, misinalar gram gram kurşunlar, umutlar, hayaller hep o çantanın içinde.
Tepe lambam ne gösterirse onu görüyor, canım kimi düşünmek isterse onu düşünüyorum. Araya hayaletler sıkışıyor tabii, yine mi sen geldin deyip kulağından tuttuğum gibi fırlatıyorum denize hayırsızı.
Kim hayırlı kim hayırsız pek bilmiyorum ya, neyse.
Yolun başındayım daha. Hayat zamanı geldiğinde nasıl olsa öğretir deyip geçiyorum.
Önemsemiyor, katlanmıyor, kimsenin işine karışmazsam, benim de işime karışan olmaz diye düşünüyorum!
Oltayı atıyorum denize, sonrası sessizlik.
Ses olmayınca daha dikkatli dinliyor insan. Küçük bir dalgada da, el yordamıyla uçan yarasının kanat çırpışında da kaybolabiliyor.
Kendinde kaybolmak en beteri!
Kendi içinde kaybolmak… O zaman balığı da unutuyorsun, denizi de. Ayakların suda üstelik.
Uyku gibi bir şey!
Girdaptan da o an’a dönmek, Türk filmlerindeki gibi biraz! Kızın gözleri ameliyat edilir, doktor bandajı çıkarır. Kamera kızın gözlerinden bakar hayata. Önce sislidir sonra yerli yerine oturur her şey… Sadri Alışık gitmiştir.
Gecedir, oltan sudadır, iki kedi vardır balık kovasının yanında, her yerin tutulmuştur ve balıklar yemi yemiştir muhakkak.
Tekelerin en irisini seçer, misinanın boşluğunu alır, tekrar beklemeye başlarsın.
Hafta sonuysa Küpeşte’ de canlı müzik olur.
Birol Can’ın sesini getirir rüzgâr.
Sıradaki şarkıyı kendime tutarım
Zor Aşk çıkar.
Kolay olan ne vara bağlarım meseleyi.
İnadına lapin, inadına iskorpit gelir.
Seçe seçe küçülür tekeler, suyunu sürekli değiştirdiğim halde kimi ölür.
Balığın en büyüğü gelsin diye geçiririm içimden.
Balığın en büyüğü gelir. Bu defa da misinan incedir, kopar.
Mesele, misinanın çekeceği büyüklükte balığın gelmesidir!
El kadar ispariler, seyrek de olsa sivri burun karagözler.
Eşkina gelirse bayram.
Pilli radyoyu dinlerken uyurum sonra.
Nasıl oluyorsa güneş Kaba Burun ’un üzerinden doğarken uyanırım, şansa bak fenerin gölgesinde kalmışım.
Bir titreme gelir alışana kadar.
Dişlerim birbirine vuruyorken soyunur denize atlarım inadına.
Kasaba uyanır.
Boşnak Bahçe.
Küçük Bahçe.

Malzemeyi toplamış balıkçı kahvesinin tuvaletine yıkanmaya giderken kırklı yaşların sonunda bir ağabeyi gördüm bu sabah.
Nasıl bildik.
Yüzüne iyice baktım, o da bana baktı. Tanıdım!

Uyku tutmayınca, erken kalktım dalgakırana yürüyordum.
Yirmi yıl önceki halime rastladım.
Selamlaştık.
Taşların üzerinde sabahlamıştı.
Biraz yorgun biraz da hüzünlü görünüyordu.
Gel sohbet edelim diyecektim.
Ellemedim.
Uyumaya gittiğimi biliyordum.
Arkasından baktım bir süre.
O da döndü bana baktı.
Gülünce anladım, tanımıştı.
Yirmi yıl sonra bir gece bu satırları yazacaktı.

Karanlıkta oturayım dedim biraz
Karanlık da seninle otursun dedi biri.
Sessizliği dinleyeyim dedim biraz.
Sessizlik de seni dinlesin dedi biri.

8 MART 2020
ÇORLU
Ali Gülcü

Kızarmış Ekmek İki de Levrek

Bitiş çizgisini geçtikten sonra son bir gayretle kendini yere atmış, soluk soluğa nefesini düzeltmeye çalışan sporcuları andırıyordu tekneler.
İrili ufaklı, rengarenk.
Yazı bekliyorlardı, sahiplerini, güneşli günleri, en çok çocukları belki de?
Akşam hayat,insan,kaçış,dilek,çadır,çadır,çasüstlerini, gün doğumlarını, salkım salkım istavritleri, yıldızlı gecelerde yapılan sohbetleri. İnsanların kendi kendine konuşmalarını, nasıl olsa kimse duyamaz diyerek patlattıkları türküleri, iç geçirmelerini, motorun gücüyle maviliği köpük köpük bölmelerini.
İnsanlar gidiyordu kış aylarında, okulların açılması diye bir şey vardı.
Okullar açılınca insanların aklına sorumlulukları geliyordu.
Yaz geçince hayal kurmak da bitiyordu. Gerçekler başlıyordu, karanlıkta kalkılan sabahlar, ayak üstü kahvaltılar, soğuk duraklar, tıkış tıkış servisler, toplu taşıma araçları. Tüm çekilenler, karanlık kış geceleri, kurulan saatler, gecenin kör vakitleri acaba sabah mı oldu diye uyanmalar… İki saat daha varmış memnuniyeti, yorganın altına tekrar saklanış, eller bacakların arasında büzülüş, soğuk ev, soğuk gün, soğuk hafta, soğuk aylar.
Öğle molalarında kapıların önünde soluklanış, ellerde çay bardakları, kahve fincanları.
Çalınmasın diye motoru sökülmüş sırt üstü yatan bu renkli teknelerden farkımız yok!
Her gün bir yarış.
Her gün bir tükeniş.
Her ev bir liman yerinde.
Sırt üstü yatmış televizyon izlerken izlerken öyle içi geçmesin de ne yapsın insanlar?
Atletle balkonda düşünen adam, bulaşıkları yıkadıktan sonra ellerini önlüğüne silen kadın, fal baktıran genç kız, her falda yol gören, kısmet gören falcı, hayata tutunmaya çalışan delikanlı.
Sığınmak, kaçmak…İşte o yüzden kısmetler, yollar çıkıyor kahve fincanlarında. Yıldızlar kayarken, doğum günlerinde mumlar üflenirken dilekler tutuluyor.
Tutmayacağı bile bile.
Kibirli mi, çaresiz mi insanlar?
Akıllı mı, kurnaz mı?
Eli ayağı tutmayan ruhların, güçlü gördükleri birilerinin gölgesine sığınmaları normal değil mi?
Zayıflıktır söylenen her yalana inanışın nedeni!
Çaresizdir her vaadin peşinden giden, kendi de bilir, kendine bile dillendiremez işte.
Kış aylarının çaresizliğini, yalnızlığını, uzunluğunu teknelerin bildiği gibi herkesin sadece kendi bildiği bir derdi vardır.
Dertsiz insan olur mu?
Kimi yedi düvele anlatır ballandıra ballandıra.
Kimi yanar içine ata ata.
Anlatmak mı lazım, yanmak mı lazım meselesi tartışılır durur.

Güzel şeyler olmaz mı hiç?
Olur elbet, hiç ummadığınız anda.
Çam ağaçları ile kaplı bir tepeye kurmuşsunuzdur çadırı. Yalnızsınızdır.
Sabah olur, kızarmış ekmek kokusu gelir burnunuza.
Çocuk sesleri, bir annenin ninnisi. Çadırın fermuarını açar gelen gidenle, olan bitenle ilgilenmeden denize girersiniz. Azıcık da bozulursunuz yeni komşularınıza, azıcık da kıskanırsınız yeni komşularınızın neşesini. Duşunuzu alır hiç o tarafa bakmadan tekrar girerseniz çadırın zardan duvarlarının arasına.
Bir ses gelir dışarıdan
“Ağbi…Ağbiii”
Üzerinize alınmazsınız önce, kırılgan, çekingen mırıltı halinde olan ses cesaretlenir “ağbi…Ağbii” anlarsınız ki size sesleniyorlar. Fermuarı açarsınız, utangaç bacak kadar bir kız çocuğu duruyordur karşınızda. Bir tepsi vardır elinde. Üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek, ince belli de dumanı tüten sıcacık çay.
Kız çocuğu elinize tutuşturur tepsiyi.
“Babam gönderdi, ağabeyine götür kokmuştur” dedi!

Sabah atmışsınızdır oltaları, koskoca yirmi dört saat geçirmişsinizdir sahilde. Uykusuzluk bir taraftan, moral bozukluğu yanına. Bir tek balık gelmez mi? Bir tek vuruş olmaz mı?
Önce nokta gibi sonra büyüyerek bir kayık yaklaşır, oltaları, takımları topluyorsunuzdur. Yaşlı kır bıyıklı kır saçlı bir adam seslenir.
“Hemşerim balık var mı?”
Olmadığını biliyor da inadına soruyor diye düşünürsünüz, sinirlenirsiniz.
“Yok!”
“Hiç mi yok?”
Elli tane cevap geçer içinizden, elli kere söversiniz içinizden.
“Vuruş yok ağbi!”
“Dünden beri burada değil misin sen?”
Görmüş demek.
“Buradayım!”
Yanındaki arkadaşı ile bir şeyler konuşur kır bıyıklı kır saçlı adam, yarı beline kadar suya girer, yanınıza gelir. İki tane kiloluk levreği kovaya atar.
“Eve boş dönmek olmaz şimdi!”
Cevap vermenizi beklemeden döner gider. Motor sesi uzaklaşır,uzaklaşır…
16 OCAK 2020
ÇORLU
Ali Gülcü

Döngü

Sokaklar ıslak, yağmur kasabayı dövmeye devam ediyor. Sokak lambalarının ışığında balık tutmaya çalışan umuda olta atmış balıkçılardan başka kimse yok. On sekizlik peynir tenekesinin içine ateş yakmışlar, ısınmaya çalışıyorlar. Biri dalmış elindeki çakı ile oynuyor, biri radyosu ıslanmasın diye naylon torbanın içine sarmış, biri yemleri değiştiriyor.
Selam verip ellerimi uzatıyorum ateşe doğru, dönüp bakıyorlar sadece, konuşmuyorlar.
Gece hep efkârlı şarkılar çalar radyolar.
Gece, küflenmeye başlamış, efkârlı insanlar uyumaz, uyuyamaz çünkü.
Ferdi Özbeğen’in sesi yağmura karışıyor…
Bu deniz kenarında sabaha kadar balık bekleyecekler ve günün ilk ışıklarıyla elleri boş toparlanmaya başlayacaklar, onlar da biliyor. Üşüyecekler, ıslanacaklar, radyonun pili bitecek, tenekenin içinde yanan ateş sönecek.
Evleri sıcacık oysa, yatak yumuşacık.
Uyku tutmadıktan, ağız tadı olmadıktan sonra kuş tüyü döşek olsa kaç para?
Oltalar çantalar ellerinde dönerken “hadi” diyecekler, “birer çorba içelim.”
Camları buğulu sobası yanan bir çorbacıdan içeri girecekler, biri sirkesi sarımsağı bol işkembe isteyecek, biri kelle paça, biri mercimek.
Ceplerinde kalmış buruşuk paralarla ödeyecekler hesabı. Eyvallah der gibi ellerini kaldıracaklar çıkarken.
Sıradan ve normal insanlar işlerinde gitmek için uyanırken, trafiğe çıkarken, “bu saatte kalkılır mı, karanlık…” diye söverken onlar ışık girmesin diye odalarının kalın perdelerini çekecekler.
Uyumak için yatacaklar elbette ama uyumak ne mümkün!
Apartmanların kapıları açılacak defalarca.
Asansörün sesi karanlık, perdeleri çekilmiş odaya girecek vınlayarak.
Merdivenlerden koşar adımlar inecek.
Arabaların motorları çalışacak, servis minibüsleri gelecek, çocukları götürecek.
Temizlik yapmaya başlayacak kadınlar, elektrik süpürgeleri kulakları dürtecek. Televizyonların sesi açılacak sonuna kadar. Bir kadın şarkı söyleyecek bulaşık yıkarken, bir genç kız bakkala seslenecek…
Çamaşır ipine bağlanmış bir sepet inecek aşağıya, çamaşır ipine bağlanmış bir sepet çıkacak yukarıya.
Eski günleri düşlerken, eski arkadaşlar gelirken akıllarına, pişmanlıklar, ahlar da giriyorken işin içine içleri geçecek biraz, fakat uyumak ne mümkün!
Uyku ile uyanıklık arasında geçen bir hayat, hayalle gerçeğin arasına sıkışmış demektir.
Hangisi hayal?
Hangisi gerçek?
Bazen ne zor sorular olur.
O yüzden anlatmaya başlamadan önce gözlerini bir noktaya sabitler, azıcık da susar balıkçılar.
Balığın kılçığını ayırır gibi, hayali, gerçekten ayırmaya çalışırlar.
Mümkün olduğu kadar tabi!

Evlerde, apartman dairelerinde, perdeleri çekilmiş karanlık odalarda onlardan başka kimse olmaz mı?
Kimi olur, kimi olmaz.
Hayale bağlı, gerçeğe bağlı…
Bu kadar yatmak yeter diye düşünüp tekrar çekerler üzerlerine pul pul pantolonları, boğazlı kazakları… Aylardan aralık ya, yine yağmur yağıyordur kasabaya, yine eski tanıdık, bildik bir koku sinmiştir sokaklara.
Balıkçıya gidilir, yemlik istavrit, sardalye alınır. Manav daha görünce limon kasalarının yerini işaret eder, kasalar tekmelerle kırılır.
Normal ve sıradan insanlar işten dönüyordur, bir taraftan da sövüyorlardır “karanlıkta işten mi dönülür” diye. Mahallelerin dar sokaklarını binek otomobiller dolduruyordur sağlı sollu. Servis minibüsleri çocukları indiriyordur çığlık çığlık. Yemekler pişmiştir, elleri yıkamak lazımdır sofraya oturmadan önce.
Normal ve sıradan insanlar tam da olması gerektiği gibi (!) pijamalarını giyip, zorlu bir günü atlatmanın memnuniyetini yaşar ve televizyonu en iyi gören koltuğu kaparken… Radyonun pilinin bittiği akla gelir. Cepten çıkarılmış buruşuk paralar pile dönüştürülür.
Tüm yüzler bilindiği, tüm sözler dinlendiği için ne kimse ile konuşulur ne de yüzlere bakılır.
Sokak lambaları, teneke, kediler ve hayaletler bırakılan yerdedir.
Yemler hazırlanır, oltalar atılır, radyo ıslanmasın diye naylon torbanın içerisindedir.
Gece hep efkârlı şarkılar çalar radyolar.
Gece, küflenmeye başlamış, efkârlı insanlar uyumaz, uyuyamaz çünkü.
Kırmızı yağmurluklu, merakla bakan kıranta bir adam gelir, selam verip tenekede yanan ateşe uzatır ellerini.
Ferdi Özbeğen’in sesi yağmura karışıyordur…

Ali GÜLCÜ
Mudanya

Müzik: Armand Amar- Sahakuhacki Bso-Human