HUMAN bu güne kadar izlediğim en etkileyici belgesellerden biriydi.
İzledim ve sustum.
Ama mutlaka bir şeyler söylemek gerekiyordu; söyledim.
“İnsan” a yolculuğa davetlisiniz.
Bugün seni gördüm Aphareka;
öyle uzaktan değil, bir camın öte yanından.
Gözlerini gördüm
ama onlar görmedi beni.
Kahverengiydiler, sonra yeşil ve mavi.
Derini gördüm;
derin yarıklar içinde, kavruk,
az sonra kırmızıyla karışık beyaz,
ihtiyar ve çocuk.
Seni gördüm bugün;
öyle bir anlık değil, uzun uzun.
Gölgen arkana düşerken, sessizce izini sürdüm.
Sarp kayalar üstünden bakıyordun ırkına
ve genç ayaklarınla dünyaya
siyah başlı bir kartal gibi tutunuyordun.
Sonra esneyip dizlerinin üstünde
bıraktın kendini uçuruma, düştün.
Az sonra batacak bir mülteci teknesinde buldum seni.
Motor yağından karalanmıştı siyah yüzün.
Canın, ölümden düşüp göçe yuvarlanmıştı.
Geceydi, belki ondan, görünmüyordu kulaçların.
Bıçak olup yırtıyordu geceyi sesler, yırtıp binlerce parçaya ayırıyordu.
Işıklar yanıp sönüyordu uzaklarda.
Işıklar ağ atıp sulara, susan sesleri topluyordu.
Sen kuzeysiz bir pusula gibi dönüp duruyordun deryada
ve gittikçe yunustan bir kuşa dönüşüyordun.
Neden Aphareka?
Sırtını dönüp sulara, yüzgeçten kanatlarınla neden çöllere uçuyordun?
Seni bugün gördüm Aphareka.
Siyah, simsiyah bir burka vardı üstünde, burkanın üstünde beyaz, bembeyaz bir çocuk…
Bir tek gözlerin kalmıştı güneş değen,
tozu ciğerlerinde yeni evler kuran bir bahçede, salıncağa biniyordun.
Sonra sarı bir rüzgar geliyordu ve dağılıyordun sen.
Beyaz şapkalı kuzguni bir buluta dönüşüyordun.
Takılıp eteğine rüzgarın okyanuslar aşıyordun, yağmurlar, yıldırımlar geçiyordu içinden.
Günler sonra, Sahra’nın kumlu tepelerinde boz bir yılan gibi kıvrılan kervanın üstünde durup tane tane alçalıyordun Aphareka. Alçalıp, bir hörgücün kuru oyuğunda yavaş yavaş beden buluyordun. Tamamlandıkça ağarıyordu için; saydam, sarı sıcak bir umuda yürüyordun.
Sonra, çoğalıyordu gövden.
Her kopyan yeni bir kıtaya, başka bir hayata bitişiyordu.
Kızı, sınır kenarında sırtından vurulup düşen bir baba iken, nasıl oluyorsa aniden, içindeki insan daha fazla çürümesin diye, namlusunu kıran askerin yüzüne dönüşüyordu yüzün. Bembeyaz, buzdan bir büst olup bakıyordu uzaklara, dağlara. Sonra eriyor, kollardan, bacaklardan akıp toprağa birikiyordu.
Oradan damla damla süzülüp yeraltına sızıyordu yüzün. Kat kat tabakalardan geçip süzülüyor, kuru kuyulardan yükselip elleri kırmızı, sarı, mor boyalı bir kadının silüeti oluyordu.
Güneşin sabah, öğlen ve akşam vuruşları boyunca asılı kaldığın kumaş tarlalarında, buharlaşıyordu yüzün Aphareka. Kırık, kırk parçalı bir aynadan ürpertiyle bakıyordun ona. “Ben var mıyım?” diye soran iç sesini de alıp yanına dövmeli yumruklar sallıyordun meydanlarda. Bulamadığın su, yakamadığın ocak, yaşayamadığın hayat için, senin fakirliğinle zengin olan herkese cağıl cağıl bağırıyordun.
Ben Aphareka, gördüm seni.
Çöp dağlarının üstünde, kepçelerin, paletlerin önünde bata çıka, düşe kalka rızık topluyordu ellerin. Saç duvarlı paslı barakalarda, çamurlu sokaklarda, başını kaldırıp etrafa bakamadığın fabrikalarda, bir öğün yemek için beklediğin kuyruklarda ölüyordu dilin. O ölünce geriye bir tek derin kalıyordu. Kara sinekler uçuşuyordu karadan da kara derinin üstünde. Kirpiklerine, saçlarına işgalci kiracılar gibi yerleşiyordu sinekler, dilsiz derin susuyordu.
Çoktun ve nasıl da ağırdın Aphareka !
Elin, kolun, karnın, başın, başının üstündeki derme çatma damın, derdin, umudun, dünün, bugünün, belirsiz yarınınla nasıl da fazlaydın dünyaya !
Üzgünüm Aphareka, hem de çok !
Bir süre gülemem ağızlar dolusu. Alıp alıp sığdıramadığım her şey senin ‘yok’larını hatırlatır, bir süre tutar elimi içim. Yiyip de yüzümü buruşturduğum her yemekte senin bayat ekmeğe gülümsemen gelir aklıma, utanırım.
Sonra, geçer hepsi.
Üzgünüm Aphareka, insanım.
Derya CESUR