
Gel,
otur,
anlat
Bilmesem de olur şeylerden söz et
Sen dedin diye
seveceğim o fuzuli demleri de
Gül,
gümüş köpükleri kabarsın sesinin
Herkesler eğreti baksın
Ben yine de yüzeceğim o denizde
Derya CESUR
Gel,
otur,
anlat
Bilmesem de olur şeylerden söz et
Sen dedin diye
seveceğim o fuzuli demleri de
Gül,
gümüş köpükleri kabarsın sesinin
Herkesler eğreti baksın
Ben yine de yüzeceğim o denizde
Derya CESUR
Savaş vardı,
var,
var olacak.
Nefret vardı,
var,
var olacak.
Aşk vardı,
var,
var olacak.
Acı, yalan, umut ve talan,
gözyaşı, kahkaha, merhamet ve ziyan
vardı,
var,
var olacak.
Ben yoktum,
varım,
yok olacağım.
Yani
mesele benden büyük.
Mesele
senden de büyük yani.
Şimdi bu öncesizlikte
ve şimdi
bu sonrasızlıkta
savaşta silah,
nefrette taraf,
aşkta figüranız seninle ben.
Acıda gözyaşı, keyifte kahkahayız birlikte.
Yalanın da talanın da sömürgesiyiz.
Geçmişin papağanı,
geleceğin kahiniyiz.
Shakespeare’in
eskimeyen tiratlarıyız seninle ben.
Olmak ve olmamak arasında örselenmiş Hamlet’ten,
olmaz bir aşka sarılmış Ophelia’dan suretleriz.
Hain Kral Claudius’un
soyu tükenmez varisleri yüzünden
milyarıncı kere aynı zehirle öleniz
seninle ben.
Biz seninle
koca bir tekrarız aslında.
Doğduk, büyüdük, iki güzel düş kurduk diye
kendini nimetten sayanız.
Bizden çok yaşadı bu dünya,
daha da yaşayacak.
“İyi ki konduk üstüne,
iyi ki gördük göğü,
uçan kuşları” de.
“İyi ki dokunduk yağmura, ağaca, sevgiyle tutan bir ele.”
Ötesi
bizden öte !
Biz
az önce
açık kapıdan aceleyle girince,
muhtemelen
öylesine bir tesadüfle
dokununca eline elim,
dalına ıslık değmiş serçenin
beyhude telaşına kapıldı içim.
Sen
az önce
öylesine,
belki yalnızca ikimiz varız diye
nazikçe bakıp gülümsedin.
Tam da o sıra
korsan bir gemi yandı ortasında
büyük buz denizinin.
Bir rüzgar esti,
bir yaprak uçtu,
eyersiz bir at dörtnala koşup
dağıttı tozunu Tebai’nin.
Sen
az önce
muhtemelen
oda bizi yutmasın diye
konuşurken lacivert sesinle
çorak kuyulara yeni sular yükseldi.
Yeni dolunaylar düştü eski şadırvanlara,
avlulara
gümüş çocuklar birikti .
Sen
az önce
muhtemelen
ben bir hayale akıp gittim diye
öylesine bakınırken pencereden,
bir kadın göç etti
bildiği tüm şehirlerden.
DC
Resim: Gülay NALCI
Şiirden tuvale akar çoğunlukla duygu.
Bu kez boyalar kelimelere dönüşsün dedik.
Ressam Gülay Nalcı’nın Hüzünbaz Kadını
Demlik Edebiyat yazarlarının kalemiyle söze geliyor.
Kırmızı, sağlam ve oldukça iri bir nar, boşlukta olanca hızıyla düşmekteydi. Çok geçti artık. Generalin çelikten iradesi bu düşüşü engelleyecek etkinliğini yitirmişti. Sadece o sonsuz boşlukta narın süratle düşerken çıkardığı sessizliği duyabiliyordu. Bu düşüş, belki de Generalin tüm yaşamı boyunca karşılaşacağı ilk mağlubiyetinin yolculuğuydu.
Generalin içinde, derinlerinde, ıssızlığını fırsat bilip örümceklerin ağlar ördüğü koyu bir karanlıkta, nar; ıstırap veren bir çarpmayla bir daha bir araya getirilemez biçimde onlarca, yüzlerce tanelerine ayrılarak dağıldı. Bir çağın kapanıp yeni bir çağın başlaması gibi, yeni bir devir başlıyordu.
Odanın kapısı iki muhafız tarafından açıldı. İçeriye giren ise General Annett’di. Bu kez üzerinde savaş kıyafetleri yoktu. Saçları, miğferinin içine kolayca girebilmesi için toplanmış da değildi. Annett ayaklarının zemine değip değmediğinin anlaşılamayacağı bir hafiflikle ilerledi. İçerideki ışığın kaynağı olan şöminenin önünden geçerek Generalin koltuğuna oturdu. Onu tuvale nakşetmek için bekleyen bir ressama poz verircesine başını kaldırdı ve bakışlarını Generale yöneltti.
Generalin üzerinde Annett’in aksine savaş kıyafetleri vardı. Önce miğferini çıkarıp Annet’in ayakları önüne bıraktı. Ardından keskin bir metal sesi duyuldu. Kılıcıydı bu! Onu da çıkarıp miğferinin yanına bıraktı. Son olarak tüm bedenini kaplayan üst zırhını da çıkarıp bir köşeye fırlattı. Üzerinde sadece çelik örgü iç zırhı kaldı.
General birkaç adım atıp Annett’e yaklaştı. İlk kez onu bu kadar yakından ve üzerinde savaş kıyafetleri olmadan görüyordu. Hiçbir noktasını kaçırmadan izlemek istiyordu. Omuzundan arkaya toplanmış saçlarına dikti gözlerini, alnının başladığı sınırlara dek izledi. Bir şey arıyordu. Bulursa belki zamanı geri alabilir, tanelerine ayrılıp paramparça olan narı tekrar bir bütün hale getirebilirdi.
Annett’in yeşil gözlerini uzun kirpikleri koruyordu. Sanki birer tuzaktı, her bir kirpiği zehire bandırılmış, birazdan olanca hızıyla yerlerinden fırlayacak, Generalin gözlerine saplanıp onu kör edecekti. Kaşları, Generalin ordusunun okçu birliklerinin yayları gibi kalın ve karşısındaki kişiye kendisini zavallı hissettirecek bakışların azametini arttırır nitelikte çatıktı. Burnu, hafif çıkık elmacık kemikleri arasında, kusursuz, minyatür bir mısır sütunu gibi uzanıyordu. Generalin aksine yüzünde en ufak bir yara izi yoktu. Bunca savaşa girmiş bir savaşçı için bu imkânsızla eş değer bir durumdu. Dudaklarına carmin sürmüş, dalgalanarak yanan şömine ateşinin aydınlattığı bölgeleri parlıyordu.
Generalin gözleri, Annett’in boynunda sağlı sollu aşağı uzanan kaslara ve onların bittiği yerde kutsal kilise kâsesine benzeyen boğaz çukuruna bakıyordu. Tek bir yara izi yoktu. Bu nasıl olabilirdi? Gerdanı, henüz başlamamış bir savaşın meydanı kadar doğal ve genişti. Teni ay gibi parlıyordu. Omuz başlarından kavisle aşağı inen kırmızı elbisesi memelerini saklıyor, korsenin sıkıştırdığı göğüsleri elbisesinin içinden dışarı taşıyordu. Bedeninin geriye kalan tüm yerlerini elbisesi kapatmıştı.
General; doğal, beşeri ve sosyal bilimlerin her türlüsünü iktisap etmiş, savaş sanatlarının inceliklerini öğrenmiş, tüm bu edinimlerinin hamuruyla yoğrulmuş bedeni ve ruhunun bir bütün olduğu, komuta ettiği ordusuyla kimsenin karşılaşmak istemediği, kadınların yatağına girmek için türlü entrikalar sahnelediği ve mağlubiyeti hiç yaşamamış bir komutan, hükümdardı.
Uğrunda Truva Savaşının başladığı Helen’e âşık olmuş başta Paris ve diğerleri olmak üzere hepsine lanetler yağdırırdı. Cleopatra’nın oyuncağı olmuş Roma Kralları Sezar ve Markus Anthonius’u zayıf kişilikler olarak görür, halklarına ihanet ettiklerini düşünürdü. Elde edemediği Anne Boleyn için ülkesinin topyekûn din değiştirmesine neden olan Kral VIII.Henry’yi yerden yere vururdu.
Adına aşk denilen o duyguya kapılmayı bir zayıflık olarak görür, hatta böyle hastalıklı bir duygunun varlığına inanmazdı. Bu, arsız, iradesiz, zayıf bir şımarıklıktan başka bir şey değildi. Peki, ne oldu da General’in gardı Annett karşısında yere indi. Ne oldu da böylesine çelikten bir iradeye sahip, başını gövdesinden ayırdığı insan sayısının bile kayıt altına alınamayacak kadar fazla olduğu bir şövalye, Annett karşısında başını öne eğdi.
Annett genç miydi? Hayır, Kırk iki yaşında hala savaşlarda aktif rol alan bir komutandı ve Bavyera Hükümdarının kızıydı. Annett güzel miydi? Evet, güzeldi fakat bu Generalin gardını düşürmek için bir neden olamazdı. Oysa ki Generalin kollarını ve yatağını nice güzel, genç ve soylu kızlar şereflendirmişti.
O başı öne eğdiren; Annett’in bilgeliğiydi! Komuta ettiği ordunun klasik savaş taktik ve tekniklerini kullanmaması, onu arzulayan onca soylu, prens ve kraldan hiç birinin elde edemeyişi, önceleri siyasi ilişkiler için mektuplaşmaya başladığı General ile şimdilerde kanlı bir fikir savaşına dönüşen edebiyat ve felsefe mektupları. General, fiziki hükümdarlığının yanı sıra zihnen de hükmedebilmeliydi ölümlü bir insana. Bunu başaramadığı bir insan, hele ki bir kadın hiç olmamıştı. Ama sayısı yüzleri geçen uzun mektuplar sonunda farkına vardı ki; Annett, et ve kemikten çok ötesiydi. Yeri geldiğinde yürümeyle aşılamayacak bir çöl, yüzerek geçilemeyecek bir göldü. Generalin zihninde teşkilatlanıp zırha büründürdüğü kelime orduları, Annet’in topraklarına girmeye korkar olmuştu. Öyle yok olurcasına bir mağlubiyet yaşamasalar da büyük kayıplar vererek geri dönüyorlardı.
Şöminenin ateşi odanın içini ısıtmış, Karşı duvara yansıyan kızıl ateş gölgeleri adeta dansa durmuştu. Annett gözlerini kendinden ayırmayan Generale seslendi: “Seninim General!”
General, hiçbir savaş zaferi sonunda şimdi içinde hissettiği duyguları yaşamamıştı. Tüm vücudunda, özellikle ellerinde bir titreme oluştu. Kalp ritmi düzensiz, zihni içinde her daim hazır bekleyen ordusu özensizdi. Annett’a yaklaşıp ellerini tuttu ve ayağa kaldırdı. Annett teslimiyeti kabul etmişçesine sadece bekliyordu. Kısa bir süre sonra Generalin titreyen dudaklarını dudaklarında hissetti, dudakları ıslandı, dili ise Generalin sıcak dilinin meraklı dokunuşlarına maruz kalıyordu.
General, burnunu Annett’in çenesinin altına dayadı. Burnunu derisinden hiç ayırmadan koklayarak aşağı iniyor, olanca gücüyle kokusunu içine çekiyordu, burnu Annett’in göğüsleri arasına geldiğinde, kokusunu içine çekmeye devam ederek öylece bekledi. Az sonra Annett omuzundan kurtardığı elbisesini yere bıraktı. Korsesini çözmesi için Generale döndü.
General korsenin iplerini çözerken beraber olduğu diğer kadınları düşünüyordu. Düşündükçe dehşet içinde kalıyor, Annett’e sahip olmanın verdiği hazzın yüceliğini, bunun sadece basit bir cinsel birliktelik değil bir fetih olduğunu düşünüyordu. Bir maddenin, kalenin, şehrin ya da bir insanın fethi değil, bir bilgeliğin fethiydi bu. Bugüne dek beraber olduğu kadınların kapladığı alanın sadece et ve kemikten oluşan bedenleri kadar olduğunu düşündü. Ne sahip oldukları güzellik, ne sahip oldukları gençlik, ne de sahip oldukları kusursuz vücutları Generalin gözünde bir önem ifade ediyordu. Annett’in kapladığı alan ise et ve kemikten çok ötesiydi; o somut bir gerçeklik değil, soyut bir bilgelik, yücelikti. Bedeni ise bu bilgeliğe yuva olmuş bir kaleydi. Onunla bütünleşmek, boşluklarını doldurmak, adeta kutsal bir görevin son aşaması gibiydi.
Korse Generalin ayakuçlarına düştü. Annett’i kendine çevirip burnunu yine göğüsleri arasına dayadı. Önce göbeğine, oradan bacak arasına doğru yol aldı. Annett hem Generalin sıcak nefesini, hem de dilinin ıslak dokunuşlarını teninde hissediyordu. Şömine ateşinin titrek kızıl gölgesine karışan inlemeler, saatlerce sürdü.
General şömineye birkaç odun daha atıp, ayakta çırılçıplak bekleyen Annet’in önünde şövalye çöküşünü gerçekleştirdi. Boynunu öne ve aşağı eğdi. Yüzünde vakur bir tebessüm, içinde galip bir huzur vardı. Annett yere eğilip Generalin kılıcını aldı. Onun da yüzünde vakur bir tebessüm, içinde galip bir huzur vardı. Havaya kaldırdığı kılıcı tüm gücüyle Generalin boynuna indirdi. Generalin başı bedeninden kanlar içinde ayrılıp Annett’in ayakları önüne düştü.
Kırmızı, sağlam ve oldukça iri bir nar, boşlukta olanca hızıyla düşmekteydi. Çok geçti artık. Generalin çelikten iradesi bu düşüşü engelleyecek etkinliğini yitirmişti. Sadece o sonsuz boşlukta narın süratle düşerken çıkardığı sessizliği duyabiliyordu. Bu düşüş, belki de Generalin tüm yaşamı boyunca karşılaşacağı ilk mağlubiyetinin yolculuğuydu.
General terler içinde şiddetle titreyerek gözlerini açtı. Etrafında eşleri ve hekimi vardı. Gördüğü rüya ile şu an gördükleri arasında gelip giderken taşlar bir anda yerine oturdu. Hekim ellerini elleri arasına aldı. Biliyordu ki bu sıtma nöbetlerinin artık sonuncusuydu. Titremesi kademeli olarak azalan Generalin zihninde tek bir şey vardı: Annett! Ve son kez gözlerini yumdu. Hekim oda içinde bulunanlara dönüp seslendi: General öldü!
O sırada çok uzaklarda bir şatoda, mum ışığında mektubunun son kelimelerini yazıyordu Annett: “Mağlupsun General!”
Özkan SARI