Bir Kitap…

“Bu kitap tüm yoksulluğa, imkansızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan işinsanlarına kadar, her meslekten insanın omuz omuza bir dayanışma sergileyerek, Finlandiya’yı, ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir mücadele verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak biçimde gözler önüne sermektedir.”

Bir günü okumadan geçiriyorsanız zarardasınız. Okumayan insandan hiçbir şey olmaz. 24 saatimiz var. 7-8 saati uykuda geçiyor. 8-10 saati iş-güç için harcıyoruz. Geriye kalan zamanın yarısını okumaya, öğrenmeye, yenilenmeye ayırmamız icap ediyor. Bunu yapmadıkça üretici ülke olamayacağız.

Evlerimizde kullandığımız 50 kadar eşyanın hemen hemen tümü beğenmediğimiz Çinliler’in ürünü. Musluktan bilgisayara kadar Çin bizi esir aldı. Yerli ürün neredeyse hiç kalmadı. Türk Malı diye bildiğimiz bir çok gereç de artık Çin’deki fabrikalarda yapılıyor.

“Kitap okuyunca uykum geliyor” diyenlerdenseniz yazının devamını okumayın. Gerek yok. Siz zaten ölmüşsünüz demektir.

“Her şey bitti. Kurtulma imkanımız yok. Biz öldük. Biz bittik” anlayışına sahipseniz sizinle de bir yere varamayız. Sürekli negatif, karamsar konuları konuşan, bunları tekrar eden insanlardan olmayın. Hiçbir şeyin sonu değildir. Zor diye bir şey yoktur. Az çalışma vardır.

Bazı kitaplar vardır ki on yıllar geçse de değerini yitirmez. Grigory Petrov’un yazmış olduğu “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitap da böyledir.

Şu dünyada 25 bin gün kadar yaşıyorsunuz. Abuk subuk filmleri, dizileri, yarışmaları izleyecek zamanı buluyorsunuz. 1-2 saatinizi ayırıp mutlaka bu eseri de okumalısınız. “Benden geçti” diyorsanız çocuklarınıza okutunuz…

“Kitaba para veremem, 10 TL çok para” diyorsanız size eserin linkini sunuyorum. Bunu bilgisayar, tablet ya da telefon ile açıp okuyabilirsiniz.

https://drive.google.com/open?id=10F4ti35IKvC4CD_2zX37HY0nVePmzcua

1920’lerde yazılan kitap Finlandiya’nın perişanlıktan refaha ermesinin serüvenini anlatıyor. Bugün dünyanın en mutlu, en iyi eğitim sistemini kurmuş olan ülkesi Finlandiya’dır. Bu minik ülkede en saygın meslek öğretmenliktir. Burada aklına esen herkes öğretmen olamaz. Eğitimcilerin tümüne yakını tez yazmıştır. Kitap çıkarmıştır.

Sadece kütüphanecilik haftasında 1-2 gün kitaplardan söz ederek bir yere varamıyoruz. “İkra” oku demektir. Kur’an-ı Kerim “İkra” diye başlıyor.

Ali Özdemir – http://www.aliozdemir.net – 10.02.2020

Azim…

Kendisini 10 yıldır tanırım. Saatlerce konuşsanız sıkılmazsınız. Hoş sohbettir. Güler yüzlüdür. Hayat hikayesini tam olarak bilmiyordum…

Bugün Bolu’da çok yoğun kar yağışı vardı. Güçlükle aracımı yol kenarına park edebildim. Eve gidiyordum. Karşı kaldırımdan seslendi. İş yerine davet etti. Hal hatır sorma faslından sonra “Başarı öykünüzü anlatır mısınız” dedim. “Hayhay” dedi ve söz başladı.

“İlkokul mezunuyum. Ekonomik sebeplerle daha ilerisini okuyamadım. 1990’lı yıllarda bir akaryakıt istasyonunda pompacı (yakıt doldurucu) olarak çalışıyordum.

Bu iş beni tatmin etmiyordu. Bağımsız olarak iş yapmak, girişimci olmak noktasında aşırı bir hevesim vardı ama sermayem sıfır idi.

Cüz’i ücret aldığım iş yerindeki oto yıkama biriminin kiralık olduğunu öğrendim. ‘Burayı bana verin’ dedim ama patron kabul etmedi.

Beni kaybetmek istemiyordu. Aradan bir süre geçti. 1 km ötedeki bir akaryakıt istasyonun araç yıkama biriminin kiralık olduğunu işittim.

O zamanın parasıyla, yaklaşık 150 dolara köhne oto yıkama kulübesini kiraladım. Eve gittim. Eşime, anama, babama, dedeme fikrimi açtım. Babam hariç hepsi ‘Ne güzel işin var. Akıl dışı iş yapma vb.’ dediler. Sadece babam ‘sonuna kadar arkandayım’ dedi.

Hiçbir şekilde yüksek kazanç ihtimali olmayan iş yerini açtım. Burası çok sermaye gerekmiyordu. Bir basınçlı su pompası, 2 fırça, 2 bez ile işe giriştim.

Bir yıl sonra askerlik görevinden dönen kardeşim de yanımda çalışmaya başladı. Ama çok isteksizdi. ‘Burada aç kalırız’ vb. dedi.

Pes etmedim. Zaten yapacak başka bir işim de yoktu.

Bir gün iş yerime bir kişi geldi. Aracını yıkattı. ‘Seninle beraber belediyenin şantiyesine gidebilir miyiz. Bana rehberlik eder misin. Adresi tam bilmiyorum vb.’ dedi. Gittik…

Oraya neden gittiğimi bugün hala çözebilmiş değilim. Şantiyede bulunanlar hafriyat taşıma işini alan X firmasının yan çizdiğini, işi yapamadığını konuşuyordu.

Ben söze girdim. “Yarım saat içinde size 10 kamyon bulurum” dedim. Şantiye müdürü bana tumturaklı bir şekilde “H….tir” dedi.

Konuyla hiç ilgim yoktu. Ancak çimento fabrikasına hammadde taşıyan kamyoncuların araçlarını yıkadığım için belli bir tanıdık çevresi oluşturmuştum.

Yarım saat içinde 10 adet kamyonu şantiyeye getirebildim. Kamyoncular hemen geldiler. Çünkü fabrika için taşıma görevleri öğlen bitiyordu. Öğleden sonra ise istirahat ediyorlardı.

Belediyenin asfalt malzemesi taşıma işini hemen o gün hallettik. Paramı aldım. Kamyonculara ödeme yaptım. Bu bende kıvılcım çakmasına sebep oldu.

Belediyeden bir iş daha aldım. Toprak kazma işini yapacak iş makinem yoktu. O yıllarda şehrin en büyük hafriyat firması ile bir irtibatım da yoktu. Ama belediyede tanıdığım müdürün referansı ile X firmasına giderek bir kazıcı (ekskavatör) kiraladım.

İşi kiralık aygıt ile birkaç günde yaptım. Ancak makinenin kira bedelini ödeyecek bir kuruş param yoktu. Hak ediş gecikince iş makinesini kiraladığım firma beni sıkıştırmaya başladı. ‘Birkaç güne kadar ödeyemezsem size gariban minibüsümü veririm’ dedim.  

Uzatmayayım, iş makinesinin kira bedelini ödedim. Hafriyat sektöründe de devam etmeye karar verdim.

Kardeşim oto yıkama birimini yürüttü. Hiç sermayem, proje bilgim, kanun-yönetmelik bilmeden, kiralık cihazlar bularak bu işlere devam ettim.

10 yıl kadar sonra 300 bin Euro ödeyerek ilk kazıcıyı (ekskavatör) aldım. Bugün Bolu ilinin önde gelen hafriyat, mühendislik firmalarından biri haline geldik. 25 kişiye ekmek vermekteyiz.

1990 yılından beri, yani 30 yıldır 1 gün bile tatil yapmadım. İzin bilmem. Oğlum bilgisayar mühendisi oldu. Başka firmalarda çok düşük ücretlerle çalıştı. Böyle olmayacak, gel işin başına geç dedim. Çalışan, azmeden herkes başarılı olur.”   

Kıssadan hisse: Azmeden, ter döken, haram yemeyen, sapıtmayan herkes başarıya ulaşır.

Kim bu cefakar, azimli, başarılı, insan derseniz: www.guchafriyat.com adresine bakabilirsiniz.

Ali Özdemir — 09.02.2020

Harfler, kelimeler, cümleler olmadan yaşayamam. Okumak ve yazmak tek hobimdir. Öğrendiklerimi çevremdekilere aktarmak için ara sıra küçük metinler yazıyorum. Bunlar epey başımı ağrıttı. Bazılarını yansıtayım.

1993 yılında Manisa’da yaşıyordum. Bir kurumdaki doğru olmayan mali işlemleri yolsuzluklardan sorumlu Devlet Bakanlığına dilekçe ile bildirmiştim. İldeki bir vali yardımcısı beni makamına çağırdı. Kibarca kulağımı çekti. Baktım olay aleyhime işletilecek. Şikayetimi geri almıştım.

1994 yılında “Niçin sadece garibanların çocukları şehit oluyor minvali üzerinde ilerleyen kısa bir yazı yazmıştım. Bu makale, ulusal çapta yayın yapan bir gazetede yayınlandı. Halkı askerlikten soğutma gerekçesiyle, 24 ay hapis istemli olarak mahkemeye verildim. 2 kez İstanbul Avcılar’da bulunan mahkemeye gittim. Ortam çok gergindi. Sisteme askerler tamamen hakim görünümdeydi. Mahkemeye çeşitli belgeler sundum. Bu belgeleri nasıl elde ettiğimi başka bir yazıda ileteceğim. Beraat ettim. Ama bu süreçte korkudan 6 ay kadar huzur içinde uyuyamadım. Mahalledeki sessiz mizaçlı bakkal bir gün şunu demişti: “Esrarengiz tipli iki kişi iş yerime geldi. Hakkında sorular sordular. Aman dikkat et. Sana bir kötülük yapacak gibiydiler…”

1999 yılında Bolu’nun bir ilçesindeki tavuk kümesleri hakkında bir yazı hazırlamıştım. Yazı yayınlandı. Ortalık karıştı. O zaman her sözü kanun kadar etkili olan, şimdilerde esamisi okunmayan bir şahıs yazıyı yayınlayan yerel gazeteyi ve beni tehdit etmişti. Geri adım atmak zorunda kalmıştım.

2007 yılında FETÖ ajanlarının ayağına bastığım için göstermelik gerekçelerle çalıştığım ilden 1000 km uzağa tayin edildim. O zaman “FETÖ din dışıdır, hırsızdır, CIA kuklasıdır” dediğim için en yakınlarım bile bana saldırırlardı. Aradan 10 yıl geçince “Sen bunların şerefsiz, düzenbaz olduğunu nereden biliyorsun?” dediler…

2017 yılında tonlarca para yuttuğu halde elle tutulur bir başarısı olmayan bir depik kulübünü hafifçe eleştirmiştim. Kulübün başkanı telefon ile bana ulaştı. Görüşmek istediğini iletti. İşyerine gittim. Tatsız, tuzsuz şeyler konuştuk. Geri adım atmadım. Ama epey bir düşman kazandım.

Birkaç gün önce insan bünyesinin tanımadığı, kanseri tetikleyen tatlandırıcılar kullanılarak yapılan helva, reçel türü ürünleri eleştirmiştim. Helva üreten firmanın yetkilisi telefonla bana ulaşarak kibarca tehdit etti.

Uzun lafın kısası, toplumu bilgilendirme amaçlı yazılar yazmak kolay değil. Hemen hakaretler, tehditler başlıyor…

Not: Bu yazıda politik eleştiri yoktur. Siyaset yoktur. Sadece anıları iletme amaçlıdır.

Ali Özdemir – http://www.aliozdemir.net – 09.02.2020

Tehdit…

Bazı konuları yazmak, dile getirmek, ifade etmek çok zordur. 1985 yılında Marmara Üniversitesinde öğrenim görmeye başladığımda, çok fakir olmama rağmen öğrenci yurduna kabul edilmemiştim.

Özel yurtta ya da kiralık evde kalacak maddi gücüm olmadığı için mecburen İstanbul Heybeliada’da PTT memuru olarak olarak görev yapan bir akrabamın yanında 6-7 ay kadar kalmıştım.

Ada olağanüstü güzel, dingin, sade ve insani idi. İstanbul’un insanı ezen, yıldıran, korkutan aculluğu yoktu.

Her sabah 06 gibi yola düşüyordum. Nostaljik vapurlar ile salına salına 1 saat kadar bir yolculuk sonrası Kadıköy – Haydarpaşa’daki okula ulaşıyordum.

Sabah ve akşam gelip giderken Ada’da yaşayan başka etnik kökenli insanlarla da tanışmıştım. Blago, Poti, Ceki, Pano, Gabriel gibi isimler hala aklımdadır.

O zamanlar 17 yaşında bir çocuktum. Ermeni, Rum, Süryani, Musevi insanların konuşmaları, tezleri, düşünce yapıları o vakitten beri hep ilgimi çekmiştir.

Yaklaşık 35 yıldır Ermeni, Rum, Süryani ve Musevilerle ilgili bir çok yazı, makale ve eser okudum. Bu konularda çok bilgi aktarabilirim ama ortalığı bulandırmamak için kısa keseceğim…

2 ay kadar önce; 6 aydır görev yaptığım ilçenin adının nereden geldiğini biraz kurcaladıydım. Bir kaynakta şunu okumuştum: Ermenice çukur, çanak biçimli yer anlamına gelen bir sözcükten türemiş olabilir…

İşte bu ilçede bulunan bir fırından aldığım lahana kokulu ekmek ile ilgili kısa bir yazı yazmıştım 10 gün kadar önce… Bu yazı, yerel ve ulusal çaplı yayın yapan çeşitli organlarda yer bulmuştu…

İstanbul’da yaşayan Kirkor Yeteroğlu adlı bir bey telefonla bana ulaştı. Ekmekten almak istediğini iletti. Hiçbir karşılık beklemeden kargo ile 1 adet ekmek yolladım…

Bugün Sayın Kirkor Bey beni aradı. Yarım saat kadar konuştuk. Aslen Malatyalı olduğunu iletti. Benden daha düzgün bir İstanbul Türkçesi ile konuşuyordu.

Bir ekmek nelere yol açtı… Nereden nereye geldik… Dünya ne kadar küçük… Bu güzel anıyı sizlerle paylaşmak istedim.

Aynı zamanda usta bir şair olan Kirkor Yeteroğlu hakkında web üzerinde biraz bilgi bulabilirsiniz.

Ali Özdemir

Eğitimci-Yazar

http://www.aliozdemir.net

0505 220 83 85

06.02.2020 m

Kirkor…

1983 yılından beridir Türk medyasını (matbuatını), kültür dünyasını yakından takip etmeye çalışıyorum. Bunu övünme olarak anlamayınız. Bu dünyada tek uğraşım (hobim) var. Okumak ve yazmak…

Ülkemizde yayınlanan 20 civarı ulusal çaplı gazetenin önde gelen 40 kadar yazarını on yıllardır takip ederim.

2000’li yıllara kadar internet adlı icat yoktu. Günlük gazeteleri elden geçirmek için düzenli olarak öğretmenevine, halk kütüphanesine, dernek lokallerine ya da kahvehanelere giderdim…

1990 yılının Mayıs ayında İzmir’de temel yedek subaylık eğitimi alıyordum (askerlik). Toplam 210 acemi askerdik. Cebimde sürekli gazete taşıyordum. Molalarda sayfalara bakıyordum. Bir gün yüzbaşı …. Bey mola anında gazete okuduğum için beni azarlamıştı. Sebebini hala analiz edebilmiş değilim. Aslında biliyorum da buraya yazacak cesaretim yok. 

Yine 1990’lı yıllarda Manisa’da çalışıyordum. Oturduğum semtte mafyatik tipli bir adam tarafından işletilmekte olan kirli bir kahvehane vardı. Oraya sk sık uğrar, 10 kadar gazeteyi tek tek okurdum. Bir gün, senet tahsilatçısı tipli yamuk bir zat şunu demişti: “Kardeşim bu kadar çok gazete okumak sana ne fayda sağlıyor?” Ben de laf olsun diye “Bilgi gıdası alıyorum vb.” demiştim. Adam yüzüme alık alık bakmıştı…

2 binli yıllardan sonra web sayesinde her türlü gazete, dergi ve bloglara ulaşmak mümkün oldu. Bilgiye erişim kolaylaşınca sayfalarca zırva da beyinlerimizi istila etmeye başladı.

2020 itibariyle ülkemizde basılı ve sanal medyada kalem oynatan üç bin kadar “köşeci” var. Gözlemlerime göre bu kişilerin yüzde doksan dokuzu bilgisinin, uzmanlığının olmadığı konularda yazılar sunarak insanların beyinlerini çürütüyorlar. İnşaatçı ‘dış politika’, hekim ‘deprem’, marangoz ‘dil’ üzerine makaleler yazabiliyor. Buna dur diyen de yok.

30 yıldır amatörce, bilgi sahibi olduğum (fen, teknoloji, eğitim, kalite, üretim, proje) ile ilgili basit yazılar hazırlayıp, hiçbir maddi beklenti içinde olmadan yayın organlarına iletiyorum. İsteyen / beğenen / kendi meşrebine uygun görenler bunları mecralarında iletiyorlar.

İşte tatsızlık bundan sonra başlıyor. Her yazının altına, “üç cümleyi bile doğru yazmayan” onlarca kişi yazılar döşenmeye başlıyor. Bu satırların çoğu kışkırtma (ajitasyon), hakaret, iftira niteliği taşıyor. Son 20 yılda 3 kişiyi hukuka şikayet ettim. Davacı oldum. Ancak hukuk sistemimiz hiçbir zaman bunları suç olarak görmedi. Çoğunlukla “Kovuşturmaya gerek yoktur” cevabı verildi.

Şuna inanıyorum: Bir insanın elinin kalem tutabilmesi için ortalama 1000 ve üzeri adet kitap okumuş olması gerekiyor. Yılda 80-100 kitap okuyan bir kişi, 10 yılda 1 üniversite bitirmiş kadar ek bir kültüre erişiyor. Uzmanlarının ilettiğine göre 10 yıl boyunca düzenli gazete okuyan insanlar da 1 üniversite bitirmişçesine basamak atlıyormuş.

Okuduğunu idrak edemeyen, imla kurallarını bilmeyen, 200-300 sözcükle konuşan insanların bu topraklardaki sayısının 27 milyon olduğunu da öğrendim. Bu sayı azalmadıkça bizim keçe sudan çıkmayacak… Yazı ile ilgili olan insanların motivasyonunu bozanlar da azalmayacak…

Ali Özdemir

http://www.aliozdemir.net

0505 220 83 85

Herkes her şeyi biliyor!