Bu Aralar Babamlarda Kalıyorum

Bu aralar babamlarda kalıyorum. Yirmi altı yıl önce ayrıldığım ilk yuvamda. Nedenini ise satırlarımın sonlarına doğru açıklayacağım. O vakte kadar sizlere anlatmak istediklerim var.

Aslında sizlerden ziyade kendime anlatmak istediklerim, hatırlamak, tekrar etmek, tebessüm etmek, hüzünlenmek, şaşırmak, şükretmek istediğim hatıralarım var. Araştırmalara göre üç yaşımızdan önce yaşadıklarımızı hatırlayamıyoruz. Ve en çok hatırladığımız hatıralarımız ise duygu yoğunluğunun fazla olduğu yaşanmışlıklarımız. Daha doğru bir deyişle en çok korktuğumuz, mutlu olduğumuz, üzüldüğümüz vb. anılar. Anlaşılıyor ki diğer rutin günler ya da anlar hafızamıza çok daha silik biçimde kaydediliyor.

Doğup büyüdüğüm bu evde ise geçmişe yönelik ilk hatırladığım anılar çoğunlukla babamın beni uyuturken yanımda yer aldığı zamanlardı. Babam beni öylesine alıştırmıştı ki; iki şey olmadan uykuya dalabilmem pek mümkün değildi: biberon içerisindeki sütüm ve babamın ezberinden anlattığı masallar. Göz kapaklarım ağırlaştıkça sütü mü yoksa masalı mı içtiğimi ayırt edemezdim. Eğer masal bittiğinde henüz uyumamışsam, babam için perişan edici bir gece onu bekliyor olurdu. “Bir daha!” diye bağırmamla yeni bir masalın kapısı açılır, babamın yüzüme çarpan ılık nefesi, göz kapaklarımı usul usul kapatırdı.

Masal dinleme çağım geçtiğinde, yeni bir evreye başlamıştık; kısa kitaplardan öyküler dinleme. Tabii bu arada masallar öykülere evrilirken, biberondaki sütüm başka bir şeye evirilemedi, onunla vedalaşmak zorunda kalmıştım. Uyumam için gereken tek şey babamın ılık nefesiyle can bulan öykülerdi. Okul çağım başlayana dek bu durum böylece devam etti. Okumayı bilmiyordum fakat neredeyse Küçük Prens’i ezberlemiştim.

Ben büyüdükçe babamın kitaplığı da büyüyordu. Önceleri, kendisine ait odadaki duvarlardan sadece biri kitaplıkken, zamanla tüm oda kitaplık haline gelmişti. Okumayı severdi babam, o kitaplığını seyrederken ben de onu seyrederdim. O vakit içine doluşan huzur böceklerine bir anlam veremezdim, ta ki yıllar sonra kendi kitaplığımı seyre dalana dek. İlginçtir fakat babam bana hiçbir zaman kitap oku demedi. Bu klişe söylemi bir kez bile duymadım dilinden. Ama sık sık dillendirdiği “Merak zorlanmaz, uyandırılır.” Deyiminin renklerini üzerimde ilmek ilmek ördü.

Okumayı öğrendiğim zamanlar, televizyonun artık her eve girdiği yıllara denk geliyordu. Kalabalık ev oturmalarının sohbet kısımları makasla kesilmiş, yerine toplu televizyon izlemeleri monte edilmişti. Takip edilen programlar, diziler, filmler, önceden karara bağlanan evlerde toplanılıp pür dikkat izleniyordu. Televizyon çocuklar için bir mükafat aracı haline gelmişti. Uslu durmazsan izleyemezsin, dersini bitirmeden izleyemezsin, kitap okumadan izleyemezsin! Televizyon izlemek kutsallaştırılmış, ders çalışmak, kitap okumak gibi eylemler çocuklar için angarya durumuna düşmüştü. Babam için televizyon hiçbir zaman kutsal bir makine ya da mükafat aracı haline gelmedi. Ve hiçbir zaman, annemin televizyon üzerine dantel koymasına izin vermedi. “İzlemek tüketme eylemidir kızım, her şey önceden verilmiştir, hazırlanıp sunulmuştur film; ses, görüntü, kostüm, dekor, ortama göre müzik, duygularına yön veren efektler… Kitap okurken ise bütün bunları zihninde sen canlandırmak, hayal etmek zorundasın. Okumak sürekli bir yaratma eylemidir.” Nasıl unutabilirim bu diyalogları… Sonra anladım ki; okulda okumayı öğretiyorlardı, okumayı sevmeyi değil.

Birazdan yerimden kalkacak, uzun süredir her gece yaptığım gibi babamın kitaplığından bir kitap seçeceğim. Sayfalarını karıştıracak, babamın karalarcasına notlar aldığı kurumuş mürekkep lekelerine el süreceğim. Odadan yalnız ayrılmayacağım, bunu her gece hissediyorum. Proust, Kafka, Kierkegaard, Beckett, Rilke, Çehov, Thomas Mann, Yaşar Kemal, Dostoyevski ve daha niceleri de benimle beraber çıkacak o odadan. Hep birlikte babamın yatak odasına gireceğiz. Her biri odanın bir köşesine sessizce oturacak. Ben ise babamın başucuna oturup kitabın kapağını açacağım. Sesim kulaklarına ulaştığında ise o hasta ve yorgun gözlerini açacak. Nasıl ki benim hatırladığım ilk anılarım babamın bana masallar anlattığı zamanlar ise, istiyorum ki onun da son hatırladığı anıları, benim onun yanında olduğum ve ona kitap okuduğum zamanlar olsun. Değişiyor insan, saçları, dişleri dökülüyor, derisi buruşuyor ve sarkıyor, kasları eriyor, bir deri bir kemik kalıyor. Değişmeyen tek şey ise bakışları… Hala aynı bakıyor babam, kendini ifade etmesine izin vermeyen bedenine inat neyi var neyi yoksa gözlerinde kabaran damlalara yüklüyor. Ayna oluyor bana gözyaşları. O aynalarda her gece başka bir ben görüyorum. Beni bana hediye eden bir adam görüyorum. Okuyorum… Yüksek sesle, bedelsiz, karşılıksız, en çok sevdiği kitapları. O bana bir zamanlar başucumda her gece “hoş geldin kızım” derken, ben de şimdi ona her gece “güle güle baba” diyorum.

Bu aralar babamlarda kalıyorum…

Şimdi müsaadenizle.

    “İnsan hayatta olduğu için ev yapar, ama ölümlü olduğunu bildiği için kitap yazar. Sürü halinde yaşadığı için topluluk içinde oturur, ama yalnız olduğunu bildiği için okur. Bu okuma ona, başka bir arkadaşlığın yerini almayan ama bir başka arkadaşlık tarafından da yeri doldurulamayacak bir yoldaşlık sağlar. Kaderi üzerine kesin bir açıklama getirmez, ama hayatla onun arasında sıkı bir suç ortaklığı örer. Hayatın trajik saçmalığını aydınlatırken, çelişkili yaşama mutluluğunu anlatan çok küçük ve gizli suç ortaklıklarıdır bunlar. Öyle ki, okuma gerekçelerimiz en az yaşama gerekçelerimiz kadar gariptirler. Ve hiç kimse bize bu yakınlığın hesabını sormaz.” Daniel Pennac

Özkan SARI

Kalbimi Vatanıma Gömün

Genelde okuduğum kitaplarla ilgili kısa düşüncelerimi, kitap görseliyle birlikte İnstagram hesabımdan paylaşıyorum. Dee Brown’un “Kalbimi Vatanıma Gömün” Eserini de paylaşmak istedim fakat içimde biriktirdiklerimi öyle birkaç cümleyle ifade edemeyeceğimi anladım. Bunun üzerine bir inceleme yazısı kaleme almayı uygun buldum. Böylelikle hem Dee Brown’un bu önemli eserinin daha çok okura ulaşabilmesini hem de Kızılderili Irkı için kalemimle saygı duruşunda bulunmayı amaçladım.

De Brown’un bu eşsiz çalışmasını önemli kılan en önemli noktanın; verilerin çoğunluğunun bizzat ABD resmi arşivlerine dayanması olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar Kızılderililer ile beyaz adamın karşılaşması Kristof Kolomb’un 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasıyla başlasa da yazıya dökülen yaşantı ve gözlemlerin 1860-1890 (kitap bu aralığı anlatıyor) yılları arasında yoğunlaştığı görülüyor. Kızılderilileri dünyaya anlatan kaynakların derleyici ve yazarlarının hemen hemen hepsinin beyaz adamdan oluşması, Kızılderilileri anlayabilme noktasında okuru hep eksik bırakmıştır. Buna neden olan en büyük eksik elbette Kızılderililerin dili ve kendileri tarafından yazılı bir tarihinin olmayışıdır. Olsaydı bile bunu basılı belgelere dönüştürebilmek için yine beyaz adama muhtaç olacaktı. İşte bu çerçevede değerlendirdiğimizde bu kitabın önemi katbekat artmaktadır.

Kolomb, Amerika kıtasını keşfettikten sonra İspanya Kral ve Kraliçesine yazdığı mektupta yerliler ile ilgili şöyle diyor: “Bu insanlar öyle uysal, öyle barışsever ki yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar, ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer.” Tabi bu söyleminden Kolomb’un da dost canlısı bir misafir olduğu anlaşılmasın. Kolomb’un ve diğer istilacıların gözünde yerliler; çalıştırılması ve Hristiyanlaştırılması gereken insansılar olmaktan öteye gitmiyordu. 1492 yılı kıyımın başlangıcı oldu. Bu tarihten itibaren beyaz adamın Avrupa’dan Amerika’ya olan göçü bir daha son bulmayacak şekilde başlamış oldu.

Bu tarihten sonra başlayan beyaz adam – Kızılderili savaşı(aslında buna savaş denilmez, sistematik soykırım demek daha doğru olur.) son bulduğu 1890 yılına kadar devam etti.

“Kalbimi Vatanıma Gömün” 1860 ve 1890 yılları arasındaki olayları konu almaktadır. Elbet bu aralıkta yaşanan süreci size aktarabilmem mümkün değil fakat bende bıraktığı yaraları da sizlere göstermeden üstünü örtmem mümkün gözükmüyor. Romantizm kokuyor gibi gözükse de bu otuz yıllık sürecin sonunda kendimi bir Kızılderili olarak hissettiğimi söyleyebilirim. De Brown’un olayları kronolojik bir akış içerisinde adeta romanlaştırarak sunmasına, çevirmenler Celal Üster ve Fevzi Yalım’ın da Tükçe’ye çevirilerinin başarısı eklenince, bu otuz yıllık süreç adeta benim geçmişimmiş gibi hafızama kazındı. Hemen hemen her bölüme eklenen özellikle Kızılderili Şefleri ve savaşçılarının gerçek fotoğrafları, zihnimizde oluşturduğumuz kurgunun gözle görülür bir vücuda bürünmesine olanak sağlıyor. Kitabın en dikkat çekici noktalarından biri de olayların geçtiği yıllarda dünyada sanat, edebiyat ve siyasi önemli olayların küçük notlarla okuyucuya sunulması. Örnek vermek gerekirse, 1866 yılında Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı yayınlanırken, 1867 yılında Karl Marx’ın “Das Kapital”i yayınlanıyor. Oysa bu tarihlerde ise Sioux Şefi “Kızıl Bulut”; halkının özgürlüğü uğruna atını Howitzer’lerin(Top) üzerine sürüyordu.

Kızılderililerin bilgeliği ve kültürü, esiri olduğumuz modern çağın tüketim odaklı talan kültürünün çok uzağındaydı. Doğayı; sahip olunacak, hükmedilecek bir varlık olarak değil, onunla kardeş olup, onun ve kendilerinin devamlılığının sürdürülebilmesi için birlikte olacakları bir varlık olarak görüyorlardı. Kızılderililer toprağın ve onun zenginliklerinin hayatla bir tutulması gerektiğini ve Amerika’nın bir cennet olduğunu çok iyi biliyorlardı; Doğu’dan gelen istilacıların niçin Kızılderililere ait her şeyin yanı sıra Amerika’nın kendisini de yok etmeye kararlı olduklarını anlayamadılar.

Yine beyaz adamın bize anlattığı hikâye, izlettiği filmlerde Kızılderililerin yapılan anlaşmaları bozan, beyaz adamın kafa derisini yüzen barbarlar olduğu aktarıldı. Oysa gerçek tam tersiydi. Kızılderililer Kolomb’un bir zamanlar mektubunda belirttiği aynı Kızılderililerdi; uysal, barışsever, kibar. Beyaz adam ise daha aç, daha hırslı, daha vahşi… Yüzdükleri Kızılderili kafa derilerinden para kazanan askerlerle dolu bir beyaz adam ordusu…

Beyaz adam bildiğimiz beyaz adam! Onun gerçekleştirdiği hangi vahşete şaşırabiliriz ki? Günümüzde hangisine şaşırıyoruz? Beni bu kitapta en çok yaralayan nokta beyaz adam değil; kendi ırkına ihanet eden Kızılderililer olmuştur. Beyaz adamın ordusunda iz sürücü olarak görev alan paralı Kızılderililer, kendilerine düşman gördükleri diğer kabilelere beyaz adam ile birlikte saldıran kabileler, ya da beyaz adamın yalan ve fitnesine mağlup olup tetikçilik yapan Kızılderililer. Elbet bu bir sonuç! Yüzyıllar süren bir kıyımın zaman içinde genetik hafızalarına işlediği bıkkınlığın, ümitsizliğin, hayal kırıklığının sonucu. Onları bu konuda suçlayamam çünkü klavye tuşlarına basmaktan başka bir zahmetimin olmadığı bugün, onları yargılamak benim haddime değil.

Kitaba konu olan bu otuz yıllık süreçte hemen hemen tüm beyazlar Kızılderililer’e düşmandı. Bunun en büyük nedeni, günümüzde de geçerliliğini tüm kuvvetiyle sürdüren “medya manipülasyonu”ydu. Çünkü tüm medya, Kızılderililerin yok edilmesi gereken bir ırk olduğu yönünde hem fikirdi. Ne manidardır ki bu manipülasyonun sarhoşluğundan uyanabilenler ise Kızılderilileri yakından tanıma fırsatı bulan insanlardı. Kitapta adı geçen ve Kızılderili soykırımı karşısında canı ve mevkii pahasına da olsa sesini çıkarabilmiş, karşı koymaya çalışmış az sayıdaki beyaz adamı(asker ve sivil) da burada saygıyla anıyorum.

İnanın altını çizdiğim, alıntıladığım, hatta saklamak üzere özenle ajandama aktardığım o kadar çok bölüm var ki… Burada yazmaya kalksam sonunu getiremem. Yine de müsaadenizle birkaç alıntı paylaşıp yazımın sonuna doğru yol alalım.

 “Kızılderililer öylesine az şeyle yetinebiliyor ki, bir türlü uygarca yaşamaya yanaşmıyorlar.” Beyaz adam Nathan Meeker

“Toprak yaratıldığında üstünde sınır çizgileri yoktu, onu bölmek insanlara düşmez…” Kızılderili Reis Joseph

“Omaha beyaz adamlarla dolu bir arı kovanıydı sanki, Chicago gürültüsü, karışıklığı ve neredeyse göğe erişecek gibi görünen binalarıyla ürküntü vericiydi. Beyaz adamlar çekirgeler kadar kalabalık ve amaçsızdılar; sürekli olarak telaş içinde bir oraya bir buraya gidiyor, ama varmak istedikleri yere bir türlü varamıyorlardı sanki.” Washington’a giden Kızılderili heyeti

“O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım(Kum deresi katliamı). Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.” Kızılderili Kara Geyik

“Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir tekinin dışında hiç birini tutmadılar. Toprağımızı alacağımızı söylediler ve aldılar.” Kızılderili Kızıl Bulut

Buraya kadar herhangi bir Kızılderili kabilesinin ya da Kızılderili Şefi/Savaşçısının adından söz etmedim(bir yer hariç), istedim ki onları yazımın sonuna saklayayım. Umarım kitaba karşı sizlerde bir merak uyandırabilmişimdir. Günümüz karanlığında, “Gelecek; geçmişin gerçeği üzerinde ilerler.” Hakikatinin fenerleriyle yol almaya çalışanlardansanız, bu eseri mutlaka okumalısınız. Bu eşi benzeri olmayan, belki de bir daha olmayacak olan insanları tanımalı, öncelikle kendinizle tanıştırmalısınız.

Son olarak;

Son büyük Kızılderili kabileleri olan; Navaho, Cheyenne, Arapaho, Sioux, Comanche, Apache, Kiowa, Nez Perce, Ponca, Paiute ve geçmişte yok edilen nicelerini…

Son büyük Kızılderili Şefleri ve Savaşçıları olan; Manuelito, Küçük Karga, Büyük Kartal, Küçük Kuzgun, Kızıl Bulut, Benekli Kuyruk, Gaga Burun, Gümüş Bıçak, Cochise, Eskiminzin, Kintpuash, Beyaz Ayı, On Ayı, Beyaz At, Quanah Parker, Oturan Boğa, Azgın At, Kör Bıçak, Dinelen Ayı, Nicaagat, Naiche, Wovoka, Koca Ayak ve elbette Geronimo’yu…

Kafası kesilip yirmi yıl sergilenen, iskeleti bir valinin odasında dekor haline getirilen, kafa derileri soyulan, açlıktan atlarını ve köpeklerini yemek zorunda bırakılan, tecavüz edilip karnı yarılıp doğmamış çocuğuyla öldürülen, er bezleri kesilip tütün torbası yapılan, mahrem yerleri kesilip sırıklara takılan, bağırsakları çıkarılıp ağızlarına sokulan, elleri ayakları koparılıp gözleri oyulan, aç kalmaları için avladıkları yaban sığırları katledilen, taşınan(bulaştırılan) hastalıklar ile kırılmaları(ölmeleri) sağlanan, soğuktan donmaları için giysileri ve çadırları yakılan, ve daha aklıma gelmeyen türlü yaptırım ve işkencelere maruz bırakılan ve belki de en önemlisi tüm dostça, iyi niyetle ellerini sıktıkları büyük babaları(ABD hükümeti/başkanı) tarafından aldatılan Kızılderili çocuklarını, kadınlarını ve erkeklerini…

Büyük bir saygıyla anıyorum…    

Kitap adı: Kalbimi Vatanıma Gömün

Yazar adı: Dee Brown

Yayınevi: E yayınları

Sayfa sayısı: 464

Özkan SARI

İnfial

Ağır bir ihtilalin sonrasındayım ben!
Derin bir infialin tam ortasında…

Yakasından tuttuğum gibi sürgün ettiğim kelimeler var;
insan dilinin fahişesi olmuş kelimeler,
benden duymak istediğin kelimeler.

İnsana kızıp kelimeler kovulur mu? Diye sorma.

Pireye kızıp;
yorgan yakmışlığım var benim.
Literatüre kızıp;
devrim yapmışlığım.

Fahişe kelimelerin yücelttiği o narsist aşklarınız ne romantik!

Oysa benim cümlelerim nihilist, sevdalarım ise kaotik!

Ağır bir ihtilalin sonrasındayım ben!
Derin bir infialin tam ortasında…

Şimdi sen söyle, nasıl anlaşırız biz?

Senin cümlelerin aksak…
Benim; kelimelerim eksik!

Özkan SARI

Karanlıkta Bir Işık, Işık’ta Bir Karanlık!

İki el birbirini eşit kuvvetle hiçbir zaman tutmaz. Biri daima daha sıkı tutar.

Küçük kız çocuğu daha sıkı tutuyordu genç kadının elini. Bu refleksi neden gösterdiğini muhtemelen bilmiyordu. Sinir sisteminden ziyade daha ruhani bir gücün etkisiydi. Daha çok bir içgüdüydü. Genç kadın bu durumu fark etti ve biraz daha sıktı avucu içindeki küçük elleri.

“Şimdi ne yapmak istersin Işık, nereye gidelim?” Diye sordu genç kadın. Aslında plan hazırdı. Bu sorunun amacı küçük kızı konuşturmaya yönelik bir yemdi. Küçük kız düşünmeye başladı. Ne yapılabileceği ya da nereye gidilebileceği konusunda bir fikri yoktu. Daha önce böyle bir soruyla hiç karşılaşmamıştı. Utandı. Bedeninde oluşan ani ısı artışı, avuç içlerinin nemlenmesine neden oldu. Önemli bir sınavda mutlaka bilmesi gereken bir soruyu cevaplayamayan öğrencinin yaşadığı strese benzeyen bir sıkıntı oluştu içinde, bir suçluluk psikolojisi. Ve ardından çözümleyemediği karmaşık duygular. Böyle durumlarda ağlamaya yakın bir bebeğin dudaklarında oluşan titremeye benzer hareketlenmeler olurdu dudaklarında. Yine o anlardan biriydi. Genç kadının olanları anlayabilmesi pek mümkün olmasa da küçük kızı anlamaya çalıştı ve yaşadığı bu strese son veren cümle çıkıverdi ağzından:

“Hadi bakalım Işık. Önce güzel bir kafeye gidip kahvaltı yapacağız. Ardından güzel bir çocuk parkına gidip oyuncaklara bineceğiz. Sonra da sinemaya gideceğiz. Tamam mı?”

“Tamam” Dedi küçük kız. Sesi gırtlağında değil de daha derinlerinde üretilmiş gibiydi. Beş harflik bu kelimeyi yüksek dalgalar gürültüyle taşımış fakat sahil kumları üzerine sessizce bırakıvermişlerdi.

Garson masaya kahvaltılıkları sererken, genç kadın gelen mesajlarını kontrol ediyordu. Küçük kız oturduğu sandalye üzerinde bir heykel gibi sabit duruyor, gözleri hep yere bakıyordu. Elleri ise birbirine kenetli, bacak aralarında duruyordu. Garsonun sıkılmış portakal sularını masaya bırakmasının ardından genç kadın gülen yüzüyle küçük kıza seslendi:

“Acıktık değil mi Işık? Şimdi hepsinin tadına bakacaksın. Karnımızı bir güzel doyuralım. Daha çok işimiz var.”

Küçük kız başını hareket ettirmeden gözlerini yukarı kaldırıp masa üzerine baktı. Masaya konulmuş küçük cam kâsedeki birçok şeyin ne olduğunu bilmiyor ve ilk kez görüyordu. Tanıdık yiyeceklere kaydı gözleri; peynir, zeytin, domates ve tabi ekmek. Genç kadın samimi ses tonuyla ve heyecanla durmadan bir şeyler anlatıyordu.  Küçük kız ise söylediklerini anlamakta zorlanıyor, o anda nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Hem aç da sayılmazdı. Bir açlık çektiği doğruydu fakat bunun midesine giren yiyeceklerle ilgisinin olmadığını öğreneli çok uzun zaman olmuştu. Ara ara genç kadının gözlerine kaçamak bakışlar atıyor, yakalanırsa; tebessüm ve hüznün kördüğüm olduğu bir ifade beliriyordu yüzünde. Biraz da yanakları kızarıyordu. Kalkmalarına yakın, garson masayı toplamaya başladı. Birçok yiyeceği nasıl koyduysa o şekilde geri aldı. Tek bir bozulma olmadan.

Sıra oyun parkına gelmişti. İçinde boy boy, renk renk, ışıl ışıl oyuncakların olduğu bir oyun parkıydı bu. Küçük kız, karşısında duran bu masalsı dünya karşısında heyecanlandı. Yine başını çok kaldırmadan, gözleriyle bir bir süzdü oyuncakları. Hem oyuncakları hem de ağızları kulaklarına dayanmış, anne babalarının ilgiyle izlediği çocukları. Kolları gayriihtiyari olarak hep bedenine yakın duruyordu. Otururken bacak aralarında, ayakta dururken ise vücuduna yapışık!

Genç kadın, çok sayıda aldığı jetonları avucunda sallayarak yanına geldi küçük kızın. Küçük kız daha sık bakmaya başladı genç kadının gözlerine ve daha sık yakalanmaya… Artık yanakları kolay kızarmıyordu ama kördüğüm olmuş tebessüm ve hüznün birbirinden ayrılması da pek mümkün görünmüyordu. Genç kadın hangi oyuncağa binmek istediğini sorduğunda, küçük kızın zihninde yine bir karmaşa patlak verdi. Savaşa tutuşmuş duygular, ruhuna pranga takmış anılar, ucu sivri çengellere dönmüş acıtan sorular, bitmek bilmeyen karanlık rüyalar ve herhangi bir röntgen, mr, kesityazar gibi cihazların tespit edemeyeceği sızılar, acılar. Ağzı kulaklarına değercesine hepsine binmek isteyen ve hiçbirine binmek istemeyen birden fazla kişiliğin tepinip durduğu körpe bir beden…

Başkalarına ait oyuncaklara izinsiz biniyormuş gibi hissettiği bir ruh halinde sırayla oyuncaklara bindi küçük kız. Eklemleri kireçlenmiş ve taşlaşmışçasına yukarı kaldırmadığı(kaldıramadığı) başı hep önde ve bakışları sırayla genç kadın, çocuklar ve aileleri üzerinde…

Oyun parkından çıkıp sinema gişesinin olduğu yere doğru yürümeye başladılar. Bu sırada genç kadın “anne” diye hitap ettiği biriyle telefonda hararetli bir konuşma yapıyordu. Karşıdaki sesin ne söylediği belli olmasa da genç kadının telefonu kapatırken ne söylediği açık ve netti: “Anne o henüz sekiz yaşında! Neresi yanlış bu yaptığımın?”

Film başlar başlamaz salondaki tüm çocuklar kahkahalar atmaya, abuk sabuk sesler çıkarmaya başladılar. Perdede gördükleri animasyon karakterlerin suratları ve duruşlarındaki komiklik çocukları güldürmeye yetiyordu. Küçük kız alışık olduğu karanlık içinde kendini biraz rahatlamış hissediyor, perdede oynayan film karşısında yer yer dişleri ortaya çıkmadan gülümsüyordu. Yüksek sesle gülerse ve bu duyulursa sanki bir hata işleyecekmiş korkusuyla dudaklarını demir gibi kapalı tutuyordu. Belli bir kesit aralığında olsa da an be an film kendine çekiyordu küçük kızı. Sol eli bacak arasında, sağ eli genç kadının avuçları içindeydi. Filmin bitmesiyle salon ışıkları açıldı. Küçük kız karanlıkta görülmeyen yüzüne çeki düzen verip, film boyunca perdeye uzattığı başını şimdi tekrar öne eğdi.

Zaman ilerlemiş, geri dönme vakti gelmişti. Gün, bir pamuk şeker gibi eriyip gitmişti.

Genç kadın ve küçük kız el ele tutuştukları o ilk noktaya vardılar. Önlerinde kocaman, kızıl tuğlalardan örülmüş bir bina yükseliyordu. Girişinde bulunan demir parmaklıklı kapı açılmış, mavi önlüğüyle bir kadın kendilerine yaklaşıyordu. Küçük kız o gün hiç kaldırmadığı kadar başını yukarı kaldırıp karşısında durduğu ve birazdan içeri gireceği kızıl bina üzerindeki yazıya dikti gözlerini: “Anadolu Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu”

Genç kadın ara ara yaptığı gibi o gün de bir çocuğu izinle dışarı çıkarmış ve biraz olsun farklı bir gün geçirmesini sağlamıştı. Annesinin ve eşinin tüm itirazlarına rağmen bunu yapmaya devam ediyordu. Henüz bir çocuğu yoktu fakat olduğunda bu alışkanlığına devam edip etmeyeceğini bilmiyordu. Ne aldığı yüksek eğitim, ne okuduğu onca kitap, ne seyahat ettiği onca ülke, ne de her daim beraber olduğu seçkin çevre, dünyayı ve insanı anlama noktasında ona yeterli gelmiyordu. Hayat hiç de ona öğretilen gibi değildi. Nasıl oluyordu da evren içerisinde her şey birbirinden bu kadar uzak ama birbirine görünmez iplerle aynı derecede bağlı olabiliyordu. Hayır hayır! Dünya bir tane değildi. Doğan her insan aynı dünyaya değil, ayrı bir dünyaya doğuyordu. Yer yer kesişse de herkes ayrı bir hikâyenin rotasında yürüyordu. İnsan, medeniyetini geliştirip yücelttiğini düşün(dür)üyor, bunu boyalı, kınalı cam kutulardan servis ediyor, aslında her geçen gün keskin çizgilerle birbirinden uzaklaşan sınıfların daha da keskinleşen ve kalınlaşan çizgilerini gizliyordu. Parlak, sapsarı bir madalyonu bize sallarken, kararmış, kömürleşmiş ve kokuşmuş diğer yüzünü çevirip kimse bakmak istemiyordu.

Yazar ise öykünün uzadığını fark etti. Artık bitirmeliydi. Benliğinden taşan, kelime olarak beyaz bir kâğıtta yer almak için sırasını bekleyen hislerini zor zahmet geriye itti. Elbet orada sonsuza kadar kalmayacaklardı. Bir şiir, bir öykü içinde onlar da kendine bir yer bulacaktı.

Genç kadın görevliye teslim ettiği küçük kızın uzun uzun gözlerine baktı. Ellerini elleri arasına alıp, yanaklarından öptü. Muhakeme gücünü yitirmiş bir akıl hastası gibiydi. Kim daha aciz, kim daha çaresizdi? Kim daha suçlu, kim daha güçsüzdü? Kocaman harflerle yazılmış “esirgeme” kelimesine takıldı gözleri. “Ne’yi, kimi, ne’yden, kimden esirgiyordu bu kızıl bina?”

Genç kadın uzaklaştıkça, küçük kız yatakhanesine yaklaştı.

O gece bir rüya gördü küçük kız. Gittiği oyun parkındaydı. Neşeliydi, ağzı kulaklarına değiyordu. Avazı çıktıkça kahkahalar atıyor, kendisini izleyen annesine ve babasına bakıyordu. “Anne”, “Baba” diye haykırıyor, onlara el sallıyordu. Sonra birden üzerinde bulunduğu oyuncak durdu. Aşağı inip koşarak annesi ve babasına yöneldi. Tam sarılacakken içlerinden geçip gittiğini fark etti. Geri dönüp karşılarında durdu. Konuşmuyorlar, sadece küçük kızın gözlerine bakıyorlardı. Küçük kız önce annesine dikti bakışlarını, göğsüne saplanmış büyükçe bir bıçağın açtığı delikten sızan kanlar, annesinin elbisesini kızıla boyamıştı. Sonra babasına kaydırdı bakışlarını, sağ bileğine takılmış kelepçeyi fark etti, diğer kelepçe ise annesinin sol bileğine takılıydı. Geriye dönüp oyun salonunun elektrik panosunun olduğu yere yöneldi küçük kız. İlerledikçe boyu kısalıyor, yaşı küçülüyordu. Panonun karşısına geçtiğinde dört yaşında bir kızdı. Ayakları üzerinde yükselip, lambaların bağlı olduğu şarteli indirdi ve ortalık zifiri karanlığa giyindi. Ve hemen oraya kıvrılıp uykuya daldı Işık.

O sırada yatakhanenin ışıkları açıldı. Küçük kızın yatağı başına gelen görevli bir kadın usulca seslendi:

“Işık uyan!”

“Bugün bayram…”

Özkan SARI

Düzenin Düzensizliği

Kışlıkları bir bir dürüp kaldırdım.

Yazlıkları ise uyandırdım kış uykularından. Hepsini çamaşır makinesine atıp yıkamak istesem de üşengeçliğimi mağlup edemedim.

Sonra dip köşe süpürdüm her yeri. Ah ah! Nasıl da yumak yumak olmuş tozlar koltuk altlarında. Hele balkon camları kış ile girdikleri savaşta perişan düşmüş asker gibiler. Aldığım ucuz mikro fiber bezler bir boka yaramadı af edersin. Gazetenin gözünü seveyim. Gözüm eski gazetelerin haberlerine takılıp başında onlarca dakikayı heba etmesem daha hızlı olabilirdim ama merak işte!

Artık akşamları balkonda vakit geçiririm diye bir de balkonu yıkadım. Çamur olmuş çamur! Ne kadar dikkat ettiysem o kadar aşağıya su kaçırdım. On birinci kattan dökülen su mutlaka birkaç daireyi rahatsız etmiştir. Apartmanın ortak Whatsapp gurubundan şikâyet eden olur mu diye beklesem de yazan olmadı. Üst komşum Halit Amca ne zaman beni görse eğilip büzülüyor: “Oğlum kusura bakma, malum torunlar gün içinde bizde kalıyor, çok gürültü yapıyorlar farkındayım. Hakkını helal et!” Yanaklarını sıktırıp öpesim gelse de “Ne gürültüsü, ben hiç ses duymuyorum.” Diye karşılık veriyorum ki rahatlasın istiyorum. Halit Amca’nın daire kendisinin de ne oluyor? Matahmış gibi bir de yüz binlerce lira istiyor müteahhitler bu modern mağaralara. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacımız sosyal genlerimize öyle işlenmiş ki yüz metre kare, dört duvar, bir tavan dairelere sahip olmak için ömrümüzü borç ödeyerek geçiriyoruz.

Kütüphanemi ne zamandır ihmal etmiştim. Onu da düzeltmek için geçtim başına. Kitaplar! Ah kitaplar! Her şeyin müsebbibi onlar değil mi? Onlar hayatımda yokken ne çok şey bildiğimi düşünürdüm. Şimdi, kendimi koca bir budala gibi hissettiriyorlar. Hele bazılarını okuduktan sonra yakmak, küllerini balkondan aşağı savurmak istiyorum ama ne mümkün? En çok zoruma giden ise; okumayan insanlarda gözlemlediğim özgüven ve dar algılarının onlara yaşattığı mutluluk. Okumanın bedeli bu mu olmalıydı? Hazır her birine el sürüyorken, açıp içlerini altını çizdiğim cümlelere göz atıyorum. Bir bölüme takılıyor gözlerim:

“İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki… ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zamanın yanında öylesine az ki… Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir beyin çalışıyor, birtakım istekleri var… Ne kepazelik! Ne saçmalık!” (*)

Bu ne kepazelik! Bu ne saçmalık! Değil mi? Ah! Lanet olası kitaplar! Lanet olası ayyaş, bağımlı, tutarsız, hastalıklı, müşkülpesent yazarlar!

Oyalana oyalana akşamı ettim. Eh! Eksiklerim olsa da beni uzun bir süre götürecek kadar toplayıp temizledim ortalığı. Paspas kovasının içine temizlik sıvısını boca ettim ki çokça koksun ortalık. Şimdi buram buram kokuyor. Ne kadar çok kokarsa o kadar çok temizmiş hissi uyandırıyor insanda. Oysa ne büyük yanılgı! Böyle böyle tüm algılarımız yerle bir oldu. Artık yaşamımız içinde bir şeyler ne kadar yoğunsa, o kadar doğru olduğunu sanıyoruz. Buram buram kokmuyorsa ya da baktığımızda gözlerimizi kanatmıyorsa dikkatimizi bile çekmiyor!

Önce farkına varmasam da oturduğum koltuk üzerinde kaldığım süre uzadıkça yorulduğumu anlıyorum. Geniş pencere camından güneşin battığını görüyorum. Hava ağır ağır kararıyor. Sanki gece, gündüzün üzerini örtüyor. Bu değiş tokuş, bu görev devri kıyamete dek sürüp gidecek. Ve yaşayacağımız zaman dilimi; bizim bulunmadığımız ve bulunmayacağımız, kıyamete dek sürecek bu zamanın yanında aklımızla tahayyül edemeyeceğimiz kadar az bir noktayı kapsayacak. Bu ne kepazelik! Bilgisayar oyunlarında olduğu gibi bir hilesi olamaz mı bunun? Mesela gecenin gündüzü, gündüzün geceyi örtmeye başladığı, tam da o an oluşan çizgiden içeri girip bölüm atlayamaz mıyız?

Karanlık, hükümdarlığına başladığında, kalkıp ışığı açmak istemedim. Halit Amca’nın torunları da gidince hepten bir sessizlik doluştu odaya. Gün içinde yaptıklarımı düşünürken; elle tutulan, gözle görülen, bir hacmi, ağırlığı olan varlıkları, nesneleri düzenlemenin, temizlemenin aslında ne kadar basit olduğunu düşündüm. Kaslarını kullanmaktan mütevellit oluşan sıradan ağrılar dışında sana bir zararı dokunmuyordu. Tabi kullanacağımız kimyasal temizlik maddelerinin miktarını da abartmamak lazım.

Oysa asıl temizliğe, düzenlemeye ihtiyaç duyduğum başka bir yer vardı ki; ne kaslarım, ne süpürge, ne paspas, ne temizlik malzemeleri işe yarıyordu: zihnim!

Hazır sessizliğin ve karanlığın dinginliği içindeyken açtım kapıyı girdim. Belki birkaç devrilmiş şeyi yerine koyar, belki yerlerin tozunu süpürür silerdim.

Şimdi oradayım!

Evimin temiz, düzenli odası içindeki bedenimde… Zihnimin düzensiz, darmadağın odasındayım.

Bu ne kepazelik! Bu ne saçmalık!

Pislik herif!

Özkan SARI

(*) Babalar ve Oğullar