
Kışlıkları bir bir dürüp kaldırdım.
Yazlıkları ise uyandırdım kış uykularından. Hepsini çamaşır makinesine atıp yıkamak istesem de üşengeçliğimi mağlup edemedim.
Sonra dip köşe süpürdüm her yeri. Ah ah! Nasıl da yumak yumak olmuş tozlar koltuk altlarında. Hele balkon camları kış ile girdikleri savaşta perişan düşmüş asker gibiler. Aldığım ucuz mikro fiber bezler bir boka yaramadı af edersin. Gazetenin gözünü seveyim. Gözüm eski gazetelerin haberlerine takılıp başında onlarca dakikayı heba etmesem daha hızlı olabilirdim ama merak işte!
Artık akşamları balkonda vakit geçiririm diye bir de balkonu yıkadım. Çamur olmuş çamur! Ne kadar dikkat ettiysem o kadar aşağıya su kaçırdım. On birinci kattan dökülen su mutlaka birkaç daireyi rahatsız etmiştir. Apartmanın ortak Whatsapp gurubundan şikâyet eden olur mu diye beklesem de yazan olmadı. Üst komşum Halit Amca ne zaman beni görse eğilip büzülüyor: “Oğlum kusura bakma, malum torunlar gün içinde bizde kalıyor, çok gürültü yapıyorlar farkındayım. Hakkını helal et!” Yanaklarını sıktırıp öpesim gelse de “Ne gürültüsü, ben hiç ses duymuyorum.” Diye karşılık veriyorum ki rahatlasın istiyorum. Halit Amca’nın daire kendisinin de ne oluyor? Matahmış gibi bir de yüz binlerce lira istiyor müteahhitler bu modern mağaralara. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacımız sosyal genlerimize öyle işlenmiş ki yüz metre kare, dört duvar, bir tavan dairelere sahip olmak için ömrümüzü borç ödeyerek geçiriyoruz.
Kütüphanemi ne zamandır ihmal etmiştim. Onu da düzeltmek için geçtim başına. Kitaplar! Ah kitaplar! Her şeyin müsebbibi onlar değil mi? Onlar hayatımda yokken ne çok şey bildiğimi düşünürdüm. Şimdi, kendimi koca bir budala gibi hissettiriyorlar. Hele bazılarını okuduktan sonra yakmak, küllerini balkondan aşağı savurmak istiyorum ama ne mümkün? En çok zoruma giden ise; okumayan insanlarda gözlemlediğim özgüven ve dar algılarının onlara yaşattığı mutluluk. Okumanın bedeli bu mu olmalıydı? Hazır her birine el sürüyorken, açıp içlerini altını çizdiğim cümlelere göz atıyorum. Bir bölüme takılıyor gözlerim:
“İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki… ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zamanın yanında öylesine az ki… Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir beyin çalışıyor, birtakım istekleri var… Ne kepazelik! Ne saçmalık!” (*)
Bu ne kepazelik! Bu ne saçmalık! Değil mi? Ah! Lanet olası kitaplar! Lanet olası ayyaş, bağımlı, tutarsız, hastalıklı, müşkülpesent yazarlar!
Oyalana oyalana akşamı ettim. Eh! Eksiklerim olsa da beni uzun bir süre götürecek kadar toplayıp temizledim ortalığı. Paspas kovasının içine temizlik sıvısını boca ettim ki çokça koksun ortalık. Şimdi buram buram kokuyor. Ne kadar çok kokarsa o kadar çok temizmiş hissi uyandırıyor insanda. Oysa ne büyük yanılgı! Böyle böyle tüm algılarımız yerle bir oldu. Artık yaşamımız içinde bir şeyler ne kadar yoğunsa, o kadar doğru olduğunu sanıyoruz. Buram buram kokmuyorsa ya da baktığımızda gözlerimizi kanatmıyorsa dikkatimizi bile çekmiyor!
Önce farkına varmasam da oturduğum koltuk üzerinde kaldığım süre uzadıkça yorulduğumu anlıyorum. Geniş pencere camından güneşin battığını görüyorum. Hava ağır ağır kararıyor. Sanki gece, gündüzün üzerini örtüyor. Bu değiş tokuş, bu görev devri kıyamete dek sürüp gidecek. Ve yaşayacağımız zaman dilimi; bizim bulunmadığımız ve bulunmayacağımız, kıyamete dek sürecek bu zamanın yanında aklımızla tahayyül edemeyeceğimiz kadar az bir noktayı kapsayacak. Bu ne kepazelik! Bilgisayar oyunlarında olduğu gibi bir hilesi olamaz mı bunun? Mesela gecenin gündüzü, gündüzün geceyi örtmeye başladığı, tam da o an oluşan çizgiden içeri girip bölüm atlayamaz mıyız?
Karanlık, hükümdarlığına başladığında, kalkıp ışığı açmak istemedim. Halit Amca’nın torunları da gidince hepten bir sessizlik doluştu odaya. Gün içinde yaptıklarımı düşünürken; elle tutulan, gözle görülen, bir hacmi, ağırlığı olan varlıkları, nesneleri düzenlemenin, temizlemenin aslında ne kadar basit olduğunu düşündüm. Kaslarını kullanmaktan mütevellit oluşan sıradan ağrılar dışında sana bir zararı dokunmuyordu. Tabi kullanacağımız kimyasal temizlik maddelerinin miktarını da abartmamak lazım.
Oysa asıl temizliğe, düzenlemeye ihtiyaç duyduğum başka bir yer vardı ki; ne kaslarım, ne süpürge, ne paspas, ne temizlik malzemeleri işe yarıyordu: zihnim!
Hazır sessizliğin ve karanlığın dinginliği içindeyken açtım kapıyı girdim. Belki birkaç devrilmiş şeyi yerine koyar, belki yerlerin tozunu süpürür silerdim.
Şimdi oradayım!
Evimin temiz, düzenli odası içindeki bedenimde… Zihnimin düzensiz, darmadağın odasındayım.
Bu ne kepazelik! Bu ne saçmalık!
Pislik herif!
Özkan SARI
(*) Babalar ve Oğullar