Ömrümüm Kırkı

Bir zamandır yolda idi gölgesi.
Önce başı göründü, omuzları ve sonra gövdesi.
Yaklaştı, durdu;
gözüme, kirpiğime, saçıma, gülüşüme ,
canı kağıtta bulan sözüme,
har’ı imbikte süzen dilime,
az bulutlu güneşime
geldi sarıldı kırkım.

Ömrümün en devinimli, en hovarda, en filinta yıllarını ‘yaşanmışlar hanesi’ne yazdım. Elde ne var bilmeden, düne sırtımı dönmeden gidiyorum gündüz gece.

Küçük, mütevazi şeyler bekledim hayattan. Bir iş, bir eş, bir ev, bir çocuk, bir külah akide şekeri diler gibi daha geniş bir çemberde dolanmayı diledim bir de. Dilediğim kadar oldu ne olduysa, belki daha çok…

Herkes gibiydim işte.
Beğenilmek istedim, onaylanmak, güçlü görünmek,
özel hissetmek, başarmak, kendimden söz ettirmek…
Şu “gelecek” denen obur zaman beni yutmasın diye her gece adalet istedim Tanrı’dan.

Kalbimi kıranlar,
kalbini kırdıklarım, kalbini duymadıklarım oldu.
Gözüme görünmesin istediklerim,
beni görsün diye tepindiklerim,
gözüne görünmeyeyim diye yol değiştirdiklerim de.

Kırk yaz, kırk kış geçti başımın üzerinden
Baharları sayamadım;
bazı yıllar çoktu, bazısında hiç yoktu.
Güzler desen,
bazen kaç mavi mevsimi yuttu.

O küçük, oğlan saçlı, kara önlüklü, beyaz yakalı halimle okula ilk gidiş günümde kapı eşiğinde fotoğraf makinesine el sallayan çocuktan biraz artmış, biraz eksilmiş biriyim şimdi. İçimde, köşelerine iyice yerleşmiş  ağır suretlerimin arasında iştahlı merakıyla ve ilk günkü saflığıyla ortalıkta dolaşmaya devam ediyor o. Her an bir yetişkinin zılgıtını yiyebileceği endişesiyle bir görünüp bir kayboluyor. “Buna da şükür!” demeliyim; hala nefes alıyor.

O kadar yaşadık!  Ne oldu bunca yılda?
Everest’e çıkamadım mesela.
Ünlü bir düşünür, şarkıcı ya da oyuncu olamadım.
Tekne ile dünya turu,
bisiklet ile Guinness rekor denemesi, 
Harvard’da doktora yapamadım.
Çok para kazanamadım ve herhangi bir şeyde “çok başarılı” olamadım.
Nedeni ortada.
hiçbirini yapmayı ya da olmayı denemedim, hayal bile etmedim.

Onların yerine, muhitimdeki en  dik yokuşa tırmandım. Öğretmen, hiç ünlü olmayan bir yazar ve oyuncu oldum. Tekne ile koyları gezdim, bisiklet sürdüm, düştüm,  dizim kanadı, annem evde alıkoymasın diye su bulup yıkadım, geçti, yine sürdüm, yine düştüm. Bir sürü şeye heves ettim ve hiçbirinde yeterince konaklamadım. Bu yüzden hiç madalyam olmadı.

Ağladım,
kızdım,
öfkelendim,
okudum,
izledim,
dinledim,
öğrendim,
çok çalıştım, insan oldum;
sadece insan.

Ömrümün kırkındayım.

 Artık dünya kimse için birkaç insanlık yer değil. Bir hane içinde yüzlerce kişiyiz artık. Odalarımızın içinde, koltuklarımızın üstünde, bir gün bir yerde karşılaşma olasılığımızın asla olmadığı insanların hayatlarına dokunuyoruz. Herkesin en gülücüklü anılarına, en afilli deneyimlerine, en gidilesi konumlarına bakıp inceden iç geçiriyoruz. Yapamadıklarımız, aklımızdan geçirmediklerimiz üçer beşer önümüze düştükçe geçip giden zamana daha çok hayıflanıyoruz. Tüm bilyeleri cebindeki yırtıktan dökülüp gitmiş üzgün çocuklara dönüşüyoruz. Dönüşüyoruz, dönüşüyor bazıları, dönüşüyor-um ben de herkes gibi.Sonra gidip içimdeki en bilge kadını arıyorum. Onca gürültünün ortasında kendi köşesinden bakan, gören, dinleyen ve anladıkça daha çok susan. Onu duydukça yeniden gülümsüyorum.

Tam kırk yaşındayım.

Açlık ve yokluk çekmeden,  sıcak bir savaşın içinden geçmeden, ailesini çocuk yaşta yitirmeden, istismara uğramadan, eğitim hakkı elinden alınmadan, uzuvlarını kaybetmeden, talihsiz bir kazaya kurban gitmeden, aklını yitirmeden, yok sayılmadan, sevgiyi ve iyiliği duyumsama şansına erişen şanslı bir azınlığın içinde oldum. Her zaman hayıflanacak bir şeyler ve aşılacak engeller vardı. Bunların çoğu büyük acılar vermedi ya da önüme duvarlar örmedi. Hâlâ alacak çokça yolum, çözecek tonla düğümüm de olsa olduğum kişiden razıyım, sanırım. Keşke’lerim yok değil elbet. Sabırlı, toleranslı, deryadil, dingin bir iç haline varmak bu kadar zor olmasaydı keşke. Öfkede cimri, iyimserlikte cömert bir tabiatım olsaydı. Ve keşke yaşamın sahte seslerine sağır olsaydı kulaklarım.

‘Yaşamak’ her on yılda bir başka bir “olmak” haline dönüşüyor.

Genç olmak,
anlaşılır olmak,
güzel ve karizmatik olmak,
beğenilir olmak,
akıllı olmak,
üretken olmak,
saygın olmak,
ait olmak,
sözü dinlenilir, ismi güvenilir olmak,
huzurlu olmak,
sağlıklı olmak…

Tizden pese doğru ilerleyen bir gam[1] gibi her notada daha az bağıran ve nihayet sessizliğe varan bir “yolda olma hali” yaşamak. Şimdi ben bir piyanonun ortanın az ötesi bir oktavında tınlayıp duruyorum kendi ömrümün kırkında. İsyan makamından kabule, temaşadan tenhalığa, bekleyişten özleyişe, gürültüden sükûnete, “ne derler?”den “kime ne?” ye, korkudan cesarete, anlatmaktan anlamaya, görünmekten göstermeye doğru kalender bir ezgi çalıyorum. İçimde konaklayan her kadına biraz uğruyor ama çok kalmıyorum. An geliyor, ‘can’ımı gündüze çağıran ne varsa sarılıp teşekkür ediyorum, an geliyor dev kazanına gürültüyle dökülen şelale gibi köpürüyorum, göğsüm patlayacak oluyor. Ânın ayaklarımın altından  kaydığı, zamanın bir oda ve bir yastıklık koğuşa dönüştüğü falezlerde geziniyorum ve sonra nereden uçup geldiği meçhul ümitvar bulutlara değiyorum.

Kendi denizlerimin Poseidon’uyum. Dingin, dalgalı, fırtınalı, ılıman ya da ayaz her dem, her mevsim bende ve benimle biliyorum. Üç uçlu bir mızrak var elimde.  Dün, bugün ve yarın diz dize yaşıyor üstünde. Öfkelendiğimde ya da huzura erdiğimde her ‘zaman’ım nasibini alıyor bundan, şimdi daha açık görüyorum.

40’ım ve hâlâ fena halde şaşkınım. Hâlâ hangi şarkının notası, hangi niyetin  harcıyım bilmiyorum. Yaşamak için bilmek gerekseydi devam etmek çok zor olurdu. Bilmediğim ama bir şekilde sezdiğim içgörüsel bir yönelme ile gidiyorum bir yerlere. Yaşama ahlâkına hayranlık duyduğum ve her mısrasıyla yeniden vurulduğum Veysel gibi gâh ağlayıp gâhi güle, yetişmek için menzile gidiyorum gündüz gece.

Ömrümün kırkında,
denizin ortasında,
ben neredeyim, menzil nere,
gidiyorum gündüz gece.

Derya CESUR


[1] Müzikte tonal sistem içerisindeki dizilere verilen ad. Çıkıcı gamda ses giderek incelir (tizleşir), inici gamda ses giderek kalınlaşır (pesleşir).

Vaveyla

Üçüncü dünya harbi bu.
Gövdeler ayakta,
ruhlar aman dileniyor
süngüler ucunda.

Cennete heves edip
cinnete konuyor us.
Ölümden önce
lakin
‘yaşamak’tan öte,
sahtelikten peydah bir bataklığın önünde,
hayatın kurumlu dibinde
sallıyor beyaz bayrağı
kara kirler içinde.

Nagalip bir yarış bu;
varılmaz yol,
çıkmaz sokak.
Kurmaca,
kalpazan,       
ard arda çalıp duran
ölümsüz bir nakarat.
Yalanın dili munis, dansı kıvrak
ve
cephe cephe düşüyor
hakikat .

Derya CESUR

Ölü Tırnağa Bakarken

Önce rengi değişti,
ardından yavaş yavaş dokusu.
Her gün biraz daha kurtuldu tutunduğu deriden.
Az kalmıştı ayrılmaya, azıcık acır gibi oldu.
O da bitti son kertede.
Küçük ve hızlı bir çekiş,
sonra kopuş…

Bozulma ne zaman başladı bilmiyorum.
Bir tür enfeksiyon mu yoksa çokça yaşayıp unuttuğum o meşhur çarpmalardan biri yüzünden mi?
“Üfff amma da acıdı!” gibi şeyler söylendiğim ya da çarpmanın şiddetinden yalnızca bir kenara çömelip neredeyse ağlayacak olduğum zamanlardan bir hatıra olabilir pekâlâ.
Neticede, koptu gitti işte.
Birden değil, ağır ağır. Farkına varmadım bile.

Son günlerde dalıp gitmeye fırsat bulduğum her boşlukta aynı soru dönüp duruyor zihnimde.
“Tam olarak nerde başlamış olabilir?”
Hayır, tırnağın ölümü değil; içinde sürüklendiğimiz bu toplumsal afazi.[1]
Birbirimizi anlamaz hale gelmeye tam olarak nerde başladık?
Cebimizdeki  kelimeler ne zaman yabancı oldu?
Ne zaman bölüştük  kutsalları?
Din benim, bayrak senin, vatan onların ne zaman oldu?
Tırnak etten, söz değerden,  zikir fikirden ne zaman ayrı düştü?
“Burada” diyebileceğimiz bir yer var mı?
Ya da “gün/ay/yıl” diye yazabileceğimiz bir vakit?

Şehirler gece başka olur.
Binalar uyur, pencereler uyanır sanki.
“Ne çok pencere var!” derim bir uçağın içinden bakıyorsam.
Bir deniz kenarından ya da hakim bir tepenin yol kenarından…
Her pencereden başka manzara görünür.
Kimileri işlek, ışıklı caddelere, ferah ufuklara, çiçekli bahçelere; kimileri metruk sokaklara,  beton duvarlara, küfürlü kaldırımlara bakar.
Bin pencereden bin ülke görünür aslında.
Baktığı yere benzer o penceredekiler de. Baktığı sokak, cadde, ufuk dönüştürür insanı.
Önce evleri, sokakları, kaldırımları, şırıl şırıl caddeleri, vitrinleri kurar;
sonra karşısına geçip baka baka onlara benzer insan.
Yaptığı şeye dönüşür yani; güzelse güzel, çirkinse çirkin olur çıkar.

Ölü bir tırnağı çöpe atmadan önce hakkında uzun uzun düşünecek ruh haline nasıl eriştim bilmiyorum. “Bunun hakkında bir şey yazabilir miyim?” diye sesli bir cümle bile kurdum. Klavyenin karşısına geçmek için çok daha ‘canlı’ temalar bulabilirdim oysa. Nesneden düşünceye mi ilerledim, düşünceden nesneye mi vardım? Belki her ikisi de.

Tek bildiğim, başlangıcın silikliği.
Bozulmanın küçük,
dünyanın dönüşü gibi  hiçbir fenalık hissi uyandırmadan yavaşça
ve geri dönüşsüz şekilde ilerlediği.

Cevabı kestiremese de “Ne olacak?” diye soruyor insan. Tırnağını kaldırıp atan ayak parmağıma eğilip bakıyorum.  Tadilattan sorumlu kan hücrelerim çoktan işe başlamış. Yakında bana yeni ve sağlıklı bir tırnak yapacaklar. Bunu bildiğinden olsa gerek, parmağımın herhangi bir gerginliği yok. Geleceğinden kaygılı ve korku içinde olduğuna dair bir izlenim edinmedim. Aynı bilgeliğin ona hükmeden beynime de nasip olmasını çok isterim. İnsanlığın on binlerce yıllık yolculuğunda sayısız  çöküş ve diriliş hikayesi var. Önce küçük topluluklara, kabilelere ve sonra daha geniş sınırlara, binlerce kişilik şehirlere, oradan  kıtalara yayılan imparatorluklara yürüdük. Sonra dünya savaşları ile yine daha küçük sınırlara çekildik. Bu afazinin birlikte olma kabiliyetimizi gün geçtikçe azalttığı, bizi ayıran şeyleri bizi birleştiren şeylerden daha önemli yaptığı ortada. Bir zamanlar büyük ‘biz’ e inanmış bir topluluğun şimdilerde küçük ‘biz’lerde  nefes alıp verdiği, dilini anlayamadığı ‘öteki’ne rastlamamak için yolunu değiştirdiği de aşikar. “Öteki” kapımızın, bahçemizin, mümkünse mahallemizin dışında kalsın istiyoruz. Ancak homojenleşme sosyal medyada olduğu kadar kolay olmuyor. Dilediğimizi tek bir dokunuşla özel alanımızdan dışlayabildiğimiz sanal dünyanın tersine, gerçek hayat bize hayat görüşümüze denk arkadaşlık ya da komşuluk önerileri ile gelmiyor. Bu yüzden ‘öteki’ ile temsil bulan her davranış, imaj ya da söz öbeği kaldırımda karşılaştığımız ‘gerçek insan’a yüksek dozlu  “seni istemiyorum” imaları göndermemize neden oluyor.

Birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.

Konu sevdiğimiz renklerin,  tuttuğumuz takımların, ait olduğumuz ekonomik sınıfların haddini çoktan aştı. “Öteki” herkes için geleceğin önünü tıkayan bir tehdide dönüştü. Yalanla doğru, güzelle çirkin, siyahla beyaz, cennetle cehennem arasındaki değişmez zıtlık “biz” ve “onlar” arasına yerleşti. Taraflar kendilerini güvende hissetmek, ‘diğerleri’ni dışarıda bırakmak için özel güvenlikli kapalı sitelere, benzerlerini kucaklayacağı şehirlere, derneklere, sosyal medya gruplarına yöneldi. Tahammül sınırında kırmızı sirenler çalıyor.

Bir ülkeyi savunan askerler zorunlu durumlarda, hayati olanı korumak güdüsüyle geri çekilir. Bitkiler kuraklık zamanlarında büyümeyi bırakır ve dışarıdan aldıkları en küçük enerjiyi hayatta kalmak için kullanır. Yılanlar büyüdükçe eski derisinden soyunur, yeni dokular yaratır.  Organizmalar hastalıklı uzuvlarını tamir edemezlerse ondan kurtulur. Tırnak olmadan parmak, parmak olmadan ayak, ayak olmadan vücut yaşıyor. Ta ki, hayati olanlar tehlikeye girene dek…

Hayati olanlar ‘değerlerimiz’di.
Çözünüyorlar.
Erime ne zaman başladı bilmiyorum.
Artan yoksulluk mu, yoksa tek derdi çoktan seçmeli sınavlarda öğrenci koşturmak olan eğitim kurumları mı sorumlu?
Bilmediğini bilmenin erdem olduğunun unutulması, alime saygısızlık, bilgi süslü cehalet, bireyci anlayışın karizmasındaki artış ve toplumsaldan vazgeçiş, hedonizmin önlenemez yükselişi, metruk sokaklara ve küfürlü kaldırımlara bakan pencerelerin çoğalması gibi şeyler olabilir pekâlâ.
Neticede, çözünüyor işte.
Birden değil; ağır ağır ve gönül bile bile.


[1]  Afazi: Konuşamama, söz yitimi, insan beynini diğer canlılardan büyük oranda ayıran en önemli özelliklerden birisi olan “lisan” özelliğinin bozulması durumu. Toplumsal afazinin teşhisi ve tanımı geniş anlamda ilk defa yazar Alev Alatlı tarafından yapılmıştır. Toplumsal afazide sorun, iletişimde kullanılan kelimelerin anlamlarındaki muğlaklıktır. Kelimelere, kendilerini kullanan kişiler tarafından muhtelif bağlamlara göre farklı anlamlar yüklendiğinde, ortaya iletişimi engelleyen özel bir söz yitimi tipi çıkmaktadır. (Sinan Canan / Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler)

Derya CESUR
Eylül 2021

Beni Yak, Kendini Yak, Her şeyi Yak

“Üstüme gelmeyin, yakarım kendimi,” dedi. “Can bildiklerimden, güvenip hayatımı teslim ettiklerimden gördüğüm ihaneti başka hiçbir şeyden görmedim. Yanıma yöreme kim gelse kollarımı açıp buyur ettim. İstemek nedir bilmeden verdim, daha çok verdim, daha da çok verdim. Buna karşın itildim, tarümar edildim. Yeter artık, buraya kadar! Üstüme gelmeyin, yakarım kendimi!”

Dedi ve yaptı; yanıyor Dünya.

Yıllardır bağıra çağıra “Durdurun kendinizi, yoksa canınız yanacak” diyerek dönen gezegen imayı bırakıp eyleme geçti. Kalaşnikofla öldürülemeyen virüsler salarak, sular taşırıp ateşler yakarak gövdesinde biriken irinleri birbiri ardına kusuyor. Ve kendini yaşayan yaşamayan her şeyin üstünde gören homo sapiens sapiens (“modern insan” ya da Encyclopedia Britannica’ya göre, “bilge adam”) bu yıkıcı geri bildirimi püskürtecek bir yol bulamıyor. Çünkü güçler dengesi konusunda bile isteye telafisi olmayan yanlışlar yaptı ve yapmaya devam ediyor. Artık onun için bağırmak, ağlamak, imitasyon dünyasını savunmak ve dua etmek dışında bir seçenek yok.

                On binlerce yıl önce benzerlerinin nesli tükenirken iklimlere ve değişen diğer koşullara uyum sağlama yeteneği sayesinde türünü devam ettiren bu insan ırkının postmodern torunları olarak dengeler üstüne kurulmuş bir hayatı daima haddini zorlayarak yaşamayı seçen  bizler, ilerleme adına yaptığımız her yeni müdahale ile asla kazanamayacağımız bir savaşta yeni cepheler açmaya devam ediyoruz ve edeceğiz. Birkaç yüzyıllık bilgimiz ile yüz milyonlarca yıllık yaşam geleneğini yok sayarak durumu lehimize döndürmeye çalışırken kim bilir kaç acınası yenilgiye daha uğrayacağız. Kazandığımıza hükmederken kaybettiğimizi söyleyenlerin ağızlarını tıkayacak ve işler yolunda gitmediğinde hesap soranlara iyi niyetli sağırlar olduğumuzu söyleyerek herkesi tevekküle çağıracağız.

                Taşı kuştan, suyu rüzgardan ayırmayı marifet sayan, bilgiyi milyarlarca başlığa bölerek parçanın bütünle ilişkisini koparan, kendini topraktan ayırarak beton krallıklarda konfor üstüne konfor yaratan üstün (!) zekamız havayla, suyla, çekirgeyle, arıyla, Amazon’un uçan nehirleriyle, Sahra’nın tozlarıyla, Kızıldeniz’in mercan resifleriyle, Afrika savanasındaki fille, sırtlanla, antilopla, Kuzey Kutbu’ndaki buzulla ve muson yağmurlarıyla bağlı bir hayat sürdürdüğünü, tahrip edilen her doğal unsurun birbirine kuvvetle mecbur bu hayatı tehdit ettiğini, bir türün kontrolsüz şekilde azalıp çoğalmasının ekolojik dengeyi altüst ettiğini ve dolayısıyla bu ekolojinin içinde yaşamak zorunda olan insan türünün eninde sonunda bundan ölümcül şekilde etkileneceğini bir gün anlar mı?

Yalnızca son iki yılda binlerce insanımızı, yaban hayata dahil on binlerce hayvanımızı, rakamlarla söylenemeyecek kadar çok ağacımızı salgın, sel ve yangınlarda yitirdik. Denizlerimiz onlarca yıldır istismara uğruyor. Kent atıklarıyla florası bozulan, dolgu malzemeleriyle ve santrallerle doğal çapları ve potansiyelleri azaltılan nehirler, göller ve denizler kuruyor, kusuyor ve hızlı çekimde işlevini yitiriyor. İnsan topraktan gelen hayata yabancılaşıp ekmeğin ve zeytinin markette üretildiğini sandığından beri “su” yalnızca güzel sesli bir manzara, karşısına geçip romantik hayallere daldığımız şırıl şırıl bir fotoğraf oldu. Aylarca kendini esirgeyip ruhumuzda kuraklık psikozları yaratan ve nihayet geldiğinde bir kasabayı yerle yeksan eden yağmur, kendi kendine alev alan çam ormanları, sallandığında şehirleri ve ekonomileri perişan eden depremler, yakalanamayan düşman Corona ve bağlantılı olarak artan tüm yaşam maliyetleri filmin kendisi de değil üstelik; yalnızca fragmanı.

                Aklı başında olup da büyük fotoğrafı yorumlayabilen herkes bir tür distopya kahinliği yapmadığımı bilir. İzlenme rekorlarına imza atan Netflix dizilerinin üç beş satır altında, gözden ırak akıldan ırak köşelerde görülmeyi ve duyulmayı bekleyen, gezegen hayatına dair yapılmış o sıkıcı (!) belgesellerde bilimsel bulgularla gözümüze ve kulağımıza sokulan hakikate daha ne kadar yüz çevireceğiz?

‘Yaşamak’la son derece meşgulken  onun belki de tek öncülü olan “yaşatmak” ile ilgili akıl yormaya ne zaman başlarız? Suda yüzmek zorunda iken bir kez olsun “su” hakkında düşünmeyen balığa benzemekten ne zaman vazgeçeriz? Var mı böyle uzun uzun bir vaktimiz?

“Üstüme gelmeyin, taşarım!
Siz ilerledikçe kısalıyor kolum kanadım.
Göğümden, denizimden, nehrimden,
ağacımdan, dağımdan uzak tutun ellerinizi,
beni kendi halime bırakın.
Kendi kendime sararım yaralarımı, dokunmayın!
Artık isteseniz de geri veremezsiniz çaldıklarınızı.
İstemezsiniz de zaten;
lakin
ben alırım.” dedi.

Sonra…
Sonrası,
ÇOK YAKINDA.

Derya CESUR
Ağustos 2020

Gayya

Bazen bir şey oluyor.
Öyle bir şey ki hayatıma dair tüm ilgimi kaybediyorum.
Dünyanın ışıkları sönüyor sanki;  göğün mavisi, ağacın yeşili kaçıyor.

Kafes içindeki minyatür çarkında ölesiye koşup hiçbir yere varamayan hamsterlar gibi kendimi hep başladığım yerde buluyorum. Vücudumdaki serotonin aniden  en küçük zerresine kadar çekilip bulduğu her geçitten boşluğa akıyor ve bedenim koltuğun, yatağın, sandalyenin üstüne öylesine bırakılmış bir yastığa dönüşüyor.

Yanıma kimse yaklaşmasın istiyorum.  Kimse “Neyin var?” diye sormasın. Çünkü içimdeki huzur göçünce, çirkinleşiyor yüzüm. Ben bile bakamıyorum yüzüme. Olur da karşılaşırsak, tanımazlıktan geliyorum.

Büyüklerim nasıl bir insan olmam gerektiğini öğretirken keşke ruhumun hatlarını bu kadar ince çizmeselerdi diyorum. Duyarsızlığın o geniş düzlüklerinde ben de salınabilseydim keşke. Ülkemde yokuş aşağı yuvarlanan değerler için ağlamadan yaşamanın bir yolunu bulabilseydim. İnsanların ölen ruhları tabiatın ırzına geçerken bunun benimle ilgisi olmadığını düşünecek; olup biten, peyderpey yiten güzel şeylere rağmen gösterişli bir arabanın direksiyonunda poz vermeyi kendime layık görecek bir zihin durumunda olabilseydim. Havalı mekanlar, şık ayakkabılar, markalı gözlükler ve kostümlerle yaşamı anlamlandıran bilince bu kadar uzak olmasaydım keşke.

Ben böyle bir “ben”  değil iken “keşke” ile aram iyi değildir. Ancak an itibariyle iyiye odaklanmakta zorlanıyorum ve bu zamana kadar tercih ederek yaşadığım hiçbir şeyi buna kurban vermek istemiyorum. Fakat yarın ya da yarınlarda daha güzel bakabilecek olsam bile dipte bir yerde her zaman yerli yerinde duracak olan bu geniş zamanlı “iştahsızlık” için elimden pek de bir şey gelmiyor; çünkü bu ruh çürüten hissi besleyen canavar bu topraklarda hayli güçlü; umutsuzluk…

 Böyle anlarda işimi daha iyi yapmak, sevdiklerimle daha çok ilgilenmek, daha fazla öğrenmek için iyi bir neden bulmakta güçlük çekiyorum. Daha refah, daha adil, daha şefkatli bir gelecek umudunda sona gelmiş gibi hissediyorum. Daha yasak, daha fakir, daha kavgalı, daha güvensiz, daha suçlu; yani distopik bir yüzyıl senaryosu daha mümkün geliyor.

Gazeteler ve haber programları ara vermeksizin felaket, cinayet, ihanet haberleriyle kıyameti çağırıyor. Ülkenin üzerinde yükseldiği kurumlar birbirlerine kılıç çekiyor. Bir vücudun içerisinde karaciğerin akciğere, böbreklerin mideye saldırması gibi bir şeyler oluyor yani. Bir organizmayı güçlü yapan şey, onu oluşturan büyük küçük her parçanın birbiriyle uyum içerisinde olmasıdır. Tüm birimler organizmayı hayatta ve sağlıklı tutmak için işbirliği yapar. Bu esnada hiçbiri diğerinden daha üstün ve önemli olduğunu düşünmez. Organizma güçlü olduğu için organlar uyum sağlamaz. Organlar uyumlu ve birbirleriyle sağlıklı bir işbirliği halinde oldukları için organizma güçlüdür. Oysa  “güç” toplumsal hayatımızda ‘sağlık’tan başka bir anlama denk düşüyor. Güç, bize aslımızı unutturan şeyin adı oluyor; hayatımıza mâl olsa dahi…

“Bakma, görme, duyma” diye telkinler veriyorum duyularıma.
 “Kaç, git, sırtını dön!
Uçağın penceresinden beyaz bulutları izlediğin an’ı hatırla.
Her şeyin, herkesin üzerinde yürüt aklını.
Çık bu gayya kuyusundan, göğe dokun.
Varoluşa, kurmacanın dışında kalana, yaratılışa odaklan.
Evrenin milyarlarca yıllık zaman şeridinde ömrünün kapladığı alanı düşün, gülümse.
Müstakbel acılarının akışı bozmasına izin verme, zamanı gelmeden çekme ağrılarını.” diyorum,
sonra “Biri bir şey mi dedi?” diye etrafıma bakınıyorum.

Neyse!
Geldi tuttu yine yakamdan hüzün.
Sen bana bakma. Yazdım da buraya koydum diye çok da ciddiye alma.
Yazmalıydım.
Yazmasam kim bilir ne olacaktım?

Derya CESUR

Temmuz 2022