
Neden yaratır insan?
Üç kelimelik K O C A M A N bir soru !
İki yüz bin yıllık insanlık tarihindeki tüm yaratımlara verilebilecek tek bir yanıt var mıdır bilmiyorum. Biraz ihtiyaç, biraz merak ve belki biraz fark yaratma isteği…
Benim derdim, kendime yanıt bulmak.
“Bunu neden yapmak istiyorum?” gibi en alt katmanlarımda fısıltıyla dolaşan basit bir sorunun sesini yükseltip, kendine karşı dürüstlüğün madalyasını kazanmak 🙂
Zweig’in Olağanüstü Bir Gece’sinin son satırında, insanı kış günü uykuya dalmak üzereyken son saniyede soğuk suya atar gibi yazdığı ve aynada kendimle her yüz yüze geldiğimde içimde tekrarlanan o muhteşem cümlede saklı belki de cevap;
“Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan, bütün insanları anlar.”
“Neden konuşur insan?” demeyiz mesela.
“Neden yürür?” ya da “Neden acıkır?” da demeyiz.
Herkesin yapageldiği,
türe özgü hiçbir normal edim cezbetmez merakı.
Çünkü…
Öyle işte!
Nedensellik…
Ya da
Tanrısal yaratıcılık…
İnsan kabullerin, normallerin dışında seyredene merak duyar hep.
“Neden yürüyemiyorum?”
“Neden konuşamıyorum?”
“Neden göremiyorum?”
Sorular ancak “olağan olan olmadığında” takıyor peşine bizi.
“Nasıl?” a kafa yoramadığımızdan olsa gerek, tüm “olağanlar”, kurulu bir sistemin beklenen işleyişi olarak yer ediyor aklımızda.
Yemek,
içmek,
uyumak,
üremek,
sevinmek,
üzülmek,
acı duymak,
sıkılmak,
umutlanmak filan
bin yıllardır olan şeylerin aynı.
Bizi aşık yapan,
hırsız yapan,
katil yapan,
kahraman,
hain,
itaatkar,
asi,
mutlu,
kederli,
bencil,
şefkatli,
saygın ya da zavallı yapan şeylerin kök nedenleri
homo sapienslerden beri aynı.
Zaman dişlilerinin her bir girintisinde konaklayan yüzyıllar var.
İyiliği ve kötülüğü hep aynı çift göz, aynı tek yürek, aynı iki el ile yaşatan insan, yöntemleri ve araçları dışında hiçbir şeyi değiştirmedi aslında.
Belki,
bazı şeyleri mucizevi şekilde geliştirdi (!) o kadar.
21. yüzyılda daha hızlı aşık oluyor,
daha hızlı ayrılıyor,
daha hızlı iletişiyor,
çalışıyor ve daha hızlı öldürüyoruz.
Ve bu hızın belleğimizle, akıllara “durgunluk” veren bir alış verişi var.
Aldığını eskitemeden yenisine maruz kalan zihnimiz, neredeyse dakikada bir değişen ve kaynağı meçhul sayımsız verinin tecavüz alanına döndü. Bir gün kalbimizin duracağı kesin bilgisinin dışında, geleceğin bize neleri yakıştıracağına dair merakımız, beş bilinmeyenli denklemle aşık atıyor.
Ve insan,
mağarasının duvarlarına av maceralarını,
kahramanlıklarını,
zaferlerini çizdiği günden beri
bilmiyor geleceğini.
Fakat kuvvetle muhtemel ki,
bugünkü ırkından daha fazla öngörebiliyor başına neler gelebileceğini.
“Neden” olduğunu bilmediğini bir dürtüyle,
bulduğu her düzlüğe hayatını nakşediyor.
Yazamadığı için çiziyor önceleri.
Resimlerle hikayeler anlatıyor kendinden sonrakilere.
Sesi ve nefesi kesildiğinde dahi, devam etmek istiyor yaşamaya.
Acılarının,
heyecanlarının,
kahramanlıklarının,
yenilgilerinin,
aldığı derslerin
rehber olmasını istiyor toprağını örtenlere.
İnsan !..
Belki de “yok oluşu” duyumsayan tek canlı olduğu için,
ona direnmek istiyor.
Bu yüzden, bin yıllardır bıkmadan usanmadan çiziyor duvara, papirüse, tuvale…
Bu yüzden yontuyor kayaları.
Bu yüzden besteler yapıyor ve söylüyor şarkılarını.
Bu yüzden,
karanlık odalarda, Dünya’nın öküzün boynuzu üstündeki tepsi olmadığını ispatlamaya çalışıyor giyotinde olsa da başı.
Bu yüzden,
icadından beri hiç bırakmadı yazıyı.
Bu yüzden diyor ki;
“Ben vardım.
Buradaydım.
Senin gibi bir sestim ben de; güldüm ve ağladım.
Canım acıdı dengemi kaybedip düştüğümde,
içim yandı sevdiklerimi toprağa verdiğimde.
Ben vardım.
Buradaydım.
Senden az önce,
bir zaman önce,
asırlar önceydi,
yaşadım.
Yıldızlı Gece ve Guernica ile,
Tuna Nehri kıyısındaki ayakkabılar ve Düğümlü Tabanca ile,
Hurri İlahisi ve Dokuzuncu Senfoni ile,
İlyada ve Odyssei, Antigone, Suç ve Ceza ile kendimi sana anlattım.
Aklımdan geçenleri seyret,
duyduklarımı duy,
gördüklerimi gör,
anladıklarımı fark et istedim.
Benim zamanımın ne mürekkebi ne de kağıdı benzer seninkine;
ama benzer soysuzluğu, ihaneti, aşkı ya da mutsuzluğu.
Tarlada açan gelinciği, dalgayla ıslanan kumu, baharda esen yeli de benzer.
Gideceğim bellidir, senin illa ki geleceğin gibi.
Hep dolan ama hiç taşmayan kap olur mu?
Çizdim, yonttum, şakıdım ve yazdım ki,
taşan boşa gitmesin.
Şimdi sen, benden daha yüksek bir tepedesin.
Ben,
gördüğün manzaranın tek boyunluk çiçeği,
belki,
gözyaşı kadarlık denizi…
Ufka değdirdiğinde gözünü,
orada ben de varım,
bil istedim.“
Derya CESUR
“İlle de bir cümleyi seç” derseniz, -zorlanarak- şunu yazarım:
“Çizdim, yonttum, şakıdım ve yazdım ki,
taşan boşa gitmesin.”
Tebrik ederim. Çok çok güzel.
BeğenLiked by 2 people
Teşekkür ederim zeynep 🙂 Aynı dert ile dertlenenin dilinden, gönlünden, kaleminden gelen tebrik bir başka güzel:)
BeğenLiked by 1 kişi
Sizin gibi etkili ve güzel kalemlerin de, yorumu bile başka zarif oluyor. Ben teşekkür ederim. 🙂
BeğenLiked by 2 people
Masum bir arayış ile başlayan hisler şiire dönüşmüş.
Hep dolan ama hiç taşmayan kap olur mu?
Olmaz,
İşte böyle taşar.
BeğenLiked by 2 people
Bu ne sürpriz:) hoşgeldin. Teşekkür ederim.
BeğenBeğen
Tekrar, tekrar ve tekrar okudum. Algıma ikram edecekleri değişir mi merakıyla sabah iş yerimde, öğlen Halil Abi’nin çay ocağında, akşam akan trafikte kenara çektiğim arabamın içinde ve gece, karanlığın tüm sesleri yuttuğu sakinlikte okudum. En az yazınızın yarısı kadar not aldım karalama kağıtlarıma, beş kelimelik bir cümlenizin lokomotif olduğu katarlara vagonlar sıraladım. Neden yaratır insan? sorusu bir ağacın köküyse, bu kökün beslediği onlarca da dal var. Kim yaratır? Kimin için yaratır? Kiminle birlikte yaratır? Yaratma ihtiyacı doğuştan mı kodlanmıştır benliğine? Yaratma çabası, düşünmenin bir sonucu mudur? Bunları çeşitlendirebiliriz. Okurken oldukça heyecanlandım yazınızı… Ama aldığım notlar üzerine düşünmeye başladıkça heyecanımı yitirip belki de bağımlısı olduğum hüznün esiri oldum. Bunun nedenini net olarak açıklayabilir miyim bilmiyorum fakat, galiba; “Aldığını eskitmeden yenisine maruz kalan” cümlenizde saklı cevap. Duyularımızın ön hazırlık yaparak hazır beklediği, konduğumuz bir çiçeğin özünü içine çekip dudaklarımızdan başlayıp ruhumuza kadar devam eden özümseme ritüelleri eskilerde kaldı. Çok eski çağlarda yaşamış bir filozofun ömrü boyunca ulaşamadığı bilgi, göremediği yer ve kültürleri biz günler içerisinde elde ediyoruz. Peki fark nerede? Bizim artık uzun uzun düşünmeye, uzun uzun düşünmenin sonucunda yine uzun zaman alacak zihinsel üretimlere ayıracak ne vaktimiz var ne de ihtiyacımız! İhtiyacı olan ruh çekilip alındı bedenlerden… Şuursuzca çiçeğe yaklaşıp, çarpıp geçen yığınlara döndük. “Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan, bütün insanları anlar.” Yine en büyük paradoks bu cümlede saklı; herkes içindeki insanı anladığına emin! Emin çünkü; emin olmamak, şüphe duymak, arayışa çıkmak çok büyük bir zihni emek gerektiriyor. Zaman böyle boş uğraşların zamanı değil! Yazını sadece edebi bir yaklaşımla okuduğumda şöyle diyebilirim; mükemmel, nasıl da zevk aldım okurken. Evet aldım. Hem de çok, fakat sadece bir dakikada okunup edebi bir çerçevede zevk alınıp kenara koyulmamalı… Felsefi olarak üzerine düşünülmeli ve damar damar önümüze serdiği yollardan nereye çıkabiliriz merakıyla yürünmeli. Daha çok yazacak, söyleyecek sözüm var inan… Ama bir araya toplayıp mantıklı cümleler kuracak gücüm yok. Çok özel bir yazıydı benim için. Kalemine sağlık. Saygıyla…
BeğenLiked by 1 kişi
Aldığım en yoğun mesajdı bu. Hayır! Kelime sayısondan bahsetmiyorum. Sözün arkasına gizlenmiş özü böyle yakalayabilen yeteneğinden bahsediyorum. Matruşkanın kapağını açıp en küçüğüne kadar adım adım ilerleyen ve sıra artık açılamayana geldiğinde ortaya saçılmış diğerlerine bakıp ders çıkarabilen yeteneğinden… Evet! Ne kadar anlıyoruz kendi insanımızı bilmiyorum; belki yalnızca bir iddiadır bu. Fakat her gğn savaş veriyorum en dipteki ile. Görünmesin diye kapatıyorum üstüne ötekileri bir bir. Ben tanıştım onunla. Biz tanıştık… Belli ki tek farkımız bu dışımızdakilerden. Teşekkür etmek istemiyorum artık sana. Başka bir kelime bulmalıyım. Daha fazla bir kelime. Belki, “minnetle….”
BeğenLiked by 1 kişi
‘Nasıl’ diye soranlar icat eder, pek yaşamaz.. ‘Neden’ diye soranlar, tüketir ve tükenir, pek yaşamazlar..
Lakin yaratmak.. Nasıl, neden sorularının sonuçlarıyla oluşmaz.. Yaratmak, varlığından kimsenin haberinin olmadığı eserlerle alakalıdır.. Sorgulamadan, gerçek olacağını kabul ettiğimiz hayal gücünün eserleriyle alakalı..
Bir çok varlık sana güler.. İnanmaz.. Tanrı inancında olduğu gibi sen inanırsın ama kimse sana ve gerçeğe inanmaz.. Kabullenmek istemezler..
Oksijeni yaratan.. Oksijeni nasıl çoğaltırız diyen.. Oksijeni durmadan neden bitiyor diyerek tüketen.. Varlıkların arasındaki tek fark “bilinç” tir..
Bana göre; Şu an ki bilincim.. Burada olma amacımı Yaratmayı öğrenmek olarak tanımlıyor.. Özgün olmak..
BeğenLiked by 2 people
Şöyle birkaç yazısever gelsek bir araya ve saatlerce konuşsak.. Dipsiz sohbetler etsek. Hayaliyle bile keyiflendim. Varlığından kim senin haberi olmayan şeyler üstüne düşünmek nasıl bir bilinç durumudur sahiden? Ahh. Gündüz gündüz özledim şimdi tenhalığı:)
BeğenLiked by 2 people
En güzel örneği ‘müzik’ sanırım.. Sadece senin duyduğun bir melodi hayal et.. Kimseye bu şarkıyı söylemeden dans ediyorsan, delisin! Öyle değil mi? Ya da onu gerçeğe dönüştürür ve herkesin duymasını sağlarsın.. Bu seferde onlar delirir. . Peki birileri senden ilham alıp yeni adı altında aynısını çoğaltıyorsa.. Sen yaratıcı onlar korsan olur.. 🙂
Çok ilginç bir şey var.. Tüm dünyaya ilham vermek, yaratmak değil tüketmektir.. Ama bir konuda uzman olur ve kendi aileni bulursan.. Şükür içinde kendini bulmuş ve gerçekten bir şey yaratmış olursun.. 🙂
BeğenLiked by 2 people
Şükür içinde kendimi bulmuş ve gerçekten bir şey yaratmış olurum
BeğenLiked by 1 kişi
🤗
BeğenLiked by 1 kişi
🙂
BeğenLiked by 1 kişi