Bohem Bir Martı

Bohem Bir Martı “Neden sürekli denize bakıyoruz” diye sordum martıya .
Kanatları büyük, gagası keskin, gözleri kırmızı bir martıydı!
“Geçmişte kalan yüzleri, sesleri hatırlamak için gözlerini denizden ayırmayanlar da vardır ama çoğu yüreği soğusun, derdini unutsun diye bakar. Bazısı denizin sırrını merak eder, sahile vuran dalgaların sesine karışmış fısıltıları duymaya çalışır. Denizin saklayacak bir şeyi olmadığı gibi sırrı da yoktur oysa! Bildiğin su işte! Sen fazla takılıyorsun bu konulara…Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık! Gördüğün gibi ben de yaşlı bir martıyım. Sen de meraklı bir insansın. Siz insanlar saklayamayacağınız sırların peşinden koşuyorsunuz. Bırakmanız lazım bu gizem arayışlarını, hangi yoldan giderseniz gidin tüm yollar aynı meydana çıkıyor. Siz farklı yollar tutarsanız farklı hayatlar yaşayacağınızı düşlüyorsunuz…
“Kendi kendimizi kandırıyoruz yani?”
“Aslına bakarsan içten içe başkalarının da sizi kandırmasını istiyorsunuz. Yalan güzelse inananı çok olur derler… Balinalar sardalya sürülerini kovalıyor. Deniz kaplumbağaları kumların arasına bırakıyor yumurtalarını. Bir gün yirmi dört saat. Siz de umut ediyorsunuz. Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!”

Basit düşünüp basit yaşayan, sabahtan akşama kadar ne bulursa yiyen bu çok bilmiş bohem martıyı dinleyecek değildim elbette…(!) Ellerimi şortumun ceplerine sokuyor yaz rehavetiyle sahilde yürümeye başlıyorum.

Geçmiş zamanda bir gün küçük bir sahil kasabasına düşmüştü yolum. Soluğu salaş bir balık lokantasında almıştım. Yedim, içtim, uzun bir süre benden başka masa kalmayana kadar oturdum. Garsonlar, hadi arkadaşım bizim de evimiz var, der gibi bakmaya başlayınca hesabı istedim. Küçük, oymalı, süslü bir tahta kutunun içerisinde getirdiler. Elimi montumun cebine attım, cüzdanım yok! Üzerimi değiştirirken otelde arabanın anahtarlarıyla beraber televizyonun üzerine bıraktığım geldi aklıma. Sıcak bir rüzgar esti içimde, yüzümün kızardığını hissettim. Gecenin kör yarısı arayacağım kimse yoktu, üstelik balık lokantasına da ilk defa geliyordum. “Cüzdanımı otelde unutmuşum” dedim beyaz gömlekli garsona. Utanıyorum, sıkılıyorum bir taraftan. “Alıp gelebilirim. ”Patrona haber verecek, iş büyüyecek, rezil olacağım derken gülümsedi delikanlı“ Yolun buralara yine düşer ağabey!” dedi, döndü gitti. Çok geçmeden sade bir Türk kahvesi bıraktı masanın üzerine, sanki hesabı ödemişim, yüklü de bir bahşiş bırakmışım gibi. Ne adımı sordular ne telefon numaramı istediler. On yılı geçti hala gidiyorum o salaş balık lokantasına…

Gideceği yere gidiyor, döneceği yere dönüyor insan! Yolun nerelere düşeceği belli olmuyor. Kendi kendime gülüyor soluklanmak için kumsala serpiştirilmiş şezlonglardan birine oturuyorum. Çok geçmeden koltuğunun altında kirli mavi bir minderle öğrenci olduğunu tahmin ettiğim genç kız dikiliyor tepeme. “Ağabey tutar mısın ucundan şezlongu şemsiyenin gölgesine çekelim? ”Elli lira karşılığında eski hasır şemsiyenin gölgesine, kirli mavi minderin üzerine yerleşiyorum. Nasıl sıcak, denize girenler, sohbet edenler, kitap okuyanlar ve kulaklıklarıyla müzik dinleyenler var. Tepsisi elinde, parmak arası terlikleriyle midyeci geliyor. Orta yaşlarda, saçları seyrek, hafif göbekli, bıyıklı bir adam. İşaret edince, açıp limon sıktığı midyeleri tombul elleriyle uzatmaya başlıyor. Laf olsun diye işlerin nasıl sorusunu soruyorum.

“Bereket versin ağabey nafakamız çıkıyor da son meseleleri biliyorsun işte. Haram yemek günah ağabey! Yalan söylemek de günah! Hırsızlık yapmak günah, kibirli olmak da başkasının hakkını yemek de günah! ”


Laf uzamasın, keyfim kaçmasın diye “Memleketin meselesi bitmez” diyorum midyeciye, kabukları sayıyoruz on iki tane yemişim, iki de kendinden açıyor. Havluyu, öte beriyi koyduğum çantadan şnorkeli, gözlüğü alıyor denize giriyorum. Leylekleri toparlanmış göç ederken gördüm bugün, gelişlerine sevindiğim kadar gidişlerine hüzünleniyorum. Bir yaz daha bitiyor. Sizi bilmem ama anlamadım ben bu senenin nasıl geçtiğini, geçen yıl da öyleydi. Normal hayatlarımıza devam ederken, kırmızı ışıkta bile geçmiyorken iki yılımızın sayfalarını yırttılar günlüklerimizden. Çocuklar okula gidemez, yaşlılar sokağa çıkamaz oldu. Sosyal mesafeli hayatlarımız, maskeli anılarımız oldu. Denizlerimiz kirlendi, ormanlarımızla beraber içimiz yandı. Yüzerken, geride kalan, yaşanmış günlerde bağıra çağıra, neşeyle söylediğimiz şarkı geliyor aklıma, “gitmesek de görmesek de orası bizim köyümüzdür.”

Deniz minareleriyle dolduruyorum ceplerimi, denizden çıkıyorum. Su var, su var! Şu duş aldığım su şifalı sanki? Bir taraftan titriyorum, bir taraftan suyun altından çıkmak istemiyorum. Terapi gibi, silkelenmek, arınmak gibi. Bohem martıya sorsam; su sudur diyecek çıkacak işin içinden. Kurulanmış dönerken şişmanca bir kadının hasır şemsiyenin gölgesini kaptığını görüyorum. Şalvarlı, gerdanı terli, ayak tırnakları kırmızı ojeli. Ezilmiş mor terlikleri ilişiyor gözüme. Hayrola der gibi bakıyorum, o da sırıtarak yemedik ya şemsiyeni der gibi bakıyor.
“Bakla falı bakacağım sana!”
“Param yok.”
“Yirmi liran da mı yok?”
Yirmi lira para değil mi diye başlasam konuşmaya, sinirlenir gibi yapsam, kalkar mısın yerimden diye diretsem… Hepsinin boşa gideceğine o kadar eminim ki.
“Söyle bakalım şimdi bir soğuk. ”
Başına gelenleri kabullenmiş kazazede edasıyla söylüyorum soğukları.
“ Cıgaran var mı çiçeğim? ”
Paket zaten onun yanında duruyor, gösteriyorum. Kırmızı kadife bir torba çıkarıyor şalvarının kıvrımından, elime tutuşturuyor.
“ Bir dilek tut, söyleme. ” O kadar uzun zaman oldu ki bir şey dilemeyeli, ne dilersem olacakmış gibi tereddüt ediyorum. Bir taraftan insanı etkisi altına alan garip bir havası var.
“Tuttun mu çiçeğim?”
“Tuttum. ”
Kahkahayı patlatıyor, “sana bir şey söylerdim ama neyse!”
Rahatlığın, özgüvenin böylesi. Yirmi bir adet kuru baklanın ve renkli taşların olduğu torbayı mavi minderin üzerine boşaltıyor. Meraklılar birikiyor etrafımızda, kadınlar daha çok, küçümseyen bakışlara karışan acaba ne diyecek beklentisi, adam sendeciler.
“Olacak dileğin ama zamanı var çiçeğim!”
Arabamı değiştireceğimi, önü deniz, arkası orman etrafında ev olmayan bir ev alacağımı… Anlatırsam büyünün bozulacağını düşündüğüm! Duyduğum zaman inanmakla inanmamak arasında kaldığım bir sürü şeyi dillendiriyor. “Söyle bakalım şimdi bir soğuk daha !”
Toparlanıyor sonra, uzattığım yirmi lirayı almıyor.
“Bazı insanlar neden karşıma çıkıyor diye düşünüyorsun ya! Bazen hayat dönüşeceğin insanı çıkarır karşına. Topla kendini der, ayakların yere bazsın der, kolundan tutar şöyle bir sarsar. Bunun gibi olma, der. Anladın mı çiçeğim? ”

Martı geliyor hasır şemsiyenin kenarına konuyor, alay eder gibi; “Oltanı her zaman denize atma, içindeki gölde de balık tut mu dedi? ”İçimdeki gölü sen nereden biliyorsun diye soramadım tabi. Basit düşünüp, basit yaşayan, kanatları büyük, gagası kesin, gözleri kırmızı bohem bir martıyı ciddiye alacak değildim elbette .Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık…Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!

31 Ağustos 2021

Ali Gülcü

Bildiğimiz Kadar Kişisel

Sulu boya resimlerde olur daha çok, uzaktan baktığınız zaman tam şurada kırmızı şapkalı, beyaz elbiseli bir kadın var dersiniz.

Yaklaştığınız zaman birbirine karışmış renkler ve fırça izleri görürsünüz!

Fırçayı eline verdiklerimizin bıraktığı izleriz belki de?

Sinirli kuru ellerin çizdiği bir tablonun köşesinden mi bakıyoruz dünyaya?

Tekneyi çakıllı kumsala çekerken soluğunuzu tutmanıza sebep olan bir sürtünme sesi gelir.

Acıyı bazen o sürtünme sesine benzetiyorum.

Kısa olduğu kadar derin. Teknenin ve sizin bildiği kadar kişisel.

Geleceğin gölgesi mi düşer insanların üzerine?

Olacağı hissederler mi?

Ondan mı uzaklardadır gözleri?

Sebepsiz olur mu hiç bu dalıp dalıp gitmeler? Aradığını bulmuş gibi utangaç gülümsemeler, sevdiğini kaybetmiş gibi, kendine bile göstermeden elinin tersiyle göz yaşlarını silmeler.

Sıradaki kitabın okuduğunuzdan daha güzel olması garip gelmez mi size de?

Yalnızlık mı güzeldir?

Kendinizi dinleyebileceğiniz yerler mi?

Gerçeği sakladığı için mi severiz geceyi, saklanmamıza olanak tanıdığı için mi?

Oysa aydınlık ve güneşli bir gündü diye başlıyor pek çok hikâye. Kasabaya mavi renkli bir minibüs geliyor, elinde çantasıyla uzun boylu bir yabancı iniyor…

Motosiklet kullanan bir arkadaşım kaza yapmıştı, ziyarete gittik, bir bacağı kırık, solgun yatıyor.

Eşi vardı başucunda bizi görünce gülümseyerek çıktı, rahat konuşun gibilerinden.

“Bir fren sesi duydum. Hepsi o kadar, gözlerimi burada açtım.”

Lastik ve asfaltın sürtünmesinden çıkan ses hayatınızın geri kalanında taşıyacağınız izler bırakabilir.

Acıyı bazen o sürtünme sesine benzetiyorum.

Kısa olduğu kadar derin. Motosikletin ve sizin bildiğiniz kadar kişisel.

Güneşli ve aydınlık bir günde kalabalıkta yürüyorsunuz.

Vitrinlere bakarken, tanımadığınız insanlara gülümserken ne düşünüyorsunuz kim bilir?

İfadesi temiz, eli yüzü düzgün bir delikanlı sürtünüyor, bütün kibarlığıyla özür diliyor.

“Kusura bakma ağabey bir iş görüşmem var da.”

Acelesi olmayan mı var artık?

Hem kendinizden de bilmez misiniz iş görüşmelerinin heyecanını, geç kalırsanız, yetersiz bulunursanız, çok bilmiş görünürseniz…

Bildiğiniz en anlayışlı tavrınızla içinizden başarılar diliyorsunuz delikanlıya, koşarak kayboluyor.

Bir esnaf lokantasında karnınızı doyurduktan sonra hesabı ödemek için elinizi cebinize atıyorsunuz, cüzdanınız yok!

Bir tabak kuru fasulye, pilava saatinizi rehin bırakıyorsunuz!

Acıyı bazen o sürtünme sesine benzetiyorum.

Kısa olduğu kadar derin. Pilav ve sizin bildiğiniz kadar kişisel.

Gölgeler iyidir!

Griler ve arada kalan her şey.

Hoş, arada kalanlar ezilir zamanla ya kaybolur ya unutulur. Gri de başka bir renge dönüşür ister istemez.

Hafta sonu çocuk parkına yakın bankta oturuyorum. Evden manava diye çıktım, oyalanıyorum.

Sıkı, kıran kırana bir basket maçı var. Gençler üçe üç tek pota kapışıyor, dirsekler, küfürler, kahkahalar havada uçuşuyor.

Otuzlu yaşlarda bir adam oğluyla elektrik direklerine, ağaçlara kendilerinin hazırlamış olduğu kayıp ilanlarını yapıştırıyor.

Cinsini bilmediğim bir köpeğin siyah beyaz fotoğrafı, görenler arasın diye bir telefon numarası, bolca umut.

Belki çaresizlikten, belki de teselli olsun diye aklına söyleyecek başka bir şey gelmemesinden “yeni bir yavru alırız” diyor baba.

Çocuk ağlamaya başlıyor!

Hissettikleri yansıyor yüzüne, büyük bir adamın yenilgiyi kabullenmiş gözleriyle bakıyor.

“Sen benim babam mısın gerçekten?”

Öyle demek istemedi diye geçiriyorum içimden.

İnsanların sadece kendi bildikleri, anılarının tavan arasına, anahtarları büyük sandıklara sakladıkları kırılma anları oluyor.

Parktaki çocuk hızla yaşlanmaya başlıyor.

Ormanda kuru bir kütüğün üzerinde torunu ile oturuyorlar.

“Babam yeni bir yavru alırız deyince kaldım öyle!”

“Köpeği bulabildiniz mi dede?”

“Bulamadık!”

“Köpeğin adı neydi dede?”

“Domates.”

“Neden domates?”

“Evden manava diye çıkan yazar öyle yazdı diye…”

Mavi minibüs uzun boylu yabancı da dahil tüm yolcularını indirmiş, kasabanın tozlu yollarından şehre dönerken bir motosiklete çarpıyor. Bir fren sesi duyuluyor, hepsi o kadar…

23 Nisan 2021

Ali Gülcü

Dalga

Uykusunu alamamış, yatabilse, başını yastığa koyabilse ne zaman kalkacağı belli olmayan çırağın uzattığı simitleri alıyorum, sıcacık.Sivrisinekler yemiş kollarını, kaşırken kanatmış.Ömrü olursa, ileride “o zamanlar fırında çıraktım” diye anlatacak bugünleri.Uykusuz kalmana değecek bir hayatın olsun diye geçiriyorum içimden, ucuz mavi takım elbiseli, saçları limonla geriye doğru yapıştırılmış, kuru bir adam geliyor gözümün önüne, kaşları kalın. Belki geçmişten, belki gelecekten, şimdiye yansıyan bir görüntü.Açıldığı gibi gıcırtıyla çekiyorum ahşap kapıyı, küçük olduğunu tahmin ettiğim zilin sesini de duyuyorum çıkarken.

Gökyüzü bakır cezve renginde, karanlık, kasabanın sokakları nemli. Deniz ve karabataklar dahil herkes ve her şey uyuyor.Belki de hiç kapanmayan çay bahçesinden karton bardakta alıyorum çayı.Fenere kadar ayaklarımı sürüye sürüye yürüyorum.Cebimde evden getirdiğim üçgen peynirlerden var.Kimi ısıra ısıra yer simidi, kimi küçük parçalara ayırır, ben neden bilmem ikiye bölenlerdenim. Dökülen susamları parmağını tükürükleyip, yapıştırıp yiyenler de var, onlardan değilim. O başka bir ruh hali herhalde, titizlik midir, çocukluktan kalan bir alışkanlık mıdır, nedir?

Size de olur mu bilmem, kendimi oyalamak için en son ne zamandı ve ilk ne zamandı meselesine takılırım.En son ne zaman bu saatte kalktım?İlk ne zaman fenerin önündeki taşlara oturdum?En son ne zaman güneşin doğuşunu seyrettim?Basit sorular en zor sorular herhalde. Aklın çıkmazlarına dalmaya gör.Kuralı da nereden dalarsan oradan çıkarsın gibi bir şey.Eskiden işkine yapardı karşı fenerin ucu, iskorpit de olurdu hatta daha çok iskorpit olurdu.İki numara siyah iğne, çift teke, kurşunsuz misine. İlle taktırırdım!Tepe lambasının yalancı aydınlığında güzel insanlarla keyifli vakitler geçirdim.İskorpit çorbaları içtik sabahları, uzaklarda, başkalarından duyduğumuz fakat görmediğimiz yerlere balık avı planları yaptık.Onlar gitti.Ben kaldım!

Giden unutur da kalan biriktirir. Sadece önemli şeyler olsa neyse, ıvır zıvır ve hatta çerçöp, biriktirdiğini de bilmez.Görüş varsa bulmak da kolaydır, vurmak da. Bulanık suda ne bulduğunu bilirsin ne vurduğunu, görmen için daldığın yerden çıkman lazım.Gördüğüne bağlı olmakla beraber ummak görmekten güzel sanki?Gördüğünü sihirli bir dokunuşla umduğuna dönüştürebiliyorsan laf aramızda büyük adamsın.Herkes beceremiyor.

Denizin üzerinde titreşen kayıkların isimlerine baka baka fenerden geri dönüyorum. Yeni bir gün başlıyor, insanlar uyanıyor yeni yeni. Biri dokunuyor omzuma, irkiliyorum.“Ali ağabey?”Ucuz mavi takım elbiseli, saçları limonla geriye doğru yapıştırılmış, kuru, kalın kaşlı bir adam! İsmail?Simit, sadece susam ve hamur değildir, sıfır da değildir, sonsuzluk da.İsmail gibi adamların çocukluğudur, gençliğidir, un çuvallarının üzerinde uyandığı sabahlardır…İnsanı, bileni, anlayanı az koylarda çakıl taşlarının üzerine oturup dalgaların sahile vuruşunu izliyorum.Biraz kaçış, çokça buluşma…Şimdi sahile vuran dalga bir öncekiyle aynı mı acaba?

Ali GÜLCÜ

11 EYLÜL 2020

Türlü

Sinekler, arılar karpuz kabuklarının üzerine üşüşmüşler. Bir çocuğun dondurması düşmüş elinden, en güzel yeri! Anacığı daha üzgün, eliyle alsa yerden tekrar külaha koysa, kumları eliyle temizlese…Tam da öyle yapacakken bakan var mı diye etraf aklına geliyor, göz göze geliyoruz. Hafif bir pembelik yanaklarda çocuğun poposuna bir tokat atıyor. Küçük, dondurmaya mı ağlasın şimdi canının yandığına mı?

Sürekli gittiğim bir lokantanın kapısında yaşlıca bir teyze çorap satıyordu.

Başörtülü, yorgun açık mavi gözlü, utangaç. Lokantaya girene de yoldan geçene de uzatıyor elindeki çorap demetini “yardımcı olmak ister misiniz?”

Yardımcı olmak isteyen de oluyor, istemeyen de.

Terlikleri var ayağında, çorapçı kadının çorabının topuğu yırtık!

Buralıymış, iki aydır kirasını ödeyemiyormuş, oğlu hapisteymiş.

“Mücadele ediyorum” diyor.

Sakallı bir genç arabasını satacak, tanıdık var mı diye soruyor.

Satman şart mı?

“Dükkân üç aydır kapalıydı ağabey!”

Geçmiş bir yıl, daha gencim, yazlıkların önünden olta atıyorum. Balık da yok. Sahilde oturuyorum öyle, gelen geçen kovaya bakıyor. Deniz suyundan başka bir şey yok. Birinin misafirleri gelmiş, bahçe kalabalık, çocuk kahkahaları, büyüklerin şakalaşmaları. Mangal yanıyor, hem ne yanmak, duman dumana. Kokusundan ne pişirdiklerini biliyorum. Ayıp olmasın diye dönüp bakmıyorum da. Balık da yok.

Fışır fışır ayak sesleri geliyor arkamdan bir el omzuma dokunuyor. Köpükten bir tabak içinde mangalda pişenlerden, kokusundan bildiklerimden var. Uzun boylu, gözlüklü, güleç bir arkadaş.

“Kokmuştur ağabey şimdi…”

Teşekkür ediyor, el sallıyorum bahçedekilere, ev sahibi olduğunu tahmin ettiğim yaşlıca biri bağırıyor “afiyet olsun kardeşim!”

Gözlerim yaşarıyor, denize dönüyorum.

Deniz sanki daha mavi!

Martı sanki daha yüksekten uçuyor.

Balık vuruyor iyi mi?

Geçmiş başka bir yıl, çalışmıyorum.

Arabası ile köfte satan eniştenin sahile serpiştirdiği taburede yarım ekmeğe köfteye girişmişim, bol acılı hem, bir elimde gazoz şişesi.

Enişte duymuş çalışmadığımı, dillendiremiyor, işleri sormuyor o yüzden.

Farkındayım.

İnce bellide çayımı içtikten sonra borcumu soruyorum.

“Benden olsun bu defa Ali Bey!”

Kim kimin karşısına neden çıkar?

Kim kimden ne öğrenir?

İnsanın utananı güzel.

Olta sürekli suda olunca türlüsü ile karşılaştırıyor hayat. Taklacı güvercinler, arsız kediler, yüzü kızarmayan martılar. Elinde tef olunca, kara kuru bir adam koca ayıyı oynatıyor iyi mi?

İskorpitle konuşanı, eliyle tilki besleyeni, kurda kızanı, dağa küseni, kaçanı, göçeni.

“Ücretsiz izne çıkardılar bizi Ali ağabeycim! Borçlar var, hayırlısı, ne içersin ağabey? Eşim de çalışmıyor! Hani kafam rahatlasın diye önereceğin bir kitap varsa, okuyayım.”

Yaşar Kemali’n İnce Memed’i geliyor aklıma.

“Bir kanadı kırık kuşum ki, el kadar da olsam, beni hiçbir çalı kabul etmiyor.”

Yeleğim var üzerimde biraz da konu değişsin diye cebimden tespihimi çıkarıyor, gösteriyorum

Şimşir ağacından bu, çektikçe kokuyor.

Diğer cebimde de paslanmazdan Bursa işi kemik çakı ve muhtar çakmağı var.

Sinekler ve arılar karpuz kabuklarına üşüşecek elbet.

Kaybedilen en güzel yeri olacak ama hayatın ama dondurmanın.

Çorap da örecekler başımıza.

Çorap da alacağız, çorabının topuğu yırtık açık mavi gözlü bir kadından.

Olta sürekli suda olunca türlüsü ile karşılaşmayacağız da ne yapacağız?

Özü; insanın utananı güzel.

Metafor

Önemsedikçe önemsizleşirsin” dedi karga.
“Yaklaşırsan küçülür, görmezden geldiğin kadar büyürsün!”
Manavın önünde unutulmuş, manzarasız, keyifsiz bir bankta oturuyor başka herhangi bir yerde olduğumu düşlüyordum.
Çocuk parkı boştu ve fırının önünde kuyruk vardı.
Balık lokantaları ne zaman açılacak acaba?
Berberleri, müzisyenleri, sonundan endişe duyanları, yarın nasıl bir güne uyanacağını bilmeyenleri, tevekküle sarılanları, içten içe isyan edenleri düşündüm bir süre.
“İzle beni” dedi karga.
“Sadece su içmek için nelere katlandığımı gör ve nasıl bir hayatım var, tahmin et.”
Sokak hayvanları için bırakılmış eski gri leğeni ve içindeki kirli suyu işaret etti kanadıyla.
“Temkinli olmak lazım.”
Su içene yılan bile dokunmazmış, dedim.
Gevrek, yaşlı bir kahkaha attı.
“Sen öyle san. Su içerken öldürülen kaç karga var biliyor musun?”
Gözleri gri leğende çöp tenekesinin üzerine kondu bekledi.
Başka bir banka ilişti yine bekledi.
Epey zaman geçtikten sonra yere çimlerin üzerine kondu, içinde kirli su bulunan gri leğenin etrafında ağır adımlarla geniş bir çember çizdi.
Tehlike olmadığını düşündüğü anda gri leğenin kenarına kondu, siyah gagasını kirli suya daldırdı.
Suyu içerken gözleri gökyüzündeydi.
Karganın yanına dört yaban güvercini kondu aynı anda.
Peynirci en muhteşem günlerini yaşıyor diye geçirdim içimden. İnsanlar taşıyabildikleri kadar peynir ve yumurta alıyor.
O sırada kasabanın renkleri kayboldu, üstü açık bir araba geçti caddeden.
Beyaz şapkalı, siyah fularlı, güneş gözlüklü iki kadın el salladı arabanın içinden.
Boş bulundum, ben de el salladım. Pişman oldum sonra acaba bana mı el sallamışlardı?
Önce bir cızırtı geldi, plak bu dedim, belediye hoparlörlerinden Elvis Presley’in sesi duyuldu.
It’s Now or Never.
Yıl 1961!
“O yıl neredeydin” diye sordu karga.
Bilmem doğmamıştım henüz.
“Güvercinleri gördün değil mi? Ben etrafı o kadar kolaçan ettikten sonra geldiler ve siz onları bizden daha çok seviyorsunuz.”
Sokağa çıkmanın yasak olmadığı güneşli bir gün arabayı kapalı spor salonunun önüne bırakıp kasabanın sokaklarında yürümüştüm.
Bugünü değil de geçmişi gösteriyordu gözlüklerim!
Her nasılsa, hayaletleri, gitmişleri ve bugünün insanlarını ayırt edebiliyordum.
Kimi nasıl hatırlıyorsam, o halleriyle karşılaşıyordum.
Tanıyıp selam verenler oluyordu, bir yerden çıkaracakmış gibi bakanlar, yüzünü çevirenler ve görmezden geldiklerim.
Tam şurada bir kafeterya vardı eskiden. Merdivenlerden çıktım, ikinci kata oturdum. Kalabalıktı ve uğultu vardı içeride. Doğum günümdü o gün.
Sade bir kahve söyledim.
Sıradaki şarkıyı doğum günü hediyesi tuttum kendime.
It’s Now or Never.
“Mesajı alamamışsın” dedi karga.
Aldım ama masadan kalkmaya cesaretim yoktu.
“Hayat sana daha ne yapsın? Sahi 1971’de neredeydin?”
Bilmem doğmamıştım henüz.
Bankaların önünde sosyal koruma mesafesinde bekliyordu insanlar.
Mutsuzdular.
Biraz sonra gençten birinin karşısına oturacaklar ve borçlarının ertelenmesini isteyeceklerdi. Sanki olan bitenin sorumlusu kendileriymiş gibi utanacaklar, yere bakacaklar ve ertelemenin bedelini kabulleneceklerdi.
Böyle zor zamanlarda öylesine sorduğu bir soruda muhatabının içini görebiliyor insan.
Kibri, riyakarlığı, kıskançlığı ve zavallılığı.
Silmek ve unutmak lazım!
1981’de ilkokula gidiyordum.
“Sormadan cevapladın” dedi karga.
“Şimdi gitmem lazım! Ne demiştim?”
Önemsedikçe önemsizleşirsin.
Yaklaşırsan küçülür, görmezden geldiğin kadar büyürsün!
“Şarkıdaki gibi ya şimdi ya da asla!”
O üstü açık arabadaki el sallayan kadınlar kimdi?
“Bilmem, doğmamıştım henüz!”
3 MAYIS 2020
Ali Gülcü