
Genç adam işten yeni gelmişti. İki dakika soluklanmak için daha ceketini bile çıkarmadan kendini koltuğun üzerine attı. Telefonunu çıkarıp az önce gelen mesajı okudu: ”Hayatım biz biraz gecikeceğiz. Dolapta yemek var, ısıtıp yersin. Seni seviyorum.”
Kapı zilinin kulak tırmalayan melodisinin çalmasıyla şaşkınlık ve tedirginlik içinde yerinden fırladı. İçi geçmiş, uyuyup kalmıştı. Zilin ikinci defa çalışıyla nerede olduğunun anca farkına varabildi. Kalkıp kapıyı açtı. Gelen üst komşunun oğluydu, elinde tuttuğu zarfı genç adama doğru uzattı: ”Ayhan amca iyi akşamlar. Bugün postacı bir zarf getirmiş size, siz evde olmayınca anneme bırakmış.” Genç adam zarfı aldı ve çocuğa teşekkür ederek kapıyı kapattı.
Ya banka ekstresi ya da faturadır diye düşünerek koltuğa geri oturdu ve zarfa baktı. Zarfın üzerinde sadece adı soyadı ve adresi yazıyordu. Merakla zarfı açtı, içinden çıkan dörde katlanmış kâğıdı düzelterek okumaya başladı:
***
”Çocukken anlayamazsın, hep oyunlar oynayacak, hep üzeri krem şantili pastalar yiyerek geçecek sanırsın hayatı. Kadın nedir, erkek nedir, onun bile ayrımını yapamazsın. Sonra yaşın ilerler, vücudunda seni tedirgin eden fiziksel değişiklikler, ruhunda ise anlam veremediğin duygu depremleriyle sarsılırsın. Bu tıpkı bir tohumun, toprak altından çıkıp yeryüzüne doğru yol alması gibidir.
Sonra hiç bir şey eskisi gibi olmaz, o çocuk aklınla güvendiğin kimseye güvenemez olursun, hep bir tedirginlik, kuşkuyla akmaya başlar zaman. İşte o zamanlar başlarsın gönlünün etrafına surlar inşa etmeye, işte o zaman başlarsın gönlüne ulaşan yollar üzerine kapılar dikmeye, onlarca ve yüzlerce, her bir kapıyı kilitleyip, atarsın anahtarlarını kara deliklerine.
Elbet bunun böyle olmasında toplumun rolü büyük, aklın başına geldiğinde çocukken oyun sandıklarının aslında her birinin bir dram olduğunu anlarsın. Ne değişen vücudunda olup biteni öğrenebilirsin, ne de değişen ruhunda… Öğrenemediğin her şey koskoca bir soru işareti olarak asılı kalır zihninin tavanında, kuşku duyar, tedirgin olur ve korkarsın.
Sonra zamanla o diktiğin kapıların birileri tarafından çalındığını duyarsın. Açmazsın! Dersin ki; anahtarı bende değil. Bazısı açılmayınca geri döner, bazısı anahtarlarını bulmak için çabalar ama bulamaz, o da geri döner… Bazısı birkaç kapının anahtarını bulur açar fakat hedefe uzanan yol uzundur ve çok daha fazla kilitli kapı vardır. Bu böyle bir müddet devam eder. Sonra biri daha çıkar gelir;
İşte o ısrarcıdır, hemen gitmez, dalar ruhunun kara kuyularına… Sabırla arar kilitli kapıların anahtarlarını. Kimini çabucak bulur açar, kimini uzun süre arar ama usanmaz. Bir zaman sonra o kadar çok kapı açar ki şaşırırsın ve sorarsın kendine; tüm bu mücadele benim gönlüme ulaşmak için mi? Takdir edersin bu mücadeleyi, birkaç kapının anahtarını da sen takıverirsin kilidinin üzerine, çabuk açıp ilerlesin diye. Ardından kapılar bir bir açılır… Gönlünün etrafındaki surlara ulaşır o biri. Bu surları aşmak, kapı kilidini açmaktan çok daha zordur. Kurar otağını surların etrafına, ölçer, biçer, tartar. Kurar gönlünün şahi toplarını, gülleleri aşk’tandır o topların… Ve ateşler ardı ardına. Aşk gülleleri dövmeye başlar gönül surlarını, yakar dokunduğu yeri, yakar tüm şehri. Yanarsın, anlamazsın… Ve yıkılır tüm surların. Fethedilir gönlün. Teslim edersin kendini. Tüm ruhunla, tüm vücudunla…
İşte sevgilim… O fatih sensin. Gönlümün sahibi, aşk’ımın layığısın. Ruhumu teslim aldın, bedenimi de teslim almanı bekliyorum sabırsızlıkla.
Bu mektuba gelecek planlarımızla ilgili şeyler yazmak istemedim. Ya da bu tarihte neler yapıyor olduğumuzu. Ben bu mektuba seni yazmak istedim. Utanıp sana söyleyemediğim ya da konuşarak sana ifade edemediklerimi yazmak istedim. Yazayım ki sen de on yıl sonra sana olan tutkumdan, sana olan açlığımdan hiçbir şey kaybetmediğimi gör.
Bu mektup on yıl sonra bize geri ulaşır mı emin değilim. PTT’nin böyle bir uygulaması olduğunu gazeteden okuyunca heyecanla ben de yazayım bir mektup dedim. İkimiz içinde eşsiz bir anı olur. Şu an bu satırları okuyorsan, demek ki ulaşmış eline. Mektubu teslim aldığında sakın bana fark ettirme, önce kendin oku, anla neler demek istediğimi, sonra beraber okuruz.
Sevgilim, bunca yıldan sonra, hala beraber olduğumuza öylesine eminim ki öylesine huzurlu ve öylesine esirim ki sana… Hadi şimdi bırak mektubu kenara, gel yanıma…
Seni seviyorum…
12 Kasım 2008 / Derya”
***
Genç adamın, şiddetle ağlamaktan kontrol edemediği burnu ve ağzından çıkan sıvılar gözyaşlarıyla karışıp mektup üzerine düşmüyor adeta yağıyordu. Akan gözyaşları on yıldır bir bütün halde bekleyen mürekkebi çözmeye başlamıştı. Kala kaldı yerinde, bir daha okudu mektubu, bir daha… Bir daha… Bir daha…
Yine kapı zilinin o sevimsiz sesiyle irkildi. Mektubu katlayıp cebine koydu. Perişan ve sırılsıklam olan yüzünü gömleğinin kollarıyla silmeye çalıştı. Kalkıp kapıyı açtı.
Gelen karısıydı: ”Hayatım neyin var, ne bu halin? Çocuklar geliyor arkadan, git elini yüzünü yıka böyle görmesinler seni!”
”Tamam” dedi ve lavaboya gitti genç adam. Musluğu açtı ve kapıyı kilitleyip askıdan bir havlu aldı. Sesi duyulmasın diye yüzünü havluya bastırıp ciğerleri ağzına gelircesine titreyerek ağlamaya başladı.
Tam bu sıralarda başka bir şehirde, başka bir evde, genç bir adam adı Derya olan genç bir bayana seslendi:
”Hayatım neden dalgınsın?”
***
Kim bilir hangi çatalda ayrildı yollar? Ukdelerimize dair harika bir yazi olmuş.
BeğenLiked by 2 people
Kim bilir? Teşekkürler nazik yorumunuz için…
BeğenBeğen