Mezarlıkta Bir Gece

Yatak odamın sarı ışığı altında, kelimeler gözlerimin önünden akmaya devam ederken önce kalbime, sonra beynime ulaşamaz oldular. Göz bebeklerime çarpıp yere düşmeye başladıklarında ise, elimdeki kitapla olan tek bağım sadece elimde olmasıydı. Kitabı kapatıp artık uyumayı düşünüyordum ki bana seslenen bir sesle irkildim:

“Artık bırakmalısın, okuduklarından bir şey anlamaz oldun, aşk ile ilgili düşüncelerimin olduğu bölümdesin, kaçırmanı istemem.”

Ayakucumda durup bana bakan adamı görüyor, yaşadığım şokun etkisiyle ben de sadece ona bakıyordum. O ise suratımın korku ve şaşkınlıkla büründüğü ifadeye bakıp için için gülüyordu.

“Ne arıyorsun benim yatak odamda, in misin, cin misin?”

“Hayır, ne inim ne de cin. Ben Haruki Murakami’yim. Kitaplarımı okuyarak beni sen çağırdın unuttun mu?”

Galiba rüyadayım diye düşündüm fakat rüyaya benzemiyordu. Öldüm mü desem, o da değildi. Bir müddet sonra merak etmeyi bırakıp ne de olsa rüyadır diyerek Murakami’ye seslendim.

“Buraya nasıl geldin diye sormayacağım ama neden geldin?”

“O zaman lafı çok uzatmadan anlatayım. Biliyorsun! Ben hala bu dünyada yaşayan yazarlardan biriyim ve ölmüş yazarlarla bu dünya arasında bir köprü görevi görüyorum. Biz bu yazarlarla belli aralıklarla, belirli bir yerde toplanıp bazı konular üzerinde kısa sohbetler ediyoruz. Bu sohbetlere, yine hala dünyada yaşayan ve tüm bu yazarlarla ortak bir bağı olan birini de davet ediyoruz. Bundan sonraki toplantımız için ise seni seçtik. Toplantımızı senin şehrinde ve senin belirleyeceğin bir yerde yapacağız. O gün geldiğinde gece tam 01:00’da herkes orada olacak.”

“İyi ama benim o yazarlarla ne gibi bir bağım olabilir ki? Anlattıkların çok saçma ve mümkün olmayan şeyler. Sana inanmamı beklemiyorsun herhalde.”

“Bak evlat! Sen istemeseydin eğer zaten seçilmezdin. İnanıp inanmamak senin seçimin. O gün ki toplantımızın konusu ‘aşk’ olacak. Senin belirlediğin yeri biz biliyor olacağız ve tam söylediğim saatte orada olacağız. Haftaya pazartesi gecesi unutma. Hatta konunun ilk açılışını da ben yapayım. Kim âşık olmuşsa, kendisinin eksik parçalarını arıyordur. Bu yüzden âşık, maşuğunu düşündükçe acı çeker. Bu tıpkı, uzun zamandır görmediğin birinin odasına girdiğinde bulduğun anılar gibidir.”  Dedi ve gözden kayboldu.

Sabah uyandığımda başım ağrıyor, hemen yanımda Murakami’nin kitabı duruyordu. “Ne rüyaydı ama” dedim içimden. Her zamanki gibi yine kitabın etkisinde kalıp rüya görmüştüm. Daha iki gün önce de rüyamda Goethe’yle birlikte Genç Werther’in mezarını ziyaret etmiştik.

Rüyanın üzerinden bir hafta geçmiş ve pazar akşamına gelmiştik. Uyumadan önce yeni bir kitaba başlama düşüncesiyle kütüphanemi karıştırdım. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Saatleri ayarlama enstitüsü’ kitabını raftan indirip yatağıma uzandım. Hep yaptığım gibi önce kitabı kokladım. Huzur kokusunu tarif et deseler, kitap kokusu derdim galiba. Kitabın bilgi ve önsöz sayfalarını geçip ilk sayfasını açtığımda içinde bir not kâğıdı buldum. Çok eski bir kâğıda çok eskiden yazılmış gibiydi ve okumaya başladım:

Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki, eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde, fakat daima ödersiniz. Yarın gece saat tam 01:00’da unutma! Ahmet Hamdi”  Yazılıydı kâğıtta.

Allah’ım sen benim aklıma mukayyet ol. Galiba artık kafayı yemek üzereydim. Güneşin doğmasıyla beraber çoktan toplanılacak yeri bulmak için arayışlara başlamıştım. Nereyi bulacaktım ki, kimler gelecekti, nasıl bir düzen istiyorlardı. Yemek ya da içecek bir şeyler isterler miydi? Zihnimde dolaşan onlarca sorunun arasında aklıma bir yer gelmişti; Mezarlık! Ne de olsa mezarlıklardan korkmuyordum. Asıl korkacaklarımız mezarlığın dışındakilerdi.

Akşam saat  22:00’da hazırlanıp evden çıktım. Mezarlığa ulaşıp içindeki parsel yollarından birinin üzerindeki banka oturup beklemeye başladım. Etrafta tam bir ölüm sessizliği ve karanlığı mevcuttu.

Kendi kendime seslendim:

Allah’ım ben ne yapıyorum böyle… Ve Ey aşk! Sen nelere kadirsin!

Zaman, gecenin koyu karanlığı içinde bir yılan gibi sessizce  akıp gitmekteydi. Zaman ilerledikçe zihnimin içinde tepinip duran sorulara bir yenisi daha ekleniyor, akıl sağlığım ile ilgili şüphelerim artıyordu. Mezarlık, ölü yazarlar, aşk ve ben. Bu dört kelimeyi cümle oluşturması için insanlara dağıtsak, birçoğu dokunmadan geri teslim ederdi muhtemelen.

Karanlığın içerisinde ışık olarak beliren tek nokta kol saatimin akrep ve  yelkovanı üzerindeki fosfordu. Akrep 1’e doğru yaklaşırken, yelkovan 9’un üzerindeydi. Kalan on beş dakika ömrümün en yavaş ilerleyecek olan on beş dakikası olabilirdi. Börtü böceğin mezarlık içerisinde kurumuş otlar arasında çıkardıkları sesler, muhtemelen biraz sonra şahit olacaklarına seyircilik yapmak için ön saflardan yer kapma telaşından kaynaklanıyordu. Kalın gövdeli meşe ağaçları ise baykuşları davet etmiş, dallarında misafir etmekteydi. Sahne ve seyirciler hazırsa, geriye tek eksik kalıyordu; oyuncular.

Saat 01:00

“Aşk, aslında hiç doğal olmayan bir olgudur ki kendini nadiren tekrar eder; ruh yeniden bakire kalamayacak hale gelir ve bir başkasının ruhundaki okyanusa dalacak gücü kendinde yeniden bulamaz.”  Sözlerinin ardından bileğinden sonrasının olmadığı bir el bana uzanıyordu, o an anladım ki gösteri başlamıştı. Bana uzanan eli tutmamla beraber James Joyse’nin bedeni belirivermişti ve : “Hey! Genç dostum tam bir hayal kırıklığı içerisindeyim. Ben ‘ölüler’ kitabını yazarken bile mezarlığa gitmedim. Sen aşk üzerine olan bir toplantı için mezarlığı mı seçtin?”

Ben daha cevap olarak ne söyleyeceğimi düşünürken hemen ardımdan bir ses daha belirdi: “James! Sakin ol dostum, sadece sen değilsin bu toplantının tek misafiri ve ben mezarlıkları çok severim. Ne şiirlerime ilham olmuştur mezarlıklar ve ölüler, onlara olan hasretimdi intihar etmeme sebep ve sen genç dostum kulak asma, kendin ol; diğerleri çoktan kapıldı.” Kalın paltosu ve elinde bastonuyla Oscar Wilde karşımda duruyordu. Keskin bakışları göz bebeklerimi delebilirdi. Tebessüm ederek devam etti: “Aşk bile salt fizyolojik bir sorundur. Bizim öz irademizle hiç ilişiği yoktur. Gençler sadık kalmak isterler, kalamazlar; yaşlılar sadakatsizlik etmek isterler, edemezler. Söylenecek söz bundan ibaret. Ben mazarlığı gezeceğim müsaadenizle”

“Hey Oscar! Bizi karşılamadan mı gidiyorsun. ‘İşkence’ üzerine sohbet ettiğimiz Prag’daki müzede de işkence aletlerini inceleyeceğim diye gözden kaybolmuştun. Merhaba genç adam, ben Milan Kundera, son okuduğun kitabımı sıkılıp bitirmediğini bilmediğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Madem konumuz aşk dinle öyleyse: Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur.” Milan Kundera sözünü bitirip şapkasını çıkardı ve bizi selamlayarak yanıma oturdu.

Ben ise içinde bulunduğum paranormal olay karşısında sınırları belli beynimin, kontrolü, sınırları sonsuz ruhuma vermesi için dua ediyordum. Derken bir elin başımı okşadığını fark ettim ve ılık bir ses dalgasının kulaklarımın kıyılarına çarpışını:

“Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-Li-Ta; Dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, Üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-Li-Ta. Bu sadece kitabımdan bir alıntı genç adam, aşk ile ilgili asıl söyleyeceğim şu ki; Aşk yalnızca cinsel olamaz; çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar. Ben Vladimir Nabakov, biraz kenara kayarsanız yanınıza oturabilirim.”

Mezarlık içinde toplanmaya başlayan ölü yazarların üzerinden şiddeti düşük, gözü rahatsız etmeyen çok loş bir ışık dalgası yayılıyordu. Yazarların çoğalmasıyla ışık da çoğalıyor, artık gözler yüzleri seçebiliyordu. Yazarlar ardı ardına beliriyor. Kimi mezar taşlarına sırtını vermiş yerde oturuyor, kimi meşe ağaçlarına dayanmış ayakta duruyordu. Tabi yerden biraz yüksekte havada asılı duranlar ve bana temas halinde yanımda oturanları da belirtmeliyim.

“İki insan birbirini seviyorsa, buna mutlu bir son yoktur.” Dedi elinde tuttuğu siyah beyaz renkteki kedisiyle Ernest Hemingway.

Mezar taşına sırtını dayamış yerde oturan İtalyan şair Cesare Pavase söze girdi Hemingway’in ardından. “İnsan kendini bir kadına duyduğu aşk yüzünden öldürmez. Aşk bizi tüm çıplaklığımız, sefilliğimiz, düşkünlüğümüz ve hiçliğimizle açığa vurduğu için öldürür. İşte ben de kendimi öldürdüğümde sadece kırk iki yaşımdaydım genç dostum” dedi bana seslenerek.

“Hey! Bırakın şu ipe sapa gelmez aşk üzerine düşüncelerinizi ve beni dinleyin. Hey Genç Türk! Sen daha fazla aç kulağını, diğerleri dinlemeyecek çünkü. Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; bizi gidişten daha fazla büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir. Fransız yazar Marcel Proust’tu sırasını salan.

“Ülkeme hoş geldiniz dostlar! Ve sen genç arkadaş, sen de aramıza hoş geldin.” Dedi Oğuz Atay ve devam etti: “Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Dedi ve sustu.

Mezarlık her geçen dakika kalabalıklaşıyordu. Virginia Volf, Jane Austen, Mary Shelley, Harper Lee gibi birçok kadın yazar da kalabalığın içindeydi. Bazen aşk üzerine konuşmalar karşılıklı atışma şeklinde, bazen herkesin kulak kesildiği kısa bir anektod şeklinde  devam ediyordu.

Bir ara kalabalığın arasından aksakallarıyla göğe doğru bir yazar yükseldi. Tüm konuşmalar kesildi ve herkes o yöne doğru bakıyordu. Bu Tolstoy’du. Gür ve bilge sesiyle seslendi: İnsanlar, aşk üzerindeki görüşlerini değiştirmelidir. Kadınla erkek, cinsel aşkı şimdi olduğu gibi şiir havasına büründürmekten kaçınmalıdır. Bunun yalnızca insanı alçaltan hayvanca bir iş olduğu kabul edilmeli.

“Konu aşk olunca, haliyle katılan çok olmuş.” Dedi sağ kolunu omzuma dolayan Nazım Hikmet. “Unutma evlat, başka hiçbir konu başlığı bu kadar ölü yazarı bir araya toplayamazdı. Daha sabaha çok var ve güneş doğana kadar burada olacağız. Herkes aşk ile ilgili kısa düşüncelerini paylaşacak. Şu ana kadar duyduklarına dikkat et hepsi farklı. Neden? Çünkü burada gördüğün herkes kendi oldu da ondan. Oscar Wilde’nin dediği gibi “kendin ol; diğerleri çoktan kapıldı.” Ve kendi aşk tarifini kendin yap. Her gönlün, her zihnin aşka verdiği tepki farklıdır. Kimi yok oluşu tadar, kimi yeniden doğuşu.”

Güneş yüzünü göstermiş, mezarlık içerisindeki kısa çalıların üzerlerinde biriken çiğ tanelerini uyandırmaktaydı. Uyanıp buharlaşan çiğ taneleri mezarlığı sis bulutu içinde bıraktı. Kimse kalmamıştı. Gecenin karanlığında şahit olduklarımın büyüsünü gün ışığının tırnakları törpülüyordu. Eve gitmek için ayağa kalktığımda, sol çaprazımda ki mezar başında biri uyumaktaydı. Yüzümde ince bir tebessüm belirdi; bu Haruki Murakami’ydi. Uyandırdım.

“Sen neden buradasın?”

“Unuttun mu, dün gece burada olanların arasındaki tek yaşayan yazar benim. Yani hala buraya aitim. Hadi sana gidip kahvaltı yapalım. Ardından Tokyo’ya uçacağım. Beni havaalanına bırakır mısın?”

“Hı hı… Tabi ki…”

“Herkes söyledi fikirlerini, sen ne diyorsun bu aşk olayına?”

“Aslında söyleyecek bir şeylerim var. Gece burada olan yazarların birçoğunun aşk üzerine olan düşüncelerini okumuştum. Yıllardır her bulduğumu kazana attım, yıllardır fokurdar. Ve bir gün yeter dedim bu kadar kaynadığı. Daldırdım avuçlarımı içine ve bir yudum içtim. Sordum ruhuma, nasıl tadı diye… Anlat dedim bir cümleyle.”

“Eeeee meraklandırma insanı, ne dedi?”

“Aşk, âşık ve maşuk arasında ağzı açık makas arasında durur. Makas kapanmadığı sürece canlıdır. Yani, bedenler birbirine yaklaştıkça, ruhlar birbirinden uzaklaşır.”

Murakamiye döndüm ve: “Yatak odama geldiğin gece, bu sohbetlere yine hala dünyada yaşayan ve tüm bu yazarlarla ortak bir bağı olan birini davet ediyoruz demiştin. Peki neydi bu yazarlarla benim aramda olan ortak bağ?”

Murakami tüm bedenini bana doğru döndürerek japon usulü selamladı ve ardından cevap verdi:

“Aşk”

Özkan SARI

Mezarlıkta Bir Gece’ için 14 yanıt

  1. Dünyaya gelmiş her düşünürün bir aşk tanımı vardır mutlaka. Herkes yaşadıklarının üzerinden gidiyor belki de. Arasam, eminim pek çok afilli aşk tarifi bulacağım. Fakat nihayet Murakami ‘ye katılacağım 🙂 Çok çok çok keyif aldığım bir öyküydü. Mayhoş bir tatlı gibi. Tatlı ama asla bayıcı değil…

    Liked by 1 kişi

    1. Aşk! Üzerine bu kadar söz söylenip, belki de bir o kadar az anlaşılan başka bir konu yoktur muhtemelen. Evet, her yazar ve düşünür bu konuda birşeyler söylemiş. Ben, Aşk’ın tarifi üzerine kafa yormuş yazarlar içinden Derya Cesur’un denemesini kesinlikle ayrı bir yere koyuyorum. Sık sık okuyorum ve başkalarının da okuması için konuyla ilgili sohbetlerde öneriyorum. Biraz uzundu öykü ama keyf verebildiyse ne mutlu. Teşekkürler. Saygıyla…🙏

      Liked by 1 kişi

      1. Biz hala okuyoruz uzun uzun; Yeter ki okutsun kendini yazar. Tavsiye için teşekkür ederim. Mahçubiyetim baki. Deryaca bir tasvir işte. Ama büyük yazarlarla buluşmak bir fikirde… O çok onur verici işte:) Kalemin ıssız kalmasın.

        Liked by 1 kişi

      2. “Kalemin ıssız kalması” ne kadar iç ürpertici bir cümle. Her kalemi elime alışımda iliklerime kadar hissettiğim bir korku. Umarım hiçbirimizin kalemi ıssız kalmaz 😊 Unutmadan; o Deryaca tasvirlerden sabırsızlıkla bekliyoruz…

        Liked by 1 kişi

  2. Bazı yerlerde tüylerim diken diken oldu.. Benzer bir kütüphaneden mi bilmiyorum.. Ama şu ortak konu benide içine çekiyor sanırım.. Etkileyici akıcı ve leziz.. Fevkalade.. 🙂

    Liked by 1 kişi

  3. Çook güzel olmuş. Siz duygu denizinde yol alırken artık aramızda olmayan büyük yazarların sözlerini, edebiyatı, duyguları yaşamı, ölümü çok güzel bir araya getirip işlemişsiniz. Ben bu yazarların arasına bir de John Fowles’ı eklemek istiyorum; “dünyanın çevresindeki bu gizemli duvar ve ona ilişkin algımız, bizi hayal kırıklığına uğratmak için değil; bizi yeniden şimdiye yaşama şu anki varoluşumuza yöneltmek için oradadır” İlhamınız bol olsun👏👏👌👌

    Liked by 1 kişi

    1. Nedendir bilmiyorum fakat bir yazı yayınladıktan sonra üzerinden bir kaç gün geçince aklıma bir soru düşüyor: Acaba Didem Hanım okudu mu? Okuyan gözünüze gören gönlünüze sağlık. Madem aramızdan ayrılan yazarları anmış olduk. John Fowles’a da selam olsun. Teşekkürler… Saygıyla…

      Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s