Yas

Cehennem neydi Aphareka,
neyin yangınıydı o hiç sönmeyen?
Yokluğu muydu cennetin?
Rüyaya sarılmak üzereyken
kabusa devrilmek miydi sonra?
Kuru dudaklarımızla vahaya koşarken
kum dolu ağzımızla ölmeyi dilemek miydi?

Yaz geldi buralara Aphareka.
Doğuş çığlıklarıma değdi değecek mevsim.
Tende güneş, denizde mavi;
lakin yok
kuyruğundan tutup hayatı
coşmak hevesim.

Sana kızıl çukurlarından yazıyorum cehennemin;
dinmeyen ızdırapların ülkesinden.
Umutsuzluğun;
büyüdükçe büyüyen o şişman zorbanın
is kokulu evinden.

Başımı ellerime yaslıyorum, uzun uzun.
Yemek haram,
gülmek haram,
sevmek haram bekleyişler büyütüyorum karnımda.
Zebaniler taze gövdeler atıyor al ağızlı çukulara.
Tanıyorum onları,
harlandıkça ateş
artıyor salyaları.
midemde hep aynı bulantı,
kendime küsüyorum.

İnsan ellerime, ayaklarıma
fırtına olup da yağmayan efkar bulutlarıma
fena halde kızıyorum Aphareka.
Topal ruhumu yaslayacak
bir serin gölge,
aklımı kaçırıp kurtaracak
bir küçük cennet arıyorum.

Susuyorum, konuşuyorum,
oturuyorum, kalkıyorum.
Bir yerlerden ötelere,
ötelerden bir yerlere gidiyor geliyorum.
Alevleri görüyorum,
alevleri duyuyorum,
hayattayım;
yine de
ölüyorum Aphareka.

Derya CESUR
Temmuz 2021
Türkiye 7 şehirden yanarken….

Gayya

Bazen bir şey oluyor.
Öyle bir şey ki hayatıma dair tüm ilgimi kaybediyorum.
Dünyanın ışıkları sönüyor sanki;  göğün mavisi, ağacın yeşili kaçıyor.

Kafes içindeki minyatür çarkında ölesiye koşup hiçbir yere varamayan hamsterlar gibi kendimi hep başladığım yerde buluyorum. Vücudumdaki serotonin aniden  en küçük zerresine kadar çekilip bulduğu her geçitten boşluğa akıyor ve bedenim koltuğun, yatağın, sandalyenin üstüne öylesine bırakılmış bir yastığa dönüşüyor.

Yanıma kimse yaklaşmasın istiyorum.  Kimse “Neyin var?” diye sormasın. Çünkü içimdeki huzur göçünce, çirkinleşiyor yüzüm. Ben bile bakamıyorum yüzüme. Olur da karşılaşırsak, tanımazlıktan geliyorum.

Büyüklerim nasıl bir insan olmam gerektiğini öğretirken keşke ruhumun hatlarını bu kadar ince çizmeselerdi diyorum. Duyarsızlığın o geniş düzlüklerinde ben de salınabilseydim keşke. Ülkemde yokuş aşağı yuvarlanan değerler için ağlamadan yaşamanın bir yolunu bulabilseydim. İnsanların ölen ruhları tabiatın ırzına geçerken bunun benimle ilgisi olmadığını düşünecek; olup biten, peyderpey yiten güzel şeylere rağmen gösterişli bir arabanın direksiyonunda poz vermeyi kendime layık görecek bir zihin durumunda olabilseydim. Havalı mekanlar, şık ayakkabılar, markalı gözlükler ve kostümlerle yaşamı anlamlandıran bilince bu kadar uzak olmasaydım keşke.

Ben böyle bir “ben”  değil iken “keşke” ile aram iyi değildir. Ancak an itibariyle iyiye odaklanmakta zorlanıyorum ve bu zamana kadar tercih ederek yaşadığım hiçbir şeyi buna kurban vermek istemiyorum. Fakat yarın ya da yarınlarda daha güzel bakabilecek olsam bile dipte bir yerde her zaman yerli yerinde duracak olan bu geniş zamanlı “iştahsızlık” için elimden pek de bir şey gelmiyor; çünkü bu ruh çürüten hissi besleyen canavar bu topraklarda hayli güçlü; umutsuzluk…

 Böyle anlarda işimi daha iyi yapmak, sevdiklerimle daha çok ilgilenmek, daha fazla öğrenmek için iyi bir neden bulmakta güçlük çekiyorum. Daha refah, daha adil, daha şefkatli bir gelecek umudunda sona gelmiş gibi hissediyorum. Daha yasak, daha fakir, daha kavgalı, daha güvensiz, daha suçlu; yani distopik bir yüzyıl senaryosu daha mümkün geliyor.

Gazeteler ve haber programları ara vermeksizin felaket, cinayet, ihanet haberleriyle kıyameti çağırıyor. Ülkenin üzerinde yükseldiği kurumlar birbirlerine kılıç çekiyor. Bir vücudun içerisinde karaciğerin akciğere, böbreklerin mideye saldırması gibi bir şeyler oluyor yani. Bir organizmayı güçlü yapan şey, onu oluşturan büyük küçük her parçanın birbiriyle uyum içerisinde olmasıdır. Tüm birimler organizmayı hayatta ve sağlıklı tutmak için işbirliği yapar. Bu esnada hiçbiri diğerinden daha üstün ve önemli olduğunu düşünmez. Organizma güçlü olduğu için organlar uyum sağlamaz. Organlar uyumlu ve birbirleriyle sağlıklı bir işbirliği halinde oldukları için organizma güçlüdür. Oysa  “güç” toplumsal hayatımızda ‘sağlık’tan başka bir anlama denk düşüyor. Güç, bize aslımızı unutturan şeyin adı oluyor; hayatımıza mâl olsa dahi…

“Bakma, görme, duyma” diye telkinler veriyorum duyularıma.
 “Kaç, git, sırtını dön!
Uçağın penceresinden beyaz bulutları izlediğin an’ı hatırla.
Her şeyin, herkesin üzerinde yürüt aklını.
Çık bu gayya kuyusundan, göğe dokun.
Varoluşa, kurmacanın dışında kalana, yaratılışa odaklan.
Evrenin milyarlarca yıllık zaman şeridinde ömrünün kapladığı alanı düşün, gülümse.
Müstakbel acılarının akışı bozmasına izin verme, zamanı gelmeden çekme ağrılarını.” diyorum,
sonra “Biri bir şey mi dedi?” diye etrafıma bakınıyorum.

Neyse!
Geldi tuttu yine yakamdan hüzün.
Sen bana bakma. Yazdım da buraya koydum diye çok da ciddiye alma.
Yazmalıydım.
Yazmasam kim bilir ne olacaktım?

Derya CESUR

Temmuz 2022

Chesapeake Shores

İhanet nerede?
Entrikacı kadınlar,
intikam alanlar,
ötekinin ayağını kaydırmak için gece gündüz plan yapanlar nerede?
Ardı arkası kesilmeyen sansasyonel olaylar,
eli kanlı katiller,
bıçkın oğlanlar,
müthiş zengin holding sahipleri, milyon liralık karizmatik arabalar nerede?
Tuzak kuranlar,
kızı ötekine kaptırmamak için kırk takla atan tilki zekalı, pis bakışlı adamlar
ve bir diziyi dizi yapan her ne ise işte onlar nerede?

Yok!
Ben böyle diziye dizi mi derim?
Ne derim peki?
Olsa olsa masal.

Yemyeşil, masmavi şeyler,
yakınlaşmalar,
güçlenen bağlar,
geniş ve mutlu sofralar,
renkli festivaller,
country,
küçük tartışmalar,
kendini sorgulamalar,
hatalar,
gönülden dilenen özürler,
gülümseyen çocuklar,
çiçekli bahçeler,
ayrılıklar ve buluşmalar
aşk,
başarılar, başarısızlıklar
ve ve ve
bizde ne kadar yoksa,
o kadar iyilik ve güzellik.

Dünyamı Türk dizilerine kapatalı epey oluyor. Dijital platformlar çıktığından beri uydu yayınını da takip etmiyorum. Ulusal yayından uzak durduğumdan beri daha huzurlu olduğumu söylesem? Bu Amerika-Kanada ortak yapımı aile draması Sherryl Woods’un aynı adlı kitap serisinden uyarlanmış. Dizinin tanıtımını yapacak falan değilim. Yalnızca bendeki izdüşümünü paylaşmak derdindeyim. Bu neden önemli? Sanırım iyi hissetme halimin genişlemesini istiyorum. Gerçeğiyle ve kurgusuyla içimizi kazıyan; çekişmenin, kavganın, yalanın, intikamın, şiddetin ve geri kalan tüm o sevimsiz şeylerin iyi olma halimizi, bir tatlı huzurumuzu nasıl da kötürüm yaptığını daha güçlü şekilde anlamamı sağlayan bu deneyimi başkaları da yaşasın istediğim için yazıyorum.

Bizde iyi huylu, huzurlu olan satmıyor. Haber programlarımızı düşün. Bir an hayalinde o saatlere geri gitmeye çalış. Ne geliyor gözlerinin önüne? Hadi biraz da televizyonlarımızdaki dizileri getir aklına. Entrikayı, yalanları, tehditleri, ihanetleri çıkarırsak toplamdan ne kalıyor geriye? Peki bize ne oluyor bunca yıkıcı duygunun ve eylemin izleyicileri iken?  Ben söyleyeyim; içimizdeki ‘iyi’ soluyor, silikleşiyor, kötücül hisler hükümferma oluyor. Gün be gün tahammülsüz, bedbin, umursuz insanlara dönüşüyoruz.  Güzele, iyiye, merhamete körleşiyor kalbimiz. Her şeyin daha iyi olabileceğine, huzurlu bir ömür geçirebileceğimize, sevgimize karşılık sevgi, vefaya karşılık vefa göreceğimize dair umudumuz  buharlaşıyor. Güvenmiyoruz kolay kolay kimselere. Uzatılan elin içinde iğne var mı diye bakıyoruz. Canımız yanacak diye kimselere kolay kolay yaklaşamıyoruz. Gelen geçen acıtmasın diye çıplak ruhumuza kat kat örtüler kuşanıyoruz. O kadar dökülüyor ki neşemizin pulları, biri çok güldüğünde bunu çok yersiz ya da edepsiz buluyoruz.

Eee?
Konunun Chesapeake Shores’la ilgisi?

Bir televizyon yapımı da diğer her şey gibi doğduğu ülkenin nabzını tutuyor. Hayati sorunlarını çözmüş, varoluş kavgalarını bitirmiş, tek gerçek derdi üremek ve neslinin devamını garantiye almak olan bir topluluktan eli sustalı, beli silahlı, iyi duyguları felç eden senaryolar çıkmıyor demek ki! Bu yerli yerinde ama fazlasıyla durgun hayata aksiyon olsun diye Hollywoodvari dramalar da yapıyor olabilirler ancak büyüteci sıradan insan ilişkilerine, geniş aile hikayelerinin üstüne tutmaktan vazgeçmiyorlar. Çiftleri, aile bireylerini ve hatta kasabalıyı birbirine bağlayan köprüler kuruyorlar. Turtaları ya da çikolatalı kekleri dayanılmaz olan bir kafe ve her iş kolundan insanın mesai bitimi uğradığı, birbirine rastladığı bir barları oluyor mutlaka. Muhteşem manzaralı banklarda, hamaklarda ya da her köşesinden şirinlik akan iç mekanlarda buluşup birbirini onarıyor insanlar. Başka bir gezegendeki ulaşılmaz bir hayata bakar gibi izliyorum ben de. İçimde ölmeye yatmış iyimserlik tohumları, yeşeriyor ansızın. Ülkemdeki bitmeyen gerilim filmini duraklamaya alıyorum. İçimin kuytu yerlerinden “Onların da hayatları kusursuz değil, inan bana” diye teselli veren o cılız sese “Kusursuzluk isteyen kim? Kusur dediğin de hayata dahil. Benim düşüm, insanın özündeki ‘iyi’nin hala oralarda bir yerde olduğuna inanmaya devam etmek.” diyorum. Gerçeği söylemek gerekirse iyi niyetin, anlayışın ve masumiyetin bunca hakim olduğu bir yerleşkenin varlığına ben de inanmıyorum. Olsun! Zihnime saldığı iletiler o kadar ferahlatıcı ki hakikatle ilgilenmiyorum. Bunca hapislik, bunca kem söz, politik savaş, ekonomik çıkmaz, hainlik, aldatmaca ve daha sayamayacağım kara hakikat içinde kendi içine doğru küçüle küçüle nokta kadar kalan iyimserliğimi gecenin içindeki ateş böceği gibi parlatan ne varsa elimle, ayağımla, gözümle, kulağımla, dilimle, kalemimle tutunuyorum ona.

İnsanı insan yapan şey akıldan öte.
İnsanı mutlu yapan şey maddeden, güçten, şöhretten öte.
İnsanı sağlıklı yapan şey gençlikten, zenginlikten, yediğinden içtiğinden öte.
İnsanı insanca yaşatan, onu üretken, tatminkar, huzurlu yapan şey çalışıp kazandıklarından öte.

Ne olduğunu söylemem yersiz olur, küstahlık olur.
Senin, benim ve diğerinin yanıtları belki aynı, belki yakın, belki uzak olur.
Yazının başlığını not al ve izle isterim.
Belki bazı yanıtlar sen izlerken, bana olduğu gibi sana da görünür olur.
Abby, Trace, Jess, Bree, Mick, Megan, Connor, Nell ve diğer herkes başka bir teline dokunur, hikayeleri düğümlerini gevşetir
belli mi olur?

Derya CESUR

Tecessüs

Bilmek hadisesi zorlar insanı.
Bilmek, sorumlulukla kol kola gezer, bilinen şeyin gereğini yapmaya mecbur eder;
eğer o gerçek bir ‘bilmek’ ise.
Çünkü insan istese de istemese de tutarlı olmaya eğilimlidir. Bizi insan yapan kodlar bütünü korumak, akıl, duygu ve beden arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmakla ilgili komutlar içerir.

Öğrendiğimiz her yeni bilgi ya da deneyim ile mevcut yazılımdaki kodlar güncellenir. Her yeni bilgi ile yakın ve uzak gelecekteki muhtemel senaryomuz değişir. Her yeni öğrenme ile algımız alt üst olur. Bir odanın içinde en mükemmel haliyle konumlandığını düşündüğümüz tüm o eşyalar yerlerinden oynayıp dağılır sanki. Her seferinde yeni bir tertip gerekir. Bu yüzden öğrenmeye hevesli zihinlerin asla derli toplu odaları olmaz. Konfor alanı nedir bilmeyen bu bilinç türü bir yandan alabildiğine genişlerken diğer yandan kendine sığacak, sığınacak yer bulmakta zorlanır.

Biz çocukluktan da biliyoruz.
Uzayan kemiklerimizin böldüğü uykuları unutmuş değiliz; büyümek, her haliyle sancılı bir şey.
Aidiyetlerimizi yeniden sorgulatan, eşten, dosttan, akrabadan eksilten bir şey bu.

Bildiklerimiz, itinayla üst üste dizdiklerimiz bir bir yıkılır öğrenirken. Dünya dilinde “değişmek” deriz buna. Değişmek çoğu kez pişmanlıklar, hayal kırıklıkları ve yalnızlıklar döker başımızdan aşağı. Bazen bir ucundan başlayıp tüm kişisel tarihimizi alev alev yakar yahut telafisi zor erezyonlar yaşatır. Belki de bu yüzden bu kadar korkuyoruz yeni bir şey öğrenmekten. Çünkü öğrendikçe bildiklerimiz korkutucu şekilde azalır.

İçinde huzurla yaşadığımız ‘insandan duvarlar’ yavaş yavaş çözünür, geçirgenleşir ve yerçekimsiz bir gezegende yürür gibi yalpalarız boşlukta. Taştan bloklar gibi durduğu yerde duran, tavizsiz, yalnızca kendi konuştuğunu duyanların dünyasından kopar, havada gezinen yalnız toz tanecikleri gibi ilişecek başka bir tanecik ararız. İşte bu hiç konforlu değil. Belki de merak etmek, o merakın peşine düşmek, genişlemek bu yüzden ızdıraplı geliyor.

Bilmenin çoğu kez öğrenmekle eş olmadığını söylüyor eğitim bilimciler. Teorik olarak öyle olabilir. Ancak bana göre bilmek hadisesine doğru bakılmıyor. Öğrenilmeyen şey zaten bilinmemiştir. Benim bilmekten kastım özümsemek, anlamak, eyleme dönüştürmektir. Bilge Yunus’un dediği gibi yani;

“Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır”

Bilmek, farkında olmaktır.
Farkında olmak ise başlı başına beladır.

Farkında olmak elini ayağını büker insanın. Farkındaysan çatışma başlar. Öteden beri yapageldikleriyle savaşmaya başlar insan. Tüm sinir ağları gerilir. Farkında olduğumuz şey bizi sorumlu kılar. Gereğini yapmazsak huzur bulamayız. Gereğini yaptığımızda ise aynı yerde kalamayız.

Tecessüs…

Son okuduğum kitapta[1]rastladım ona. Final yazısının içinde buluştuk.  Yazar da hiç okumaya niyetli olmadığı bir anda Cemil Meriç kitaplarından birinde göz göze gelmiş ‘tecessüs’le . Görür görmez vurulmuş kelimeye.

Sözlükler, bilhassa kuru ve derinliksiz olanlar “merak” demiş tecessüse. Hayır, beni çeken bu değil. Başka olmalı, bu kelime daha derinlerden tüten bir anlam bulutu taşıyor sırtında, biliyorum” diyor Sinan Canan. Kendi deyimiyle bu tınısı cıscıslı kelimenin ardına düşmüş. Casus ile aynı kökten gelirmiş tecessüs. El yordamıyla aramak, ardını araştırmak, derin merak duymak, öğrenmeye durmak, gösterilenin ardını talep etmek ve dahası demekmiş. “Nereden nereye?” diyerek gülümsedim. Çünkü son zamanlarda verip durduğum öğretmence nasihatlerin arasında sıklık derecesi en yüksek olanı buydu.

“Sana verilenle yetinme, ardına düş.”

“Bizi beklemek değil, merak etmek kurtaracak.”

“Kapılar hep vardır ve ancak elinde doğru anahtar varsa açılır. Önce merak küçük arkadaşım; onu uyandırmalısın.”

Ve böyle uzayıp giden onlarca dakika…
Tek bir kelime ile anlatabilirmişim meğer; tecessüs.

İnsan merakını öldürmeden büyüyebilmişse, bu güzel gezegenin ona anlatacak pek çok ilginç hikayesi var, hâlâ. Baktıkça bakası, duydukça duyası, her fırsatta kendini onun yüz milyonlarca yıllık kucağına atası gelir tecessüsle yaşayan insanın. En büyük bilgi ondadır. Her rengi başka bir ses çıkarır, her sesi ayrı bir lezzete çağırır. İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burun deliklerinden, cildindeki gözeneklerden girer; kemiklerine, sinir ağlarına, göğüs kafesine ve diyaframına yerleşir hayat. O zaman, belki yalnızca o tek an, parçası olduğumuz, ait olduğumuz yerin ve tek hakikatin farkına varırız.

Bakmaya yeltenince görecek şey çok.
Duymaya niyet edince çağıran ses güçlü.
Bilmeye doğru çıkılan yol uzun.

Bilmemek mümkün.
Bilmeyi reddetmek zavallılık.
Bilmeyi murad etmek fazilet.
Bilmediğini bilmemek, bildiğini sandığıyla övünmek ise felaket. Tüm bunlarla birlikte, pek de bir şey bildim sayamam kendimi.
Ama tecessüs… O yanımda.
Mucizelere değmeye, anlamaya çalışmaya, bağlantıları bulmaya,
şaşırmaya ve daha çok şaşırmaya,
ezberleri utandıran sorular sorup ortalığı karıştırmaya devam edecek o.
Nefis ile,
dev aynaları ile,


[1] Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler. 2020. ss:283

Papalaginin Şeyleri

Kendini hür sanan tutsaklar tarikatının mürididir o. Zamanı mikro parçalara bölerek yönetebileceğini düşleyen, tiktakların hızına yetişemediğinde ahlanıp oflanan, ağızlar dolusu dertlenen, uykuları bölünen, ellerini gökyüzüne kaldırarak Büyük Ruh’tan kendisi için lütuflar dilenendir.

Kim?
Papalagi.

İçimin en içinden sessizce bağırdığım nice anlar oldu ki o çığlıklar yalnızca kalem kağıda duyurabildi kendini. Çoğu zaman uzun, bağlı, kafiyeli satırların arasına gizlenmiş halde bir anlayan bekledi kendine. Çoğunlukla bulamadı beklediğini, lakin azınlıkla “İşte bu!” da dedi. O da bir süredir narin cüssesi ve cam göbeği kılığı ile rafta usulca bekliyordu sırasını. Nihayet günü geldi, açtı kapağını okuyanı.

Ne?
Bir kitap;
Göğü Delen Adam.

Ona başka bir kitabın sokaklarında, başka bir yazarın içtenlikli anlatısında rastladım, merak edip peşine düştüm. Şimdi Erich Scheurmann’ın tanıklığı ve çevirisi ile (iyi ki) Tuiavii’nin halkına ithafen yaptığı konuşmaları okurken, Beyaz Adam’ın yaşama telaşına getirdiği yorumlara şaşırıyor; papalagiye, yani kendime üzülmeden edemiyorum.

Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yeriler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler; beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip geçmişti.”

Sözcüğü sözcüğüne çevrildiğinde “göğü delen” demekmiş papalagi. Bir kabile reisinin, Güneydenizi’nin kabile halkına Avrupa’nın “aydınlanmış” insanlarından ve öğretilerinden uzak durmalarını salık veren, asla edebi olmayan, dilin en basit kullanımıyla yapılmış bu konuşmalara gülümserken bir Çeroki Kızılderilisi olan Forrest Carter’ın o muhteşem kitabı Küçük Ağacın Eğitimi ‘ni hatırlayıp gülümsüyorum. Yine aynı yalın bilgelik…

‘Şey’lerden bahsediyor Tuivaii. Hindistan cevizi, örtü, midye, yüzük, tabak, çorap ya da şapka gibi. ‘Şey’lere fena halde takılmış. ‘Şey’lersiz yaşayamaz hale gelen papalagi  için diyor ki;

“Eğer insan çok fazla şeye gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir.”

Binlerce yıldır icatlar çıkarıp duran, her yeni buluşla hayatını biraz daha kolay ve yaşanabilir kılmaya çalışan, yetinmeyi sevmediği için ‘zaman’la sürekli yarış halinde olan insanlığı düşününce pek de haksız görünmüyor. Yanlış mıyım?

İnanın bana, Avrupa’da ‘şey’siz yaşamaktansa ölmek için ateş borusunu alnına dayayan insanlar vardır. Çünkü papalagi türlü türlü yolla zihnini bulandırır, sonra da kendi kendine “insan nasıl ki yemeden yaşayamazsa ‘şey’siz de olamaz der.”

Şimdi bu satırları yazdığım odada gözlerimi etrafta gezdiriyor ve ‘şey’lerime bakıyorum; giyindiğim şeylere, süründüğüm şeylere, takındığım, duvarlara astığım, lazım olur diye sakladığım şeylere. Giyindiklerimi, süründüklerimi, takındıklarımı, sakladıklarımı içine ya da üstüne koyduğum diğer şeylere de…  

Saçım için ‘şey’lerim var.
Yüzüm için,
tırnaklarım için,
ayaklarım
ve
vücudumun geri kalan her yeri için kullanadurduğum
yüzlerce ‘şey’ ile çevriliyim.

Bu Polinezyalıya göre ben de pek çokları gibi ileri derecede ‘şey’ bağımlısıyım. İtiraz etmek nafile; bence de öyleyim. Bu ‘şey’ler olmadan nasıl yaşanır bilmiyorum. Bu yüzden gittiğim her yere onları da götürüyorum. Gerekli olanların yanı sıra, herhangi bir durumda lazım olma ihtimali olan ‘şey’leri de daha büyük başka ‘şey’lerin içine tıkıştırıp yola çıkıyorum. Bazen, neredeyse kendi ağırlığımca ‘şey’i oradan oraya taşıyıp duruyorum. Düşündüm de, şeylerim olmadan ben ‘yok’ gibi bir şeyim.

Bunca ‘şey’ olmadan nasıl insan olunur?
‘Şey’lersiz bir hayat korkutucu derecede şey olmaz mı?
Şey işte;
çıplak!

Bu uzun soluklu kapatma günlerinde[1] mutfakta yeterince yiyecek ‘şey’, üşürsem düğmesine basıp açabilecek birkaç şey, kirlenirsem beni temizleyecek epeyce ‘şey’ varken ve bu ‘şey’lere sahip olmak için pek çok emek, zaman ve para harcamışken, edindiğim her ‘şey’le biraz daha yoksullaştığımı düşünmek biraz sersemletici oldu. İçten içe, hatta bazen içten oldukça dışa doğru yüksek sesle sorup durduğum “Biz nereye sahi?” ve türevi sorular cahil (!), eğitimsiz, ilkel (!) bir adalı tarafından oldukça basit  şekilde yanıtlandığı için suyum bulandı.

“Ölü olmadıkları halde yaşamazlar onlar.”

Nasıl?
Bunu hazmetmek biraz zaman alacak.

Keşke bu kadar doğrudan söylemeseydi diyeceğim ama lafı dolandırmak bizim uzmanlık alanımız, Tuivaii’nin değil. Biz papalagiler ‘şey’lerle doldurduğumuz, çok çalışmakla, inşa etmekle, icat etmekle, bol bol üretmekle ve bir o kadar edinmekle övündüğümüz son derece gelişmiş medeniyetimizde  (!) daha yuvarlak konuşmayı severiz. Ölü bile yeterince ölü değildir bizim için; hatıradır, cennetten bizi izleyen ruhtur, gidip geri gelmeyendir, rahmetlidir  ama “ölü” değildir. Aslında yaşamıyor olsak bile bunu yarı çıplak bir kabile reisinden duymayı hiç mi hiç istemeyiz, öyle değil mi?

Üstelik biz üstün (!) papalagiler olmak için çok uğraştık. Yoksul bir Polinezyalı hangi hakla yüksek zekamızla var ettiğimiz ‘şey’leri sıradan bir palmiye ya da kavak ağacından daha aşağı görebilir?

“…O, geldiği yerde Büyük Ruh’un ‘şey’lerini paramparça ettiği için yok ettiklerini kendi eliyle yeniden yaratmaya çalışır. Bu arada bir sürü şey yaptığı için de kendisinin Büyük Ruh olduğunu sanır.”

Medeniyetin hiçbir halini deneyimlememiş bu adam hakikati bildiğini sanarak bizim binlerce yıllık gelişim hikayemizi yok sayıyor. Bu akıl almaz cüreti nereden buluyor peki? Hemen söyleyelim.

Özgürlüğün cesaretidir bu.
Bu müdanasızlık, ihtiyaçsızlığın zenginliğidir.
“Yaşamın amacı yaşamaktır.” diyen doğal bilgeliğin özgüvenidir.

Sürekli hareket eden, ‘daha çok’ diye diye uykularını yitiren, düşünüp taşınmaktan yorulan, okuyup yazan, gezip gören, çalışıp kazanan ve ihtiyaçlarını asla yeterince gideremediği için asla yeterince huzurlu, yeterince tatminkar olamayan papalagiler yüzyıllardır cevabı yanlış sorunun altında arıyor olabilir mi?  Belki yeterince kulak verirsem Güneydeniz’nin rüzgarına ilişip de gelen  o nefesi duyabilirim ve belki daha fazla yoksullaşmadan durdurabilirim bozgunu. Belki sessizce değil, bağıra bağıra söyleyebilirim artık;

“Sahip olmak ya da ‘olmak’!
İşte bütün mesele bu.”


[1] Covid 19 salgını nedeniyle 29 Nisan-17 Mayıs 2021 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Türkiye genelinde  sokağa çıkma yasağı uygulaması yapılmıştır.