Enigma

Ludovico Einaudi – Nuvole Bianche (Marnie Laird of Brooklyn Duo)

Seni kovalayan bir köpekten ya da gecenin karanlığında kanını emmek için damarlarına doğru pike yapan bir sivrisinekten kaçabilirsin. İnsan yığınlarının oluşturduğu seni nefessiz bırakan kalabalıklardan ya da aslında emeğinin sömürüldüğü fakat kulağının sıkça “sana ekmek veriyorum” naralarıyla örselendiği işinden de kaçabilirsin. Her şeyden, herkesten kaçabilirsin. Bir tek şey hariç: Kendinden!

Kendinden kaçamıyor insan. ‘Kendinden’ kelimesi aslında tam olarak karşılayamıyor bu durumu. Şöyle desek daha doğru olur sanırım: Zihninde yuvalanmış ve her biri Nazi Enigması’yla şifrelenmişçesine kilitli duran düşüncelerden kaçamıyorsun.

Bu düşünceleri hayatın ritmi içerisinde kısa dönemlerinizi kapsayan fani dertlerinizle karıştırmayın. Bunlar çok daha karışık düşünceler… “Nasıl?” değil, “Neden?” sorusunun sorulmasıyla şifre anahtarını kurcalamaya başladığınız düşünceler… İşin ironik tarafı ise, her adımını atışında suyun derinliğinin son noktasına geldiğini düşündüğün fakat tezahür dahi edemediğin bir okyanus içerisinde olduğunu anlaman… Ve yine insanı dehşete düşüren ise şu ki; ayağını o suya hiç sokmayanların, onu bir birikintiden ibaret sanmaları… Bunu Sokrates’in; “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” sözüne benzetebilirsiniz. Sokrates’in böyle bir söz söylemesinin nedeni, ayağını o suya bir kere sokmuş olması ve içerisinde ilerlemeye çalışmasıdır. Hiçbir şey bilmediğine kanaat getirmesi, bir şeyleri bilmek için çabalamasının sonucudur.

Belki de en iyisi o suya hiç adım atmamaktı.

İşte! Bu düşünceler içerisinde kendimden kaçmayı başaramayacak olsam da kaçmayı başarabildiğim varlıklardan biraz olsun ayrı kalmak, betonun pis griliğinden uzaklaşıp, yeşilin ve mavinin nispeten hâkim olduğu yerlere tatile gitmek için hazırlandım.

Kafka’nın dediği gibi “az eşya az insan’’ prensibine sadık kalabilmek için yanıma olabildiğince az eşya aldım. Bavul bile denilemeyecek kadar küçük olan çantamın büyük çoğunluğunu kitaplarım kaplamıştı. Kitapları eşyadan saymadığım için sorun yoktu. ‘Az insan’ için de abartılı ve şişirme popülerliklerden uzak, kapitalizmin henüz dişlerini tam olarak geçirmeyi başaramadığı küçük bir Ege kasabasında, oda sayısı çok olmayan, tamamen taştan yapılmış şirin bir butik oteli tercih ettim.

Yüzünü denize dönmüş,

sırtını ise ulu çamlara dayamış,

gözlerini kapatmış, ayva tüylerini okşarcasına esen rüzgârın taşıdığı iyot kokusunu ciğerlerine çeken,

karnını doyurmanın kolay yolunu bulup, insan denen varlığa özgürlüğünü satan şehir kuşlarına inat, bir kanadı yeşile bir kanadı maviye tutkun, kadife sesli kuşların seslerini kulağından içeri misafir eden; hayal kokulu bir butik oteldi burası.

Bedenime yetecek kadar uykuyla zaman kazanmaya çalışıp, genellikle otelin terasında vakit geçirerek bolca kahve tüketmek ve kitap okumaktı planım.

İlk günüm bu planıma sadık kalarak geçti. Otel personeli dışında az sayıdaki diğer misafirlerle çok fazla diyaloğa girmiyor, zihnimin içinde tepinip duran düşünceleri belki geçici bir süreyle uyutabilirim düşüncesiyle onları görmezden gelmeye çalışıyordum.

İkinci günün sonunda anladım ki terası mesken tutup, kitap ve kahveye gömülen sadece ben değildim. Zarif bir hanımefendi de hemen hemen benimle aynı programı uyguluyordu. Otelin misafirleri zamanın büyük çoğunluğunu sahilde ya da odalarında geçiriyordu. Teras genellikle tenha oluyor, bir köşesinde ben, diğer köşesinde de zarif bayan oluyordu. Birbirimizi gördüğümüzde, tebessümle bir baş selamı veriyorduk fakat hiç konuşmuyorduk.

Üçüncü günün sonunda terasta bulunan son misafir de odasına çekilmişti. Sadece ben ve zarif bayan kalmıştık. Her zamanki gibi kahvelerimizi tazeledik ve kitaplarımıza gömüldük. Bir müddet sonra kulağıma gelen sesle irkildim:

“Ne kadar acayip bir durum; insan neyi bilmezse ona ihtiyacı oluyor ve neyi bilirse onu kullanmıyor!’’ Ne kadar doğru bir tespit değil mi beyefendi?

Şaşkınlıkla bakışlarımı zarif bayana çevirdim. Bana sesleniyordu ve elinde Goethe’nin ‘Faust’ adlı kitabı vardı. Daha ben cevap bile veremeden devam etti:

“Binlerce kitap mı okumak gerek? Görmek için insanların her yerde birbirine eziyetini.’’ Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Şaşkınlığımı üzerimden atmış olarak ve bu sefer hiç beklemeden cevap verdim:

Elbette okumamız gerekiyor. Binlercesini okumak her ne kadar imkânsız olsa da yüzlercesini, o da olmazsa onlarcasını, yine olmazsa en azından okuyabildiğimiz kadar okumamız gerekli. Tarih boyunca, insan denilen varlık, hâkimiyetini zulüm ve eziyet üzerine kurmuş. Bu durum ne yazık ki farklı çağlarda farklı şekillere bürünse de hala geçerliliğini sürdürüyor. İnsan, eziyeti hisseder ama o hissettiklerinin karmaşık haritasını algılayamaz ve kendine ifade edemez. Kendine bile ifade edemediği bir olguyu başkalarına da aktaramaz. Bu kısır döngü, insanın eziyete karşı durabilecek ve direnebilecek gücü elde edememesine sebep oluyor. Yani kısaca; bakıyor ama göremiyor. İşte; görmemizi ve o haritayı çözmemizi sağlayacak olan en önemli etken okumak. Sanırım Goethe; buna gerek olmadan insanın birbirine eziyetini sonlandırması gerektiğini fakat kendisinin de sitem edercesine bu yolla kavrayabildiğini aktarmaya çalışıyor.

“Evet, oldukça ilginç! Konuşma yeteneğinizin olmasına sevindim(gülüyor). Siz okudunuz mu Faust’u?”

Hayır, henüz okumadım. Okuma listemde mevcut fakat bir türlü cesaret edip başlayamadım.”

O geceden sonra günlük planlarımızı beraber yapmaya başladık. Sabahları sözleştiğimiz saatte lobide buluşuyor, ardından birlikte kahvaltı ediyorduk. Biraz denize giriyor, biraz ormanda yürüyüş yapıyor, çokça da terasta beraber kitap okuyorduk. Kitap okuma zamanlarımız kısaldıkça neden kendimizden kaçamadığımız konusu üzerine uzun sohbetler ediyorduk. Kendisinin edebi ve felsefi derinliği karşısında oldukça etkilenmiştim. Eğer içine girdiğimiz suyun benim henüz dizlerime geldiğini var sayarsak, o adeta yüzmeye başlamıştı. İtiraf etmeliyim ki kendimi çekimine kaptırmış, zihnimin belalısı düşünceler yetmiyormuş gibi bir de fani bir dert eklemiştim aralarına. Bu dert, zihnimi değil de gönlümü sızlatır olmuştu.

Aradan geçen iki haftanın ardından bir sabah gitti. Lobiye bana bir hediye bırakarak. Bir kitap: Faust!

Birileri bir yerlerde birilerine bir masal anlatıyordu da sanki biz de o masalın içindeki kahramanlardık. Masal bitti ve uyandık.

Uzun uzun oturdum lobide. Geride bıraktığımız günleri ve daha önce hiç kimseyle yapmadığım sohbetleri düşündüm. Kimsin? Nerelisin? Ne işle meşgulsün? Evli misin? Neden buradasın? Gibi sorular hiç sormadım. O da bana sormadı. Bırakın bu soruları, birbirimize adımızı bile sormadık. Ben ona ‘zarif bayan’ dedim, o bana ‘beyefendi’. Akşamına ben de ayrıldım otelden.

Şehrime döndüğümde kaldığımız yerden devam ediyorduk; ben, istediğimizde kaçabildiklerimiz ve istesek de kaçamadıklarımız!

Aradan geçen ayların ardından bir akşam zarif bayanın bana hediye bıraktığı Faust’u açıp sayfalarına göz atmaya başladım. Birçok yerine küçük notlar almış, birçok satırın altını çizmişti.

Ben kitabı incelerken bir mesaj geldi. Kardeşim, bir kitap sayfasından bazı satırların altını çizip bana fotoğrafını göndermişti. Fotoğrafı açıp baktım:

Ve sen yabancı, sağ göğsün üzerindeki soru işaretine benzeyen yarana el sürmek, bana anlattığın o okyanus içerisinde yüzüp, cevaplar aramak gibiydi. Ama amacım cevaplar bulmak değil, yanında zamanı durdurmaya çalışmaktı.’’

Ardından kardeşimden bir mesaj daha geldi:

“Abi kaç kişinin sağ göğsü üzerinde soru işaretine benzeyen bir yara olabilir ki? Bu kitapta bahsi geçen yabancı sen olamazsın değil mi?

Cevabım kısa ve net oldu:

Ben değilim.”

Ardından ellerimi ensemde birleştirip yatağıma uzandım.

Hissediyordum!

Sağ göğsüm üzerinde gezinen zarif parmakları…

Ve zihnim içerisinde hapsolduğum, demir parmaklıkları!

Özkan SARI

Enigma’ için 10 yanıt

  1. Yaratmak çok yüce bir yetenek. Hele ki, tercihini sanattan yana kullanıyorsa insan… Hele ki, hiç yoktan bir adam çizip, hiç yoktan bir kadının yanına oturtuyorsa kaderini…Konuşturuyorsa hiç yoktan yaşamaya dair bir iç sesi…Bir hayalden doğurup da gerçeğin düşe toslamış gölgesini, üflüyorsa böyle olur olmaz… Tamamlanmamış cümleler yolladım bu yazıya.. Affolunsun! Her öyküsü başka bir teli tınlatan yazara selam durulsun.

    Liked by 2 people

    1. Yazmaya ilk başladığım zamanlar, Harry Potter filmindeki 1.Sınıf öğrencileri gibiydim. Büyü yapmaya çalışırken bir toz ve ışığın belirmesi sağlanan fakat tam anlamıyla istenilenin başarılamadığı gibi… O zamanlar yaratmaya çalıştığım insanlar da benim için bir toz bulutu gibiydi, belli belirsiz yüzlerini görebiliyor ama dokunup, konuşamıyordum. Zaman ilerledikçe gerçek hayatım içerisinde yer alan insanlarda aradığım fakat bulamadığım ne varsa hepsini öykülerimdeki insanlara taşımaya başladım. Ben taşıdıkça o suretler belirmeye başladı, o suretler belirmeye başladıkça; gerçek hayatım içerisinde var olanlar ise flulaşmaya başladı. Şimdi ise artık hiç yoktan yaratılan o adamlar ve o kadınlarla beraber olup sohbetler ediyor, öğretiyor ya da öğreniyorum. Görüyorum, duyuyorum, konuşuyorum, dokunuyorum. Teşekkürler… Saygıyla…

      Liked by 1 kişi

  2. Çok güzel bir öykü bu… Soluksuz okudum. Yukarıdaki yorumlar da öyle samimi ve güzel ki… “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” sözü beni son yıllarda sürekli huzursuz etmiş ve öğrenme isteğinin doyumsuzluğu içinde daha çok okuma, öğrenme bir de bunları paylaşma isteğiyle bu sayfayı açmıştım. İnsan kendini her arayışında kendi gibi birini de arar aslında. Ve çok az insana nasip olur ruh eşlerinin birbirini bulması. Kaleminizin büyüsü bitmesin, kelimeler hep böyle dökülsün her daim. Öğrenme ve okuma telaşı içinde hakikat arayışları hiç bitmeyen, paylaştıkça tekamüle eren sizler gibi tüm yazar dostlarımıza saygı ve selamla…

    Liked by 2 people

    1. Sizin yorumunuz da öyle güzel ve samimi ki gözlerimize çarpıp buharlaşıp gitmek yerine, gözümüzü aşıp gönlümüze kadar ulaşıyor. Yazmak; kendimizi bulmaya çıktığımız bu meşakkatli yolda, ardımıza ata ata ilerlediğimiz ekmek kırıntıları gibi. Bu kırıntıları takip edenler de misafir olmakta yolculuğumuza. Ve birbirini hiç görmemiş, tanımamış insanlar arasında başka hiç bir şeye benzemeyen bir bağ oluşmakta. Son olarak sizin satırlarınızla bitireyim: Öğrenme ve okuma telaşı içinde hakikat arayışları hiç bitmeyen, paylaştıkça tekamüle eren sizler gibi tüm yazar dostlarımıza saygı ve selamla…

      Beğen

  3. Okurken içimde “gıpta” hissiyatı uyandı, düşünürlerle dolu öğretici bir hikayeyi ve akıcı kurguyu bu denli ‘tereyağından kıl çekercesine’ birleştirmek? Tebrikler:)

    Liked by 2 people

    1. Bir adam çiziyorum beyaz kağıda, sonra bir kadın. Sonrasını hatırlamıyorum. Tek hatırladığım yazının bitişi ve son noktayı koyuşum. Ayrıca sitenizi gezdikten sonra yorumlarınızı okuduğum için şunu da söylemeliyim ki yorumlarınızda oldukça mütevazısınız. Teşekkür ederim. Saygıyla…

      Liked by 1 kişi

      1. Ne güzel betimlemişsiniz, herkese nasip olmuyor o “sonrasını hatırlamadan” dökebilme zevki.
        Teşekkür ederim mutlu eden yorumunuz için, hem beni hem sayfamı övmüşsünüz.
        Benden de saygılar…Rast gelsin.

        Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s